02 Nisan 2016 11:02

Bizden çalınanı yerine koymak, bizden esirgeneni almak için...

Her sabah bir tedirginlikle kaldırıyoruz kafamızı yastıktan, her akşam katlanarak artan bir tedirginlikle baş koyuyoruz yastıklarımıza. Televizyonlardan korku sahneleri, gazetelerden vahşet satırları, cep telefonu mesajlarından komplo teorileri, otobüs duraklarından can korkusu yükseliyor.

Paylaş

Her sabah bir tedirginlikle kaldırıyoruz kafamızı yastıktan, her akşam katlanarak artan bir tedirginlikle baş koyuyoruz yastıklarımıza. Televizyonlardan korku sahneleri, gazetelerden vahşet satırları, cep telefonu mesajlarından komplo teorileri, otobüs duraklarından can korkusu yükseliyor. Cehennem, gelecekte var olacak bir şey değil de, burada, çoktan aramızda, her gün içinde yaşadığımız, yan yana durarak ama aslında birbirimizden kilometrelerce uzakta hissederek yaşadığımız bir ülkenin adı gibi. Korkuyoruz. Korktuğumuzdan utanıyoruz. 

Tekinsiz bir sokakta, karanlık bir yokuşta, nereye çıktığı belli olmayan merdivenleri tırmanırken yaşadığımız güvensizlik duygusunun bizden çaldığı şeyi düşünün: Önce kendimize saygımızı! Sonra etrafımıza güvenimizi! Hayatının iplerinin bir başkasının elinde olduğunu, kaderinin hiç görmediği ama varlığını her yerde hissettiği birilerinin iki dudağı arasında olduğunu düşünmenin yarattığı güçsüzlüğü düşünün. 
İşte yaşadığımız tam olarak bu. 
İnsanlığın kaderinin birilerinin iki dudağı arasında olduğunu yaratılan korku iklimiyle her an içimize nakşeden bu barbarlık düzeninde önce kendimize, sonra insanlığın değiştirici gücüne olan inancımızı kaybediyoruz. Dünya soluklaşıyor. Milyonlarca rengin içimizi şenlendireceği bir dünya hali yerine siyah beyaza indirgenen bir hayata mahkum ediliyoruz. Ya ak, ya siyah! Ya bizden, ya onlardan! Ya bizdensin ya düşmansın! 
Bugün küçücük çocuklara tecavüz edilmesinin vahametini bile failin “onlardan ya da değil” olmasıyla tartan bir toplum düzeniyle karşı karşıyayız. Bugün kadın katillerinin “ben dindar bir insanım” diye savunma yaparak kendini aklayabileceğini düşündüğü bir adalet mekanizması içinde hak arıyoruz. Bugün en küçük bir talebin bile “dört bir yanımız düşmanla çevrili, aman devletin kudretine zeval gelmesin” diye bastırıldığı, hakkını isteyenin karşısına “Sen terörist misin?” diye çıkıldığı, IŞİD’li elebaşı salıverilirken “barış” diyen akademisyenin demir parmaklıklar arasına gönderildiği bir devlet düzeninde başımıza bir şey gelmesin diye hapishanelere dönen evlere sığınıyoruz. 
Hayat, sonunun nereye varacağını bilmediğimiz karanlık bir merdivenden ayağını nereye bastığını bilmeden tırmanmak gibi bir şey haline geldi... 
Kapağımızdaki siyah beyaz resim içerisinde, o tekinsiz sokaktaki dik merdivenleri bu korkuyla tırmanan kadının yüzüne bakın. Son basamakta yüzünü böylesine güldüren, yüzünü böyle aydınlatan ne olabilir, bir düşünün: Cehennem olmayanı, yani tanıdık bir umut duygusunu, güven duygusunu görmenin ferahlığı değilse nedir sizce bu gülüşün sebebi? O umut duygusunun içinde açtırdığı çiçekler değilse nedir eteğine dolan gökkuşağı? 
Bizden çalınanı yerine koymamız lazım. Bizden esirgenen insanca yaşamayı hak ettiğimiz duygusunu alıp kendimize katmamız lazım. İnsanın en temel ihtiyacı olan güven duygusunun çiçekleneceği toplumsallığı yeniden inşa etmemiz lazım. Kendimize saygımızı geri kazanmamız, insanlığa güven duymamız lazım... 
Nasıl mümkün bu? Riskli olanı seçerek: Tanıdık bir umut duygusunu taşıyanlarla buluşarak, o umut duygusunu birlikte hatırlayarak, çok olarak, yan yana durduklarımızla kilometrelerce uzakta olduğumuzu değil, omuz omuza olduğumuzu bilerek, hissederek... Daha önce bir araya gelmediklerimize fırsat vererek... 
Bizi “ak ve kara” olarak ayıranlara insanlığın bugüne biriktirdiği renk cümbüşüyle cevap vermek için her renkten insanla bir araya gelmek lazım. Bizi güçlü kılacak, bizi tekinsizliğin korkusuna değil güvenin huzuruna kavuşturacak olan bu. 
Nisan dergimizdeki yazılar, nasıl oluyor da ak ve kara olarak bölünebiliyoruz sorusuna kadınların hayatına değen yönleriyle cevap veriyor. Örneğin, bir 8 Mart şenliğindeki “çokluktan” heyecan duyarken, bir anda “ak ve kara” olarak bölünmenin esaslı bir toplumsal ayrışmadan kaynaklanmadığını, bize “doğru” diye gösterilenleri tartıştığımızda esas bölünmenin ekmeği kazananlarla ekmeği küçültenler arasında olduğunu anlatıyoruz. Örneğin, memlekete sinen “ne olacağının bilinemezliği” ve “kontrol edilemezliği” duygusunun zaten zor olan hayatlarımızdaki zorlukları nasıl katmerlendirdiğini... Ve çok olarak, çok paylaşarak, çok olmaya çalışarak kazanacaklarımızı sıralıyoruz. Sokağın diriltici gücünü, sokakta olmanın yenilediği güven duygusunu...    
Bizi “ak ve kara” olarak bölmeye çalışanların, ortak bölenlerin en büyüğü olan sınıfsal bölünmenin üstünü nasıl da bu sahte bölünmelerle örtmeye çalıştığını hatırlatıyoruz. 
Ortak bölenlerin en büyüğüne karşı birleşerek güçlenmek için 1 Mayıs var önümüzde; işçilerin, emekçilerin mücadele günü. Üretenlerin emeği üzerinde yükselen dünyada, en çok emekçi kadınların bir araya gelmeyi, çiçeklenip renklenmeyi hak ettiği gün. Her fabrikada, her atölyede, her evde, bizi buluşturan yegane değer olan emeğin hakkını aldığı günlerde buluştuğumuz bir 1 Mayıs olsun! Tüm emekçi kadınlara kutlu olsun...

ekmek ve gül

ÖNCEKİ HABER

Türkiye nereye gidiyor?

SONRAKİ HABER

Dostcam işçileri, patronun 'sendikayı bırakın gelin' çağrısını reddetti

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa