18 Mart 2016 15:00

Yerel yönetimlerin özerkliği, neoliberalizm ve sosyal şovenizm

Paylaş

Arif KOŞAR

Başbakan Ahmet Davutoğlu, Cizre, Sur, Nusaybin gibi merkezlerdeki askeri operasyonlar sonucu ortaya çıkan yıkımın ardından “rehabilitasyon” ve “terörle mücadele”nin seyrine ilişkin 10 maddelik bir “master plan” açıkladı. Planda, ortaya çıkan insanlık dramı karşısında esnafa kredi, kentsel dönüşüm, telafi eğitimi gibi önlemler yer almakla birlikte, çok tartışılan “yerel yönetimlerin güçlendirilmesi” gündemine de değinildi. “Yasal ve idari düzenlemeler” başlığı altında “yerel yönetimlerin yetkileri genişletilecek” derken, “ancak istismar edilmesine izin verilmeyecek” diye eklemeyi de ihmal etmedi .
“Yerel yönetimlerin güçlendirilmesi”, AKP hükümetinin, iktidara geldiği 2002 yılından beri tekrarlayageldiği en önemli argümanlarından birisi. Hem parti programında hem de seçim bildirgelerinde mutlaka bu “talep”e yer verilmiştir. Bazı yetki ve sorumlulukların belediyelere devredilmesinin Kürt ulusal hareketine güç kazandırabileceği endişesi, hükümetin bu düzenlemelerden bir ölçüde uzak durmasına neden oldu. Ancak vazgeçtiği anlamına da gelmedi. Kürt belediyelerine “olanak” yaratmayacak biçimde, bazı hizmetlerin yerel yönetimlere devrini, mali özerkliği, neoliberal politik hattının bir gereği olarak savundu; kimi yönleriyle yaşama geçirdi.
Yerel yönetimlerin özerkliğine ilişkin tartışmaya girmeden önce iki olguyu birbirinden kesin olarak ayırmak gerekir: Birincisi; çeşitli “kamusal” hizmetlerin yerel yönetimlere devri ve giderek piyasaya açılması, sadece Türkiye’de değil, dünyada da tekelci sermaye ve uluslararası kapitalist örgütlerin neoliberal yeniden yapılandırma programlarının temel bileşenlerinden birisidir. İkincisi ise, yine günlük dilde “yerelleşme” olarak da ifade edilebilen, ama esasen Kürt ulusunun geleceğini bölgesel özerklik ile belirleme talebinin bir parçası olarak, merkezi yetkilerin “Kürt ulusal örgütlerine” devredilmesi, yani bölgesel özerklik mücadelesidir. Bu, Kürt ulusunun Türklerle birlikte, ama haklarıyla ve statüsü tanınarak “özerk” olarak yaşama iradesidir. Bu, ilkinin aksine, Kürt sorununun çözümü ve demokratik haklar için Türkiye egemenleri ve onunla işbirliği halindeki emperyalist gericiliğe karşı mücadeleyi kaçınılmaz olarak içermektedir.
Neoliberal yerelleşmecilik ise, “yerel yönetimlerin demokratikleşmesi”, “güçlendirilmesi”, “özerklik”, “özyönetim”, “katılımcılık” vb. iddialara dayanıyor olmasına rağmen, demokrasiyi gerektirmemekte, neoliberal iktisadi hedefleri merkezine almakta, eski ya da yeni tipte bir burjuva/piyasacı merkeziyetçiliği sürdürmektedir. Bu tür politikalar, çelişiyormuş gibi gözükse de, tamamen baskıcı ve anti-demokratik koşullarda da sürdürülebilir. Şili ve Türkiye’de yerelleşme uygulamalarının darbe süreçlerinde ya da hemen ardından ortaya çıkmış olması tesadüf değildir. AKP gibi demokratik hak ve özgürlükleri ortadan kaldırma konusunda hızla ilerleyen bir hükümetin programının temel gündemlerinden birisinin (elbette Kürt belediyelerini bir kenara bırakarak) yerel yönetimlerin “güçlendirilmesi” ve hatta “özerkliği” olması bu açıdan bir çelişki değildir.
Bu nedenle, Türkiye’de, AKP başta olmak üzere, CHP ve diğer burjuva partilerin yanı sıra TÜSİAD, MÜSİAD, TOBB gibi sermaye örgütleri neoliberal yerelleşme politikalarını savunmaktadır. Genel bir adem-i merkezileşmenin, dünya trendinin bir parçası olarak, Türkiye’de de piyasanın etkinliğini arttıracağını, uluslararası tekellerin ülkeye çekilmesi için zorunlu bir “kamu reformu” olduğunu düşünmektedirler. Kısmen piyasa dışı kalmış alanların uluslararası piyasaya açılmasını içerdiğinden, tam da bu anlamda “demokratikleşme”nin gereği olarak görülmektedir.
