Yası yasaklı hayatlar ya da istenmeyen çocukların ölümü
Özcan KIRBIYIK
Savaşların, sadece insan bedeninin bütünlüğünü değil, aynı zamanda, insan nüfuslarını; yası tutulabilir nüfuslar ve yası tutulamaz nüfuslar olarak da parçaladığı söylenebilir. Hangi hayatların yası tutulur, hangi hayatların yasları tutulamaz/ tutulmamalı... Bir egemen, en son kertede, hüküm sürdüğü topraklarda, işte bu soruların cevabının kendi arzusuna göre olmasını ister.
Egemenlerin nazarında, muhalif ya da öteki olan kimselerin ölümü, değerli bir durum olarak arz etmez. Çünkü, iktidarın kendi varlığına tehdit gördüğü bir uğraşta hayatını kaybeden kişiler, iktidarların gözünde lanetli kişilerdir. Muhalif olmakla, egemene baş kaldırmışlardır. Bu yüzden, egemen, muhalifin sadece hayattayken değil, ölü bedeninin de sahiplenilmesini kendi egemenlik alanına bir tehdit olarak algılar.
Tam da bu bağlamda, Türkiye’deki egemenler için, Madımak’ta, Roboskî’de ya da son günlerde Kürt coğrafyasında hayatını kaybeden insanların ölümünün “istenmeyen çocukların” ölümü olduğunu söylemek yanlış almaz.
13 Mart’ta, Ankara Kızılay’da TAK’ın üstlendiği ve resmi rakamlara göre 38 kişinin hayatını kaybettiği katliamın ardından, ortaya çıkan durumun üzerinde durulması gerektiği fikrindeyim. Kızılay’da hayatını kaybeden insanlar için, devletin bütün bürokratik organları ve toplumun farklı kesimleri harekete geçmişti. Kızılay katliamında ölen her bir insan için birçok farklı televizyon kanalında, hayatlarına dair en azından bir kesit işlendi. Bazı kanallar ise, hayatını kaybedenlerin çocukluk günlerine kadar uzanan programlar yaptı. Elbette ki; bu programlar yapılmasın diyemez kimse. Ama, bu televizyonlar ki; 34 kişinin katledildiği Roboskî katliamında, tam 48 saat sonra ancak 1’er, 2’şer dakikalık haber geçmiş olan televizyon kanallarıydı.
EGEMENLER AÇISINDAN CİZRE ROBOSKÎ
Konya’da oynan maç öncesi, Ankara Garı katliamında hayatını kaybedenler için saygı duruşunda bulunulduğu sırada taraftarlardan yükselen ıslık ve yuhalamalar, geçen zaman içinde, egemenler eliyle desteklenen ve körüklenen etkin bir ırkçılık biçiminin dışavurumuydu. Bu konuda Judith Butler’in şu katkısı dikkate değerdir: “Algı düzeyinde tesis edilmiş etkin ırkçılık biçimleri bir yandan fazlasıyla yası tutulabilir toplumlar bir yandan da kayıpları kayıptan sayılmayan ve yası tutulamayan toplumlar gibi tamamen görüntüsel versiyonlar üretmeye meyillidir.” Egemen, muhalifin ölümünü değersizleştirmek ister, aşağılar. Bu yüzden, Türkiye’deki egemenler açısından, Cizre bodrumlarında, Roboskî’de ya da Madımak’ta hayatını kaybeden insanlar, yaşanmaya değer bir hayat yaşamamışlardır.
Aynı şekilde, muhalif kişiler yaşarken de işsizlik, yoksulluk, hukuki haklardan mahrum bırakılma, ayrımcılığa ve şiddete maruz bırakılma ağırlığı altında ezilerek hayatını devam ettirir. Bu duruma Roboskî’de katledilen gençlerin örnek verilmesi yanlış olmaz. Zira, bakıldığında, Roboskî’de işsiz Kürt gençlerinin karın tokluğuna kaçağa gitmesi esnasında katledilmeleri ve bunu izleyen süreçte de devletin bütün kurumlarıyla katliamın üstünü örtme çabası olmuştur. Ya da Konya’da ıslıklanan Ankara Garı katliamının kurbanlarının tamamına yakınının emekçi, işçi, Kürt, Alevi, sosyalist olması gibi. Yani, egemenlerin ötekileri olmaları, onları egemen karşısında “hayatları yaşanmaya değer olmayanlar” olarak kodlanmasına neden olur. Yine, Judith Butler bu konuda şöyle diyor: “Yası tutulabilirlik olmayınca hayat da yoktur, ya da hayattan başka olan bir şey yaşanmaktadır. Bu durumda “asla yaşanmamış olacak bir hayat”, hiçbir saygınlık, hiçbir tanıklık olmadan sürdürülen ve kaybedildiğinde yası tutulmayan bir hayat söz konusudur.“ Bu mantığa göre; Kürt coğrafyasında devlet eliyle yakılan cenazeler, panzerlerin arkasında sarkıtılan cansız bedenler, uçaklarla bombalanan mezarlar, bunların tümü; devletin kendi egemenliğine tehlike olarak gördüğü bir siyasal hareketin mensupları olan insanları, insanlıktan çıkarma girişimleridir.
