Savaşa alışmak: ‘Savaş, barıştır’
Foti BENLİSOY
Abdülkadir Selvi’nin Ankara’daki bombalı saldırının ardından katıldığı bir programda “şehir savaşlarından”, Suriye’deki çatışmalardan ve IŞİD, PKK ve hatta DHKP-C’nin “dış güçlerce” Türkiye’ye karşı kullanıldığından bahsederken “terörle yaşamaya alışmamız gerekiyor” demesi öyle basit bir gaf değildi. “Teröre karşı sürekli savaş” siyasetine dair samimi bir niyet beyanıyla karşı karşıyaydık aslında.
Selvi’nin ne kastettiğini, Emmanuel Goldstein’in “savaşın gerçekten olup olmaması önemli değildir; ayrıca kesin bir zafer de olanaksız olduğu için savaşın iyi gidip gitmemesi de önemli değildir. Önemli olan, savaş durumunda olmaktır” sözlerinde bulmak mümkün. Goldstein, “Oligarşik Kolektivizmin Teori ve Pratiği” adlı çalışmasında modern savaşın uluslararası bir mesele olmaktan çıktığını ve aslında “hiyerarşik bir toplum için gerekli olan ruhsal havayı sürdürmeye” yaradığını aktarır. Bu nedenle savaş artık “bir ülke içi sorunu” haline gelmektedir. Süreklileşmiş savaş, halkın “korku, kin, yaltaklanma ve aşırı coşkulanma özellikleri olan tinsel bir yapı” ile donatılmasının, “akıl parçalanmasının” evrenselleşmesinin temel yoludur. “Bugün savaş, uluslar arasında değil, baştaki yöneticilerle yönetilenler arasındadır. Amaç, ülkenin ele geçirilmesine engel olmak değil, toplumun yapısını olduğu gibi korumak ve sürdürmektir. Bu nedenle, söz konusu durum için ‘savaş’ sözcüğünü kullanmak yanıltıcı olabilir. Süreklilik kazanmakla savaş, savaş olma özelliğini yitirmiştir denebilir.”
Savaşın siyasal iktidar yolunda araçsallaştırılması belki de Aristophanes kadar eski bir tema. Savaşın devlet-rejim kurucu işlevi, yani belli devlet formlarının ya da siyasal rejimlerin savaşla ilgisi de yine çokça tartışılmış bir konu. İnsanın aklına hemen Cezayir savaşı ve Fransa’da yarı başkanlık eksenli 5. Cumhuriyetin inşası geliyor. Mesela “sosyal devletin” oluşumunun Birinci Dünya Savaşı gibi “topyekûn savaş” deneyimleriyle ilişkisi ya da Fransız, Rus veya Çin devrimlerinde olduğu gibi “devrimci-kurucu iktidarların” tesisinin savaşla bağı, üzerinde çokça kafa patlatılmış meseleler. Savaşın “içe” ya da “dışa” karşı olması da önemli değil. Yunanistan, İspanya ya da Kolombiya’daki iç savaşlar hep belirli bir rejimin teşekkülünün zeminini oluşturan çatışmalar. Örnekler daha da çoğaltılabilir: Thatcherizmi kalıcılaştıran Falkland savaşı, “Meksika tipi başkanlık sistemini” mümkün kılan “uyuşturucuya karşı savaş” vs. vs.
Benzer bir durumun bizde de geçerli olduğu, haklı olarak, sıklıkla yazılıp çiziliyor. Gerçekten, içeride doğrudan, dışarıda (yani Suriye, hatta kısmen Irak’ta) ise şimdilik vekiller aracılığıyla sürdürülen savaş, Erdoğan-AKP’nin karşı karşıya kaldığı en ciddi krizi aşmasında belirleyici oldu. “Saray”, savaş aracılığıyla “devlet” katında yeni ittifaklar oluşturdu; toplumsal düzeydeyse “millilik” ve “yerlilik” gibi temalar etrafında örülen yeni bir “bütünleştirici” ve seferber edici üst anlatıyı gündeme getirdi. Anayasa değişikliği, başkanlık ve “mutlakiyetçi/ şefçi hâkim parti rejimi”, savaş içerisinde ve savaş aracılığıyla, onun “dost ve düşman” mantığını en aşırı biçim ve sonuçlarına vardırarak gündeme geldi.
Goldstein bununla, yani savaşın rejim kurucu işlevini tartışmakla yetinmiyor ve savaşın belli bir rejimi mümkün kılacak bir “tinsel yapının” oluşturulmasındaki rolünü ele alıyor. Süreklileşmiş savaş halinin belli bir iktidar biçiminin oluşup sürdürülmesi için gerekli olan “ruhsal havayı” nasıl yarattığını tartışıyor. Naomi Klein’ın “Şok Doktrini”nde anlattığı şekilde, belirli sömürü ve tahakküm ilişkilerinin yerleşikleşmesinin ancak bilinçli ve sistematik bir “şok terapisinin” neden olacağı bir kolektif psişik karmaşada mümkün olabileceğini vurguluyor.