Kürt ulusal hareketi de, AB’den devşirilen ve bahsi geçen sermaye örgütleri tarafından da savunulan yerelleşme politikalarını, ikili bir düzlemde benimsemektedir. İlki, ulusal özgünlüğü göz ardı edildiğinde klasik bir neoliberal yerelleşmecilik olarak yorumlanabilecek olan eğitim, sağlık, “güvenlik” vb. hizmetlerin Kürt illerindeki belediyelerin tasarrufuna bırakılması. Böylece, Kürt ulusunun kendisini yönetmesi ve hizmetleri kendisinin belirlemesinde belli bir mesafe alınması için bir zemin sağlanmış olabilir. Kendi kaderini tayin hakkı bağlamında bütün hizmetleri, idari ve siyasi yönetimi Kürtlerin üslendiği bir statü, Kürt ulusunun hakkıdır; bu açıdan bu hakkın sahiplenilmesi ve demokratik çözüm olarak bir bölgesel özerklik savunusu ilerici ve devrimcidir . İkincisi ise, Kürt ulusal önderliğinin sosyalizmi ve “toplumsal mülkiyeti”  reddinden kaynaklanan, sosyalizmi ulus-devletle eşitleyip yerine merkezi iktidarın yerellere “dağıtıldığı” iddiasındaki liberal/yerelci, kimi noktalarda neoliberalizmle birleşen ideolojik/politik perspektifinin sonucu olarak, tüm Türkiye için genel bir adem-i merkeziyetçiliğin savunulmasıdır. Bunu, Kürt ulusal hareketinin Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nı savunmasında, AB’nin yerelleşme reformlarını ulus-devlet mantığına karşı demokratikleşme adımlarını olarak yorumlamasında , Türkiye’de Kamu Yönetimi Temel Kanunu gibi neoliberal yerelleşmeci yasaları desteklemesinde ve daha birçok açıklamasında görmek mümkündür.
Bu çerçevede, bu yazının merkezi konusu neoliberal yerelleşmenin, “özerk yerel yönetim” kavramının dünya örneklerine dayanarak analizidir. Demokratikleşme midir, yoksa piyasalaşma ve yeni bir merkezileşme midir?

NEOLİBERALİZM VE İDARİ YENİDEN YAPILANMA
16. yüzyıldan itibaren Avrupa’da merkezileşme eğilimi, kapitalist ilişkilerin gelişmesiyle birlikte, yerel aristokrasilerin egemen olduğu derebeylikleri güçlü bir krallık etrafında birleştirme zorunluluğundan doğdu. Feodal yönetimler altında, bütün merkezileşme çabalarına rağmen, yerel bölgelerin iktisadi (örneğin vergiler), hukuksal ve idari mekanizmaları arasındaki farklılıklar devam etti. 18. yüzyılın sonunda kapitalist ilişkiler ve burjuva sınıfın etkinliğinin artmasıyla, eski devlet biçimi yeni iktisadi, sosyal, siyasal ilişki ve güç dengesiyle uyumsuz hale geldi, devrimler ya da İngiltere’de olduğu gibi “uzlaşmalar” yoluyla yerini modern burjuva ulus devlete bıraktı. Burjuva devletin temel yönelimi; feodal bölünmüşlüğe ve farklılıklara karşı “eşitlik, özgürlük, kardeşlik” sloganlarında ifadesini buldu, ancak bu ilkeler çarpıtılarak ve burjuva sınırlar içerisinde yaşama geçirildi. Bu süreçle birlikte, sermaye, ülke içinde ulusal pazarın birliğini kurarken, merkezileşmiş devlet aygıtı vasıtasıyla siyasi egemenliğini sağladı.
Burjuva ulusal devletlerin ortaya çıkışından itibaren merkezileşme yönelimi, yerellerdeki idari kontrol mekanizmaları ile gerçekleşti. Merkezi idare, ulusal sınırlar içerisinde yetki-kaynak-sorumluluk aktararak, yerel idari birimler kurdu ya da eski idari birimleri yeniden yapılandırdı. Yerelin özelliklerini zayıf da olsa dikkate almakla birlikte, başta belediyeler olmak üzere yerel yönetim mekanizmaları, merkezi devlete doğrudan bağlı birimler olarak işlev gördü. Bu dönemde geliştirilen yerelleşme ve bölgeselleşme politikaları, burjuva devletin düzenlemeleri çerçevesinde yerel birimleri merkeze bağlamayı hedefledi. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından 1980’lerin başına kadar ilden geniş çevrelerde bölge düzeyinde planlama yapmak, “ulusal kalkınmacı” planlamanın tamamlayıcı bir etkinliği olarak düşünüldü . Bugünkü anlamda kapitalist yerelleşme politikaları henüz gündemde değildi.
1973-74 uluslararası kapitalist krizi, ekonomiye doğrudan müdahale eden, işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesi sonucu kimi hizmetleri ücretsiz bir biçimde örgütlemek zorunda kalan “sosyal devlet”e yönelik liberal eleştirinin gücünü arttırdı. “Ortaya çıkan” krizin sorumlusu olarak “sosyal devlet” uygulamaları gösterilirken; eğitim, sağlık, sosyal güvenlik hizmetleri ve emekçileri koruyan yasal/fiili düzenlemelerin bürokrasi, hantallık, verimsizlik ve totalitarizme neden olduğu iddia edildi.
