27 Mart 2016 03:41

Hastalık hastası

Nerede ve nasıl öleceğimizi bilmiyoruz. Bunu kestirmeye çalışmanın yarattığı kaygıdan kaçmaya kalktığımızda ise kaygıyı doğuran fiziki ortamdan uzaklaşmak en biricik refleksimiz. Savaş altında boşalan kentlerdeki reflekslerden daha farklı bir duygu bu: Somut ve yakın tehlike ortaya çıkmadan ortaya çıkacakmış ve kurban edilecekmiş telaşı altında önlemler almaya çalışmak. Bu ruh halinin de yarattığı ciddi bir iktisadi düzen var.

Paylaş

Fevzi ÖZLÜER

Ankara’da 5 ayda yaşadığımız 3 katliamın ardından bu kez Beyoğlu’nda , İstanbul’da bir patlama oldu. Ertesi gün Ankara sokakları yavaş yavaş dolmaya başladı. Sırasını savmanın verdiği rahatlıktan diyenler de oldu; insanlar daraldı artık diyen de. İstanbul patlamasının ardından da Brüksel’de ardı ardına bombalar patladı. İstanbul’da sanki birkaç gün önce acı yaşanmamış gibi bir ruh hali hakimdi sosyal medyaya. Neredeyse , “oh çok iyi oldu” denilecek düzeyde duygular şelaleydi. İstanbullular da bir soluk aldıklarını düşündüler. Bu sevinç başka bir şeye yorulabilir miydi? Hayatın gidişatı üzerinde kontrolü kaybetmenin en önemli sonuçlarından biri olan kaygıyı kovmanın en biricik yoluydu, empatiden ari durmak. Hemhal olmak, duygudaşlık yapmak acı çekmenin türevi gibi görülüyordu.

Kentlerin yaşadığı bu kaygı bozukluğundan dahi kurtulmak için “şehri terk etmeyi” düşünenlerin sayısı giderek artıyordu. Hayatın odağına herkes kendini o kadar yoğun biçimde almıştı ki, hastalık hastalığına tutulan mekanların yayıldığını bile fark edemez olmuştuk. Ankara havaya uçtuğunda, Kayseri’nin, Konya’nın dudakları uçukluyordu. Paris sokaklarında gezmek, zaman ile arana bir fesleğen germek olanaksızlaşıyordu. İstanbul  patlaması Moskova sokaklarında yankılanıyordu. Brüksel alev alev yandığında Berlin’in kalbi sıkışıyordu. Kaygıdan kaçmak için güvenli şehir arama telaşının gelip çarptığı son istasyon umuttu. Güvenli sokak, meydan, kent arayışlarının bitip tükenmez kuyusu içine düşenler kentlere bulaşan “hastalık hastası” ruh halini görmüyordu.

MERKEZİM MERKEZ OLSUN MU?

Nerede ve nasıl öleceğimizi bilmiyoruz. Bunu kestirmeye çalışmanın yarattığı kaygıdan kaçmaya kalktığımızda ise kaygıyı doğuran fiziki ortamdan uzaklaşmak en biricik refleksimiz.  Savaş altında boşalan kentlerdeki reflekslerden daha farklı bir duygu bu: Somut ve yakın tehlike ortaya çıkmadan ortaya çıkacakmış ve kurban edilecekmiş telaşı altında önlemler almaya çalışmak. Bu ruh halinin de yarattığı ciddi bir iktisadi düzen var. Devletler de tam böyle bir refleksle hareket etmeye başlamış durumda.  Ve kentler. Somut ve yakın tehlike ortaya çıkmadan tedbir almanın adı güvenlik siyaseti olmuş. Lakin sonuçları itibariyle, kentlerden kentlere, devletlerden devletlere bulaşan da bir ruh hali var: Hastalık hastalığı yaşayan bir ruh hali. Her rejim bir başkasını, asimetrik olarak veya oranlayarak tehdit merkezine alabiliyor. Çünkü kapitalizmin kutsal bireyi, kendini o kadar biricik ve değişmez, kadiri mutlak ilan ediyor ki eninde sonunda varlığının devamı için gerekli tüm tedbirleri almaktan geri durmuyor.  Bu ruh hali tüm dünyamızı ele geçirmiş durumda.