Bu anlamda Türkiye’de 7 Haziran sonrasında yaşananları iktidar tarafından bilinçli olarak kışkırtılan bir “gerilim stratejisinin” ürünü olarak görmek doğru olsa da yeterli değil. Gerilim ve kutuplaşmanın bir siyasal taktik olarak kullanılmasının ötesine geçen bir durumla karşı karşıyayız. Goldsteinvari bir “tinsel yapıyı” oluşturmayı önüne koymuş bir şok doktriniyle, ardışık şok saldırıları ve süreklileşmiş kriz haliyle bütün bir toplumu felç etmeyi, düşünemez ve eyleyemez hale gelecek şekilde travmatize etmeyi hedefleyen bir kolektif “terapiyle” karşı karşıyayız. “Kokteyl teröre” karşı süreklileşmiş savaşla amaçlanan, herhangi bir direnişe, eleştiriye ve muhalefete kaynaklık edebilecek duygusal, düşünsel ve fiziki güç ve kapasitelerimizi bütünüyle tahrip etmek, işlemez hale getirmek. Sonuçta korkunun her yeri sardığı, kolektif bir panik atağın genelleştiği bir ortamda depolitizasyon derinleşiyor. “İstikrarsızlıkta istikrar”, otoriter ve şoven arayışları giderek daha makbul hale getiriyor, çürümeyi genelleştiriyor.
ARALIKSIZ SAVAŞ HALİNİN İTİRAFI
“Kokteyl terör” ifadesi, bu süreklileşmiş savaş halini belki de en iyi ifade eden tabir. “Kimin elinin kimin cebinde bulunduğunun” bilinemez hale geldiği, neden ve sonuçların birbirine karışıp komplo ve konspirasyonlar âleminde gerçeklikle bağın bütünüyle ortadan kalktığı ve herkesin bir biçimde “bize” karşı bir ittifak içerisinde olduğu, dolayısıyla da ucu sonu belli olamayacak bir savaş halini tanımlayan bir ifade bu. Savaş, Neşeli Günler’deki Ziya’nın tabiriyle “taçsız kral Pele’den Nadya Komenaçi’ye” kadar hemen herkesi kapsayabilecek bir “konsorsiyuma” karşı yürütülüyorsa eğer, onun sonunun gelmesi de mümkün değildir. “Alışın” demeleri bu aralıksız savaş halinin sarih bir itirafı aslında.
Goldstein, “savaşın iyi gidip gitmemesi önemli değildir. Önemli olan, savaş durumunda olmaktır” derken bu sürekliliğe vurgu yapıyor. Onu ayakta tutan şey bizatihi savaş olduğundan yenilgi ya da zafer, iktidar için artık anlamını yitiriyor; muktedirler için “aralıksız süren bir savaş, tehlike olmaktan çıkıyor”. Verilen insani kayıplar, savaş nedeniyle ortaya çıkan ekonomik sıkıntılar ya da diplomatik açmazlardan ziyade artık önemli olan bizatihi savaşın devamı, onun sürekli kılınması yoluyla “içeride” elde edilecek travmatik etkidir. Goldstein’a göre, tam da bu nedenle “eski savaşlarla karşılaştırılıra, bugünkü savaşın yalnızca bir sahtekârlık olduğu anlaşılır.”
“Gerçekte” Goldstein diye biri yok elbette. Bu “muhalif yazar”, George Orwell tarafından “1984” romanı için muhtemelen Troçki’den ilhamla yaratılmış ve totaliter İngsos rejimine bayrak açmış bir kurgu karakterden ibaret. “Oligarşik Kolektivizmin Teori ve Pratiği” ise romandaki “kahramanımız” Winston’un “tele ekranı olmayan bir odada” okumaya başladığı bir kurgu kitap; 1984 içinde bir ikinci kitap.
Roman deyip geçmeyelim. Erdoğan’ın (tarihte herhalde ancak XIV. Louis ile kıyas edilebilecek bir cüretle) “devlet benim” mealinde sözler sarf edebilmesi, ancak savaşla, savaşın sürüp gitmesinin neden olduğu kolektif panik atak ve travmalarla mümkün oluyor. Tam da bu nedenle savaşın Goldstein’ın deyimiyle bir “sahtekârlık” olduğunu haykıramaz, direnemezsek, savaşa istedikleri gibi alışır, savaşla terbiye olursak sonumuzun romandaki Winston’un akıbetine benzemesi pekâlâ mümkün.
1984’ün sonunda, muhalif tutumu nedeniyle “Sevgi Bakanlığı”nda işkence-“terapi” görmüş Winston bir lokalde oturmaktadır. Aklı, sürüp giden savaşta Afrika cephesindeki kritik gelişmelerdedir. Birden tele ekranda Avrasya ordularına karşı (hayali olduğu aşikâr) görkemli bir zafer kazanıldığı duyurulur: “Masanın altında Winston’ın bacakları titriyordu. Yerinden kıpırdamamıştı, ama kafasının içinde, dışarıdaki kalabalığa karışmış, koşuyor, koşuyor, sağır olabilecek kadar yüksek sesle naralar atıyordu. Başını kaldırıp yeniden Büyük Biraderin posterine baktı. Tüm dünyaya hükmeden bir anıt! On dakika önce -evet, on dakika önce- yüreğinde sonucun yenilgi mi yoksa zafer mi olacağına dair kuşkular taşıdığını düşündü. Bu, yok olan Avrasya ordusundan da ötede bir olaydı. Sevgi Bakanlığına götürüldüğü ilk günden beri içinde çok şey değişmişti, ama son, kaçınılmaz, onu tümden iyi eden değişiklik işte o anda oldu! (…) Başını kaldırıp, o koskocaman yüze baktı. O siyah bıyığın altındaki gülümsemenin ne anlama geldiğini öğrenmesi kırk yılını almıştı. Ah! Kötü, gereksiz anlaşmazlık! Ah! Kendisini koruyan o şefkatli kucaktan kovulan inatçı kafa! İki cin kokulu gözyaşı, yanaklarından süzüldü. Ama olsun, her şey yolundaydı, çekişme son bulmuştu. Kendisine karşı zafer kazanmıştı. Büyük Biraderi seviyordu.”