Neoliberal dönüşüm süreci 1970’lerde Pinochet ile Şili, Thatcher ile İngiltere ve Reagan ile ABD’de başladı, ardından tüm dünyada radikal bir biçimde devam etti. Bir önceki dönemin devlet yatırımları hızla özelleştirilirken, ücretsiz ve merkezi biçimde organize edilen eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, emeklilik vb. hizmetler “yerelleştirme” ve “demokratikleştirme” adı altında piyasaya açıldı. İşçi sınıfı mücadelesi sonucu çalışma yaşamındaki pek çok koruyucu düzenleme, esnek çalışma uygulamalarıyla, işçi sendikalarının da beli kırılarak ortadan kaldırıldı. Sermayenin hareketini ve sömürüyü sınırlandıran her türlü düzenleme, “katılık”, “küreselleşen dünyayı anlamamak”la itham edilirken, sadece emek gücü değil, doğal kaynaklar ve piyasa dışı tüm alanlar uluslararası tekellerin yatırım ve sömürüsüne açıldı. Böylece, son çeyrek yüzyılda, yoksulluk, eşitsizlik, açlık, katliam ve savaşların egemen olduğu; sermaye yatırımlarını çekmek üzere “dibe doğru yarış” koşullarının kutsal sayıldığı, milyarlarca insanın bu rekabette kaybeden olmasının baştan kabul edildiği ve tekelci sermayenin giderek daha az elde toplandığı bir dünya tablosu ortaya çıktı.
Bu süreçte, toplumsal yaşamın bütün alanları neoliberal yeniden yapılanma sürecinden geçirildi. Sömürge ülkelerde, IMF ve Dünya Bankası programları bir borç-alacaklı ilişkisi çerçevesinde, emperyalist ve gelişmiş kapitalist ülkelerde ise yine uluslararası ve ulusal kapitalist kuruluşlarca yönetildi. Çalışma yaşamında esneklik için binlerce proje gerçekleştirildi. Üretim taşeron firmalara dağıtıldı. Bütçe disiplini adı altında her türlü sosyal harcamada kısıntıya gidildi ya da kaldırıldı. Devletin idari ve yerel yönetimlerinde piyasa kuralları ana ilke olarak tanındı, böylece bir bakıma şirketleştirildi. İstihdam yapısı esnetildi, kısa süreli çalışma, belirli süreli iş sözleşmeleri, taşeronlaşma, kiralık işçilik ve sendikasızlık yaygın bir eğilim haline geldi. Finansallaşma, kredi kartı üzerinden borçlanma ile geliri olmayan bir tüketim dünyası kurulurken, kapitalist krizler ertelenerek daha şiddetli hale geldi. Kültür, sanat, medya, bilişim, enformasyon, iletişim; büyük bir postmodern propaganda dahilinde neoliberal kalıba sokuldu.
Dönemin en önemli tartışmalarından birisi; ekonomik ve idari mekanizmada devletin rolüne ilişkin oldu. Milton Friedman  ve Chicago Okulu  temsilcileri, piyasaya müdahale edilmediğinde emeğe hak ettiği oranda ödeme yapılacağını, tam istihdama ulaşılacağını ve tüm sorunların kendiliğinden çözüleceğini iddia etti. Tekelci sermayenin bu iktisadi temelli projesinin süslenmesi ise liberal demokrasi vaadiyle yapıldı. Devletin baskıcı politikalarına karşı halk öfkesini arkasına alan neoliberal yaklaşım; kazanılmış hakların ortadan kaldırılması, özelleştirme ve piyasalaşmayı “devletin küçültülmesi” ve “demokrasinin gelişmesi” olarak formüle ederek kutsadı.
Piyasanın kutsandığı bir dönemde, devlet, piyasa ilkeleri temelinde yeniden yapılandırma sürecine sokuldu. Klasik anlamda “kamu yönetimi”nin yerini “yeni kamu işletmeciliği” anlayışı aldı. Yerelleşme politikalarının hangi kapsamda yaşam geçirildiğini görmek için, kamu alanındaki egemen yaklaşımlara ve uygulamalara biraz daha yakından bakmakta fayda var:
1970’li yıllardan itibaren hız kazanan neoliberalizmin, kamu yönetimindeki karşılığı çeşitli teorilerde ifadesini buldu. Bunlardan birisi “kamu seçimi” kuramıydı. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından ortaya atılan, ancak 1970’lerdeki kapitalist krizle güç kazanan kuram; hükümetlerin daha önce üstlenmiş oldukları (“tam istihdamı sağlama”, kapsamlı kamu hizmetleri gibi) kimi görevleri ya azaltma ya da tamamıyla bırakma yoluna girmeleri gerektiğini iddia ediyor, kamu hizmetlerinin özelleştirilmesini savunuyor, hükümetlerin rekabetçi piyasa koşullarına göre çalışmasını öneriyordu. Teorisyenlerinden Ostrom, kamu seçimi kuramının destekleyeceği ideal siyasi sistemin adem-i merkeziyetçi bir yapı olduğunu söylemişti. Kamu seçimi ekolünün öncülerinden olan James Buchanan, aynı zamanda anayasal iktisadın da kurucularındandır. Anayasal iktisat yaklaşımı da, kamu seçimi teorisinin içselleştirdiği gibi, siyasetin ekonomiye müdahale etmesini engelleyecek bir işleyişi öngördü. Siyasetçiler, seçmenlerin desteğini kazanma kaygısıyla halkın kimi taleplerini karşılayacak davranışlarla mali dengeyi ve piyasanın dokunulmazlığını bozacak uygulamalarda bulunabilirdi. Anayasal iktisat bunu engellemek üzere kurallar koymayı savundu, her türlü sosyal politikayı reddetti. Serbest piyasanın ilkelerinin anayasal ilkeler haline getirilmesini talep etti. Bu açıdan iktisadi ve dolayısıyla siyasi yetkileri kısıtlanan merkezi hükümetin neoliberal politikaların teknik icracısı olması öngörüldü.