VAROLUŞSAL ÇÖZÜLME

Küresel düzeyde gelişen bu ruhun mekanlardan kopması ve zamansızlık hali kapitalist toplumsal yaşam açısından da hem bir olanak hem de varoluşsal bir tehdit. Kapitalist ilişkilerin en önemli özgürlük vaadi, bireyin zamandan ve mekandan özgürleşmesiydi. Bu hastalık hastası şehirlerden kaçmaya adanmış bireyler tam da bu özgürlük halesinin yeni taşıyıcısı olarak ortaya çıkıyor. Devlet düzeni ekseninde kurumsallaşan ve güvencelerini üreten özgürlükler sistemi bu anlamda yıkılıyor. Özgürlüklerin belli bir mekan ve zaman içinde anlamlı olabileceği gerçeği hem kapitalizme varlık kazandıran hem de kapitalist ilişkileri de sürdüren modern yaşamın temel yapı taşıdır. Ortadan ikiye çatlayan tam da budur. Yitip giden şey, özgürlükler değildir. Özgürlüklerin belli bir mekan ve zaman içinde anlamlı olduğuna dair verili toplumsal ilişkiler biçimi parçalanmaktadır. Bu ruh halinin de bir hastalık hastalığı biçiminde yaygınlaşmasına karşı devletler düzeni ise “insani değerler” olarak kodlanan tüm değerlerin ortadan kaldırılması sonucuna yol açacak bir baskı rejimine yol vermiştir. Hem bir yandan özgürlükler toplumu temelinde piyasanın birikim elde etmesi kuralına yol verilmek isteniyor hem de özgürlüklerin belli bir mekan ve zamandan kopmasının yarattığı siyasal düzenin yeniden üretilmesinin önü açılıyor. Bu anlamda bir birikim rejiminden bahsedecekse iktisatçılar, kaygı üretimi temelinde birikim rejimi diyebilirler.

YARILMADAN ÖTESİ

Bu tarihsel yarılmanın gündelik anlamda dönüşme potansiyelleri var. Ancak bu yeterli değil elbette. Her fani kendi beka stratejisini inşa ederek verili özgürlük formundan kopmanın sonucunda ipini bağlayacağı bir direk yaratmak istiyor. Nerede, nasıl yaşarım soruları gırla yükseliyor. Kimse bu sorularını yüksek sesle dillendirmeyi veya bu soruları politikleştirmeyi de denemiyor. Yaşadığımız çağın girdabının bireysel bir ümitsizlik hali olarak kendimize izah edilmesi, bulduğumuz çözümlerin de bir kaçış senaryosuna bürünmesine zemin hazırlıyor. Oysa böyle değil. Ortaya çıkan zamansızlaşma  ve mekansızlaşma uğrağının tekabül ettiği kaos haline uygun bir var olma biçimini politikleştirmek zorundayız. Her yer bizim evimiz ve hiçbir yer ev değil: bu bir Oikos.

Bu zorunlu göçü durdurmaya ve tersine çevirmeye yönelik bir politik inadın ise hükmünün olmadığı bir çağdan geçiyoruz. Bu bir yıkım ve ölüm çağı olmak zorunda değil. Yeni bir uygarlaşma biçiminin dayattığı yeni bir göçebelik bin yılına doğru yol alıyoruz. Denizi kılıcıyla ilk yaranlarsa biraz ürkek, hepsi bu... Hastalık hastası bir dünyadan başka türlü göç edemeyiz.

ÖNCEKİ HABER

‘Vasat’a karşı beyaz yakalı!

SONRAKİ HABER

10. yılında Twitter ve Türkiye (Devleti)

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa