20 Mart 2016 08:27
/
Güncelleme: 10:01

Ayşen GÜVEN

Haftanın sanat gündemi adına payımıza yine bir linç bir de setlerdeki erkeklik ablukasına bir kadın yumruğu düştü. Aslında tiyatro sahnelerine muhteşem işler çıkmaya, konserlerde çılgın performanslar sergilenmeye, İstanbul Film Festivali baharla gelmeye, birçok kitap tanıdığımız tanımadığımız hayatları raflara dizmeye falan da devam ediyordu. Gelgelelim bunlar magazinden çıkıp yüksek siyasete çarpan başlıklar kadar iştah kabartamıyordu. Burası yeni değildi elbette ama linç de cinsiyetçilik de yeni değildi aslında...

Yurdum sokak linçleri tarihi kadar aydın/sanatçı linç, sürgün ve katliamlarına da aşinaydı. Bunlardan yakın tarihin utanç hanesine çok basamaklı yazılanlarından biri Ahmet Kaya oldu. Sanatçıdan sonraki yıllarda bahsederken herkes “sağcısı da solcusu da Kürt’ü de Türk’ü de dinlerdi” diyecekti. Yine de bu muazzam etki bir kalemde harcanmasına mani olmadı! Peki gerçekten o tarihi haksızlık Kaya’nın kıymeti harbiyesini alıp götürecek miydi? Hayır! Su akıyordu henüz ve yatağını bulacaktı!
Bulacaktı bulmasına... Ama memleketine hasret aramızdan ayrılan Ahmet Kaya 1999’da “Kürtçe şarkı söylemek istiyorum” dediğinde bu tek cümle “vatanperverliği” güçlü olana yaranmakta bir maske yapan zamanın televizyon yüzleri için başka bir zaman diliminde geri vites de gerektirecekti.

Takvimler 2013 yazdığında memlekette buzlar yeniden eritiliyormuş gibi yapıldı. Politik atmosferin “avantajlarını” artık herkes hunharca kullanabilirdi. Artık Kürtçe şarkı söylemek, selamlamak gelinen zamanın iktidar trendiydi. Oysa halklar kimse elini değmediğinde zaten birbirine karışmıştı; aynı tarlada başaktı, bazen un edilirdi. Yine başak zamanı dediler. Hatta o yıllarda Başbakan olan Recep Tayyip Erdoğan bugün Cumhurbaşkanlığında kan ağlattığı bir kentte, Diyarbakır’daydı. Adeta bir sahne şovu tertip edilmişti İbrahim Tatlıses’li Şivan Perwer’li de onları Ahmet Kaya “hain” ilan edilirken görememiştik!

Neyse, o gün orada Erdoğan, Kaya’nın “Ağlama Diyarbakır” şarkısının sözlerini tastamam okurken protokol gözyaşlarına boğuluyordu. Konuşması şöyle devam ediyordu: ‘Ben yandım siz yanmayın Allah aşkına’ diyordu. ‘Şimdilik Hoşçakalın gözüm’ diyordu. ‘Hoşça kal ey sevgilim Türkiye’ diyordu. Ne var ki vatana hasret, dosta hasret şekilde tam 13 yıl önce bugün bir 16 Kasım’da gurbette hayata veda etti. Ahmet Kaya’yı Diyarbakır’ın, Malatya’nın evladını, Türkiye’nin sesini, sevgili dostum Ahmet Kaya’yı rahmetle yad ediyorum. Şimdi dön Diyarbakır’a bak, Diyarbakır’dan memlekete bak, koskoca bir istismardan geriye kalan yine sanatçının o sözleri olabilir ancak:
“Ağlama sen ağlama/kanlı bezler bağlama
 Bu yangın söner bir gün/ağlama Diyarbakır..”

Su hâlâ akıyor, evet. Şimdi başka tek bir cümle, iktidar istismarını kardeşlikten alıp ırkçılığa yaslarken, bir sanatçıyı daha kendi manevrasında eritecek zemini kuvvetlendiriyor. Gazeteci soruyor Füsun Demirel’e: Oynamak istediğiniz bir rol, bir oyun kaldı mı?