1980’lerde devletin tamamen piyasa ilkeleri çerçevesinde şekillendirilmesi gerektiği fikri “yeni kamu işletmeciliği” anlayışında kristalize oldu ve uygulama alanı buldu. Buna göre, hükümetin rol ve amacı özel sektör değerlerine göre yeniden tanımlandı, politika yapma araçları piyasa üzerinden tarif edildi. Diğer liberal kamu yönetimi kuramlarında da kullanılan yerelleşmenin, yeni kamu işletmeciliği açısından özel anlamları var. Borins’e göre yerelleşme, yeni kamu işletmeciliği kapsamında gittikçe artan bir yönetim özerkliğine denk düşer. Bu nedenle merkezi idarenin yaptığı kontroller azaltılmalı, örgütsel ve bireysel performans ödüllendirilmeli, yöneticiler insan kaynaklarını ve teknolojiyi performans hedeflerine uygun olarak kullanmalıdır. Buna göre; liberal yerelleşme, piyasada rekabetin yaygınlaşmasına hizmet ederek, mal ve hizmetlerin özel sektör ya da özel sektör gibi çalışan kamu sektörü tarafından verilmesini öngördü. İngiltere’de yapılan bir araştırma, 12 kamu sektörü örgütünde yürütülen alan çalışmasında (konut, sağlık ve ortaöğretim sektörlerinde dörder örgüt incelenmiştir) kapitalist yerelleşme reformlarının farklılık gösterdiğini, ancak meşrulaştırma gerekçelerinin genelde aynı olduğunu göstermiştir: Daha fazla etkinlik, verimlilik, müşteri odaklı hizmet anlayışı, harcamaların kontrol edilmesi. Yeni kamu işletmeciliği, hizmetlerin sunumunda geniş bir adem-i merkezileşme ve yetki devri önermektedir. Yeni kamu işletmeciliği kapsamında yaşama geçirilen yerelleşme reformlarının temel sonuçları da, özelleştirme, kamu hizmetlerinin ticarileşmesi, esneklik, kamu kurumları için performansa dayanan kriterler, kamu kuruluşları bütçelerinin azaltılması, hizmetlerin piyasa ekonomisi ilkelerine göre yeniden düzenlenmesidir . Böylece, yerelleşme, tekelci sermayenin işçi sınıfı ve emekçilere karşı yürüttüğü çok boyutlu neoliberal saldırıda kamu reformlarının bir parçası olarak gündeme geldi ve yaşama geçirildi.

YEREL YÖNETİMLERİN ÖZERKLİĞİ
Peki, “yerelleşme”, “yerel yönetimlerin güçlendirilmesi” ya da “özerk yerel yönetimler” ile ne kastediliyor? Bu kavramların “yerel demokrasi”, “halka yakınlaşma” vb. iddialarını bir kenara koyarak, esas olarak ne söylediğine ve ne yaptığına bakmak gereklidir. Örneğin, liberallere göre; yerelleşme politikalarının temel amacı; “yerel karar verme sürecinde devletin değil toplumun ağırlık kazanmasıdır”. Bu açıdan “demokrasinin geliştirilmesidir”. Ancak, bu hangi yolla yapılacaktır? Halk karar alma süreçlerine katılacak mı ya da doğrudan kendi örgütleriyle kendisini “özerk” bir biçimde yönetecek midir? Kapitalizmin ve tekelci sermayenin iktisadi ve siyasi egemenliği koşullarında bu ne kadar mümkündür? Yerel yönetimlerin izleyeceği politikalar, işçi sınıfı ve emekçilerin çıkarlarını mı merkeze alacaktır, yoksa merkezi yönetimin olduğu gibi, tekelci sermayenin ihtiyaçları çerçevesinde mi şekillenecektir? Piyasanın kimi uygulamaları kısıtlanıp emekçileri koruyan düzenlemeler arttırılacak mıdır, yoksa “özerklik” hakkından yola çıkılarak, tamamen kaldırılacak mıdır? Bütün bu soruları yanıtlamayı ilerleyen bölümlere bırakarak, öncelikle “yerel yönetimlerin özerkliği” ile ne kastedildiğine odaklanalım.