TAK’ın üstlendiği Ankara saldırısında ölen her bir insanın mitosu yaratıldı. Yasları kamusal alanda yaşanılması için büyük bir çaba harcandı. Nitekim, iktidar için Cizre’de, Sur’da çatışırken hayatını kaybeden kolluk güçleri için de durum böyledir. Ölen her bir askerin polisin, az sayıda da olsa korucunun hayatı estetize edildi, idealize edildi, yüceltildi, her birinin öyküleri ana haber bültenlerinde bir bir anlatıldı. İktidar için bu hayatlar, yası tutulmayı hak eden hayatlardır. Çünkü bu hayatlar, iktidarın, egemenlik alanını korumak için feda edilmiş hayatlardır. Dolayısıyla, bu hayatların bitişi iktidar için birer kayıptır.
Bu yazıyı yazdığım saatlerde, Mardin’in Dargeçit ilçesinde defnedilmek istenen HPG’li bir gencin cenaze töreninin kolluk güçlerince gaz, tazyikli su ve plastik mermilerle hedef alındığı haberleri geliyordu.
İktidarı cenaze törenlerine hücum ettiren motivasyon nedir?
Yasın, kuvvetli bir toplumsal gücü vardır. Türkiye’de, Kürtler ve Aleviler gibi toplumsal kesimler söz konusu olunca yas, örgütlenmenin harcı görevini görür. Bu yüzden Türkiye’de iktidarlar, devlet eliyle hayatını kaybetmiş, düzene muhalif olan Kürtlerin, Alevilerin ardından yas tutulmasını kendine dönük büyük bir tehlike olarak görür. Çünkü yas, kitlelerde, toplumsal hafızayı diri tutar, işler ve muhafaza eder. Toplumsal yas, ulusal kimliği inşa eden yastır. Devlet güçlerinin Cizre ve Sur bodrumlarında hayatını kaybetmiş insanların cenazelerini yakması tam da bununla ilgilidir. 2015 yılının Temmuz ayından beri devam eden çatışmalarda hayatını kaybeden 500 kişi arasından 122 kişinin kimlik bilgilerine hâlâ ulaşılamamış olduğu biliniyor. Bunun yanı sıra; TİHV (Türkiye İnsan Hakları Vakfı) 22 Mart 2016 tarihli raporu, sadece Cizre’de 59 cenazenin kimliği tespit edilmeden “gömüldüğü” yönünde tespitler içermektedir. Cizre’de, “Küllerin yası tutulmaz” varsayımıyla onlarca cenazenin yakılmış olduğu anlaşılıyor. Bu yüzden, bodrumlarda hayatını kaybetmiş olan insanların ardından oluşacak muhtemel bir toplumsal hafızanın önüne geçmek için, cenazelerin fiziki olarak tamamen yok etme amacı güdüldüğü görülüyor.
Egemenler, Kürt coğrafyasında cenazeleri gömülmeden mahrum bırakmayı, ölünün huzur bulmasını engelleyici bir intikam adına uygulasa da, bu uygulamanın yaşayanların dünyasında olumsuz sonuçlar yaratmasını hedeflemektedir. Yasının tutulmasına izin verilmeyen cenazeler üzerinden, başta cenaze sahibi aile olmak üzere, cenazeye sahip çıkmak isteyen kitlelerin de cezalandırılması amaçlanır. Çünkü, hakkıyla toprağa teslim edilmeyen, yası tutulmayan/tutulamayan cenazeler bir sonraki kuşaklara korku olarak olarak taşınacak ve yaşayanların huzurunu kaçıracaktır.