Cevap veriyor sanatçı: Çok var. Mesela o dağlardaki gerilla kızları oynamayı çok istedim. Belki bir gerilla annesi olurum artık ya da anneannesi. Kadınların özgürleşmesi adına çalışmak ve üretmek istiyorum. Bütün bir hayatımı buna adadım. Ölene kadar da devam edeceğim. Her şeye rağmen inadına kahkaha!

DAYANIŞMA YİNE YETERSİZ

Ve bir dağın daha altı oyulmaya başlanıyor. Bir oyuncunun en sıradan ifadesi tıpkı Ahmet Kaya’da olduğu gibi konjonktür icabı topa tutuluyor.  Hakaretler, tehditler, sosyal medya linçleri, işinden edilmek... Ama en fenası ne biliyor musunuz? Ahmet Kaya’ya çatal-bıçak fırlatanların da orada susanların da ortalama duranların da verdiği zararın bugün de görülemiyor olması. Geç bile kalmış açıklamasında Oyuncular Sendikası’nın “suya sabuna” dokunmayan ve aslında mesleğini icra etmekle ilgili sözlerinden ötürü linç edilen üyeleri Füsun Demirel’e sahip çıkan bir ortak tavra çağrı yapmaktan aciz kalması neyle açıklanabilir? Peki dizideki oyuncu arkadaşlarının hatta tüm dizi setlerindeki mesela kadın oyuncuların kazan kaldırmaması? Konu memleketin doğusuna değince “sıcak, yaklaşmayalım” tavrıyla gelen sessizliğin ağırlığı yine üzerimize çöktü böylece. Nurgül Yeşilçay’ın sette uğradığı mobbingi açıklamasıyla gelişen tepkiler de aslında o mecrada bir dayanışma haline dönüşemedi. Oysa bunu sadece Yeşilçay mı yaşamıştı? Peki meslek örgütleri neden vardı? Bu soruları hepimiz için bırakıyorum buraya.

Sonuçta Füsun Demirel gibi tiyatroda, sinemada, televizyonda nice işi ayağa kaldırmış, kadın mücadelesinde hep sapasağlam durmuş, “eşitlik” adına yürünecek yollardan yürümüş bir sanatçının hareketlendirdiği su da yatağını bulacak elbet. Züğürt Ağa’dan, Ah Belinda gibi kült filmlere, “Kol kırıldığında içinde ne kalır?” sorusuyla gelen “aileyi” sorgulayan Evim Güzel Evim! oyunundan şimdilerde yazıp, yönetip, oynadığı Aşk Dersleri’ne, Şaşıfelek Çıkmazı, Yalan Dünya dizilerine ve eteğinden çekiştiren ikizleriyle çıktığı Uçan Süpürge Film Festivali’ndeki o güzel konuşmasına onlarca kareyle karşımızda sanatçı. Amma velakin setlerde sistemin ve erkekliğin borusu öterken ağır sözleşmeler boyna halka, dile kelepçe gibi takılırken ve memleket bir savaşa tutuşmuşken birbirimizi tutmayı becermemiz gerekmez mi? Ahmet Kaya’dan bir “star”, bir “hain” ve sonra tekrar bir “kahraman” yaratma cüretini kendinde bulanların hepsinin sonlu olduğunu bu nedenle hatırlamak lazım. Çünkü Ahmet Kaya da Füsun Demirel de zamanın iktidar modasının insafına terkedilmeyecek kadar halkların aklına ve gönlüne yerleşen işler yaptılar. Ancak, ahireti bilmem ama Ahmet Kaya linç edilirken sen ne yaptın sorusunu şimdi hepimiz Füsun Demirel için kendimize sormalıyız. Bu sorunun yanıtı bugün içine düştüğümüz bir ateşten suya sıçramak ve yatağa akmakla ilgili çünkü. Çünkü “hep sonradan gelir aklım başıma” korkudan daha ağır bir yük!

Evrensel'i Takip Et