1985 yılında Avrupa Konseyi nezdinde kabul edilen Yerel Yönetimler Özerklik Şartı 3. Maddesi, yerel özerkliği; yerel yönetimlerin, kanunlar çerçevesinde, kendi sorumlulukları dahilindeki faaliyetlerin önemli bir bölümünü düzenleme ve yönetme hakkı olarak tanımlamıştır. Yerel yönetimlerin harcamalar ve bu harcamaları finanse edecek kaynaklar konusunda sahip oldukları serbestliği anlatmakta olan mali özerklik ise, kavramsal içeriği yönünden farklı şekillerde ve farklı derecelerde tanımlanmaktadır. “Mali özerklik yerel yönetimlerin sadece gelir kaynaklarına karar verme ve bunları tahsil etme serbestliğini içermemektedir. Aynı zamanda kaynakları diledikleri harcamalara yönlendirmeyi, ihtiyaç duyulduğunda borçlanma yoluna başvurup, borç seviyesine ve borçlanmanın niteliğine karar vermeyi, kullanıcıları tarafından finanse edilen bazı yerel yönetim hizmetleri için fiyat tarifelerini belirlemeyi, serbestçe bir taşınmaz mal varlığı politikası izlemeyi, bütçe ve nakit yönetimini de içermektedir”.
“Yerel yönetimlerin güçlendirilmesi” ise, kimi yetki ve hizmetlerin merkezi devlet aygıtından yerel yönetimlere ya da piyasa ile özdeşleştirilen yerel unsurlara devredilmesine işaret eder: “Merkezi yönetim tek ve son belirleyici unsur olmaktan uzaklaşmakta ve kamusal mal ve hizmetlerin sunulmasında ve farklı yönetsel faaliyetlerin gerçekleştirilmesinde merkezi yönetimin yanında çeşitli düzeylerde örgütlenmiş yerel örgütlerin de söz hakkı bulunmaktadır.”
Diğer yandan “yerel yönetimlerin özerkliği”, “mali açıdan kendi kaynaklarını sağlama hakkının tam olarak yerelde olmasını”, böylece merkezi devlet aygıtına “bağımlılığın azaltılması ya da kaldırılmasını” gerektirir. Hatta “yerel özerkliğin temel şartı ve aracı olan mali özerklik derecesi/mali yerelleşme düzeyi”  yerel yönetimlerin özerkliğinin esas belirleyicisi olmaktadır.
Neoliberal yerelleşmeciliğe göre; yerelleşme vatandaş ile devletin yürütme aracı olan kamu yönetimi arasındaki mesafeyi kısaltmaktadır. Yönetim faaliyetlerinin yerelleşme tecrübesinin devlet tarafından kamu yönetiminin dolaylı bir şekli olarak düşünülmesine veya algılanmasına ihtiyacı yoktur. “Yerelleşme toplumun taleplerini doğrudan ifade etmesine yarayan bir unsurdur.”
Buna göre; demokrasi ile kapitalist/noliberal yerelleşme arasında doğrudan bir ilişki söz konusudur. “Demokrasi bir yönetim biçimi olarak devletin iktidarının sınırlandırılmasını öngörmektedir.” “Yerelleşme aynı zamanda halkın sosyal, ekonomik ve siyasi kararlarda yönetime katılımını sağlayarak yönetişim olgusuna katkı yapmaktadır. Bu şekilde bireysel potansiyellerin artırımı sağlanırken devletin hassasiyeti, şeffaflığı ve hesap verebilirliği üzerine de vurgu yapılmaktadır.”

***
Günümüzde uygulanan yaygın yerelleşme politikaları sonucunda devletler, yönetim sistemlerini yerelleşme ilkesi kapsamında yeniden şekillendiriyor. Dünya Bankası, 1999-2000 yılı Raporu’nda adem-i merkezileşmenin kaçınılmaz olduğunu özellikle vurguladı. Dünya Bankası kapitalist bir ülkenin 21. yüzyılda başarılı olup olamayacağını, yerelleşme ilkesini hangi ölçüde içselleştirdiği ve yönetim sistemine uyarladığı ölçüsüyle değerlendirmektedir. Bu noktada, yerelleşme ilkesi, yönetsel anlamda başarılı olmanın belirleyici bir unsuru olarak ortaya çıkmaktadır. Bununla birlikte Dünya Bankası “küreselleşme”yi yerelleşme ile birlikte ve birbirinin tamamlayıcısı ve destekleyicisi olarak değerlendirmektedir.
Birçok Avrupa devletinde neoliberal yerelleşme politikaları uygulanmaktadır. Almanya, Avusturya gibi federal devletlerde, federal devletin federe devlet (eyaletler) üzerindeki kontrolü anayasa ile sınırlandırılmıştır. Belçika ve İspanya gibi devletlerde de aynı şekilde merkezi yönetimin yetkilerinin azaltıldığı, yerel yönetimlere devredildiği görülmektedir. Fransa ise, 28 Mart 2003 tarihinde bir dönüm noktası olarak değerlendirilen anayasa değişikliğini gerçekleştirerek desantralizasyon  “reformunu” geri dönülmez kılmıştır. İrlanda, 1991’de Local Act Government ile yerel yönetimlere genel yetki alanı ve güçlü yetkiler tanımıştır. Yunanistan, 1994’te, il yönetimlerini il yerel yönetimlerine çevirmiştir. Portekiz ve İsveç’te yeni bölge rejimlerine ilişkin denemeler yapılmıştır. Belçika, iki düzeyli bir federe devlet haline gelmiştir. İspanya ve İtalya, bölgesel yerinden yönetimlere yasama yetkisi verilmesini öngörerek, yerel özerkliğin arttırılması konusunda düzenlemeler yapmışlardır.
Federasyon, bölgeli devlet, üniter devlet, özerk bölgelere dayanan üniter devlet, konfederasyon gibi çok farklı devlet biçimlerinin bulunduğu dünya örneklerinde, devletin idari ve siyasi formel yapılanmasına dair çeşitli kıtalarda, hatta bölgelerde birebir benzer yapılanmalar bulmak mümkün değildir. Örneğin farklı ulusal ve etnik motivasyonlar olmamasına rağmen Almanya’nın federe (eyalet) devletlere dayanan federal devlet yapılanmasında; Almanya’nın 1871 yılında gerçekleştirdiği siyasi birliğini sağlama biçiminin tarihsel olarak önemli bir etkisi vardır . Keza İtalya’da 1922-1946 yılları arasındaki faşist yönetimin tüm baskıcı uygulamalarına rağmen, hemen ardından gidilen bölgesel idari kurumsallaşmada eski şehir devletleri ve krallıkların kültürel kalıntılarını görmek mümkün. 2012 yılında teknokrat Monti hükümeti, tasarruf adına vilayetleri birleştirilmek isteyince tarihsel hassasiyetler yeniden öne çıkmış ve Monti planı büyük tepki almıştı . Yine İspanya, özerk bölgelere dayanan bir idari yapılanmayı benimsemiştir. Ancak 4 bölge, İspanya’nın geri kalan bölgelerinden ayrı ulusal/kültürel özellikler taşıdığından, bu bölgelerin yetkileri diğerlerine göre çok daha geniştir.
Bölgeselleşme ve yerelleşme reformları, ulusal koruma ve sınırlamaları zayıflatan neoliberal politikalar kapsamında gündeme geldiği için Fransa gibi “bölge” geleneğine sahip olmayan birçok ülkede bölgesel idari yapılanmayı gündeme getirmiştir. Ekonomik büyüme, yatırım ve rekabet; bölgeler/yereller temelinde kurgulandığından, merkezi kontrolü de içeren yerelleşme politikaları dünya genelinde yaygın bir eğilim haline gelmiştir. Türkiye’de istatistiksel verilerin AB standartlarına uyumla yeni istatistiksel bölge birimleri üzerinden yapılandırılması, AKP Hükümeti temsilcileri ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da dönem dönem eyalet/bölge yapılanmasına yaptıkları atıflar , Kamu Yönetimi Temel Kanunu ve yerel hizmetlerin taşerona devri gibi uygulamalar, herhangi bir demokratik açılımın değil, bu neoliberal yerelleşme paradigmasının yansımasıdır.

YERELLEŞME VE PİYASALAŞMA
Liberal yaklaşım, demokratikleşmeyi ve demokrasiyi “devletin küçültülmesi” ve piyasa mekanizmasının önündeki engellerin kaldırılmasına indirgemiştir. Buna göre piyasa; halkın doğrudan katılım sağladığı, herkesin eşit olduğu, bağımsız bir biçimde tercihte bulunabildiği, özgürlüğün somutlandığı ve yaşama geçtiği bir alandır.
Burada “devletin küçültülmesi” tartışmasına kısaca değinmekte fayda var. Liberalizm, ortaya çıktığından beri “teorik olarak” devletin piyasaya müdahalesine karşı çıkmış, bunu her alana müdahale eden devletin küçültülmesi olarak tanımlamıştır. Liberalizm ve neoliberalizmin devletin küçültülmesinden anladığı her türlü “kamu” faaliyetinin özelleştirilmesi, devletin başta asker, polis olmak üzere salt bir baskı aygıtı olarak gerçekleşmesidir. Bu açıdan komünizmin devletin küçülmesi/sönümlenmesi ve giderek yok olması ufku ile bu liberal yaklaşımı birbirinden kesin olarak ayırmak gerekir. Marksizm açısından devletin küçülmesi ve sönümlenmesi, sömürü ilişkileri ve onun temeli olan üretim araçlarındaki burjuva özel mülkiyetin kaldırıldığı koşullarda, gerçek bir yerelleşme ve özyönetim ile halkın en küçük işyeri ve yaşam alanında başlayarak, tüm kamusal işleri bizzat eline alması, işçi sınıfı ve emekçilerin kendi kendini yönetmesi ve giderek ayrı bir bürokratik tabakaya gereksinimin tamamen ortadan kalkarak devletin sönümlenmesi, yok olmasıdır. Bu açıdan, sosyalizm, “yerellerin yetkilendirilmesini”, yani yereldeki işçi ve emekçilerin kendi kaderlerini kendi ellerine almasını öngörür. Elbette kaderin bu kendi ellerine alınışı, sınıfın öncelikle egemen sınıf olarak örgütlenmesi ve ulusal hatta uluslararası düzeyde bir planlama ve koordinasyonla birlikte olanaklı olabilir ki, merkez ve yerelin ilişkisi bakımından uygulama, demokratik merkeziyetçilik olarak tanımlanabilir. Kapitalist yerelleşmecilikten farkı, üretim araçları üzerindeki burjuva mülkiyetin ve sömürü ilişkilerinin ortadan kaldırılması, gerçek bir özgürlüğün ve yerel demokrasinin koşullarının ortaya çıkmasıdır.
Dünya Bankası, IMF, DTÖ, OECD, AB gibi uluslararası kapitalist kuruluşlar açısından ise, yerelleşmenin merkezinde, merkezi devlet faaliyetlerinin sınırlandırılıp piyasanın, yani sermayenin diliyle “yerel”in güçlendirilmesi vardır. Bu açıdan Dünya Bankası piyasayı “yerelleşmenin en mükemmel biçimi” olarak tanımlamaktadır. “Yerelleşme özelleştirmeye ortam sağlayan bir yapı sunarken, bugün özelleştirme uygulamaları yerelleşme sürecinin en önemli parçası olarak kabul edilmektedir.”  Böyle bir yerelleşme; kamu mallarının satışı, özel sektörün hizmet sunumunda payının artırılması ve kâr güdüsünün kamu yönetiminin her alanında davranışlara yansıtılmasını anlatmaktadır. Dünya Bankası’na göre, yerelleşme politikasının temel nedeni ekonomiktir. Bu modelde etkinlik; kamu hizmetlerinin, yetki genişliği ile özelleştirme arasında değişen uygulamalar aracılığıyla sunulabilmesini anlatmaktadır. Neoliberal yaklaşımın adem-i merkezileşme tanımı, “kamu kudreti”nin devletten özel sektöre aktarılmasını öngören bir içeriğe sahiptir. Uluslararası kapitalist örgütlere göre; adem-i merkezileşme, devlet içi bir hareket değil, yönetsel/siyasal karar gücünün sermayeye devredilme sürecidir. Dünya Bankası, birçok ülke için, uygun bir merkezileşme–yerelleşme dengesinin, hükümetlerin etkin ve verimli çalışması açısından gerekli olduğunu söylemektedir. Buna göre, merkezi yönetim, uygun ve etkili ulusal politikalar izleyecek ve düzenlemeler yapacak, yeni kamusal sorumluluklar üstlenmesi için de yerel kurumsal kapasiteyi geliştirecektir. Merkezi yönetimin ‘elzem’ ya da ‘vazgeçilemez’ rolü, yerelleşme politikasını güçlendirmekle sınırlıdır . Dünya Bankası, kapitalist yerelleşmeye konu olan başlıca kamu hizmetlerini; eğitim, sağlık, altyapı, sosyal güvenlik, su yönetimi, doğal kaynak işletimi ve çevre olarak belirlemiştir.
Dünya Bankası’nın eğitimde yerelleşme örneği bu açıdan oldukça çarpıdır. DB, okul işletmeciliğini, “eğitim hizmetlerinin yerelleşmesi”nin en radikal biçimi olarak tanımlamaktadır. Okul merkezli işletmeciliğin en önemli bileşenini ise, ‘Okul Merkezli Bütçeleme Sistemi’ oluşturmaktadır. Dünya Bankası, eğitim hizmetlerinde “yerelleşme” zincirini ilk olarak merkezden yerele, ikinci olarak yerelden okula doğru kurmaktadır. Kendi başına bırakılan her yerel ya da okulun, işletme yönetim ve tekniklerini (toplam kalite yönetimi, stratejik planlama, vb.) benimsemesi, piyasa mekanizmaları aracılığıyla kaynağını yaratması istenmektedir. Buna göre devlet bütününden ve genel bütçeden koparılan kamu okulları, özel okullar ile eşitlenmekte ve piyasa şartlarına terk edilmektedir. Dünya Bankası tarafından sunulan “yerelleşme” modeli, temel olarak, eğitimin mali yükünü, yerel yönetimlere, sivil toplum örgütlerine ve asıl olarak ailelere kaydırma amacını taşımaktadır. Sistem, çekiştirilerek bozuşturulan “özerklik” ve “katılım” kavramları üzerinde yükselmektedir.
Dünya Bankası’nın eğitimde yerelleşme modeli her ülkede farklı şekilde karşımıza çıkmaktadır. Örneğin, Uganda’da öğretmen maaşları ve ders kitapları dışındaki bütün okul ihtiyaçları bağış sistemi ile karşılanmaktadır. Guetemala’da, okul işletmeciliğinden sorumlu, velilerden oluşan okul kurulları faaliyet göstermektedir. Bu kurullar öğretmen sözleşmelerinin yapılması, okul sağlık programları, eğitim malzemelerinin alınması ile okulun diğer ihtiyaçlarının karşılanmasından sorumludur. Hindistan’da, okul merkezli işletmeciliğe geçilen okullarda, ailelerden bağış yapmaları, kaynak sağlamak için çeşitli faaliyetler düzenlemeleri ya da okula belirli bir ücret ödemeleri istenmektedir. El Salvador’da, ‘Toplum Eğitimi Birlikleri’ adıyla oluşturulan yapılar, eğitim bakanlığının yaptığı kaynak aktarımıyla okulları ‘işletmekte’, öğretmenleri seçmekte, maaşları ödemekte, okulların çeşitli ihtiyaçlarını karşılamakta ve okul geliştirme programlarına kaynak bulmak için hükümetle ve uluslararası kurumlarla görüşmeler yapmaktadır. Dünya Bankası’nın yerelleşme politikasında “demokrasi” “katılım”a eşitlenmekte, katılım ise “harcamalara katılma” olarak tanımlanmaktadır. Böylece ‘yerel halkın katılımı’, ‘toplumsal talebin dile getirilmesi’, ‘etkinlik’ gibi soyut hedefler yüklenen yerelleşme politikası, gerçekte tek bir amaca hizmet etmektedir: Kamusal mekanizmaların özel sektöre devredilmesi.
İngiltere’de Thatcher yönetimiyle birlikte başlayan neoliberal uygulamalar, “idari yapıda yerelleşme” ve “hizmetlerin özelleştirilmesi” sonucunu vermiştir. Yerel hizmetlerin “rekabetçi piyasa” koşullarında sunumunu zorlayan “zorunlu rekabetçi sunum eğilimi” (compulsory competitive tendering: CCT), 1988 tarihli yerel yönetimler yasasında somutlaştı. Yasa, İngiliz yerel yönetimleri tarafından üstlenilen çöp toplama, temizlik, bina ve caddelerin bakımı, yemek sağlama, eğitim vb. sosyal hizmetlerin “rekabetçi piyasa koşulları” altında özel şirketlere devredilmesinin önünü açtı. 1992 yılında çıkarılan yeni yerel yönetimler yasasıyla ise, CCT, profesyonel hizmetler olarak adlandırabilecek, mimarlık, mühendislik gibi hizmet alanlarının yanı sıra kamu kurumlarının finanssal, yasal, personele ilişkin teknik hizmetlerini de içine alacak şekilde genişletildi.
ABD’de hizmetlerin yerelleşmesi kapsamındaki gündeme gelen neoliberal uygulamalar sonucu; pek çok kentin, cadde ve sokaklarının temizliği, onarımı, trafik lambalarının bakım ve onarımı, ambulans servisleri, sağlık ve sosyal programları, yeşil alanlarının bakımı gibi hizmetler özel şirketler tarafından yürütülmektedir. ABD’de özelleştirme eğilimi o kadar gelişkindir ki; kent yönetimlerin bile özelleştirilebileceği ifade edilmektedir. Almanya’da da yerel yönetimler, çöplerin toplanması ve bakım hizmetleri ile ilgili görevler yanında ulaşım, mezarlıklar, kamu parkları ve yeşil alanların bakımı, planlama, inşaat, kültürel ve dinlendirici tesisler ve karşılıklı yardımlaşma gibi hizmetlerin sunumunu taşeron firmalara devretmektedir. Bu alanlarda taşeronlaşmanın yanı sıra piyasa kurallarına göre işleyen belediye şirketleri ya da ortaklıkları da devreye girebilmektedir. Ukrayna’nın 1991’de Sovyetler Birliği’nden ayrılarak açık kapitalist biçimlere geçmesinin ardından, 1997 yılında, yerel yönetimlerin temel yapısını belirleyen bir yasal düzenleme çıkarılmıştır. Bu yasa, yerel yönetimlerin özerkliğini arttırıcı yönde düzenlemeler içermiş, aynı zamanda yerel yönetimlere daha fazla sayıda hizmet sunum “sorumluluğu” vererek desantralizasyon yönünde ilk adımları atmıştır. Kapitalist piyasa ekonomisine geçiş sürecinde, devlet işletmeleri, yükümlü oldukları hizmetleri yerel yönetim birimlerine devretmiştir.
Sömürge ve geç kapitalistleşmiş ülkelerde de yerelleşme uygulamaları, genel neoliberal yeniden yapılandırma programlarının bir parçası olarak gerçekleşmiştir. Dünya Bankası’nın yerel yönetimlere olan ilgisi, 1980’lerin sonlarından itibaren ön plana çıkmış, 1990’lı yıllarda Dünya Bankası tarafından yerel yatırım alanları için verilen proje kredilerinde hızlı bir artış olmuştur. Bu dönemin karakterize edici özelliği, bir kentin su ve kanalizasyon gibi alt yapıya ilişkin yatırımlara kredi verilmesiyken, 1990’ların sonunda, Dünya Bankası kredileri, ülkenin belediye sisteminin ya da yerel yönetim sisteminin yeniden yapılandırılmasına/reorganizasyona yönlendirilmiştir. “Kurumsal düzeyde yapılan reorganizasyonlar, kamusal nitelikteki pek çok hizmetin desantralizasyonu, daha önce belediyelerin kendi eliyle yürüttüğü çeşitli kentsel hizmetlerin sunumunda giderek daha çok özel sektör kuruluşlarından yararlanılması, Şili’nin yeni belediye sistemini karakterize eden temel unsurlardır.”  Şili’de, 1980 sonrasında, o zamana kadar merkezi hükümet tarafından yürütülen sağlık, eğitim, gençlere yönelik hizmetler gibi birçok hizmetin yönetimi için belediyelere yetki verilmiştir. Şili’de yönetim alanında ortaya çıkan ilk gelişme, ülkenin 12 yeni, yönetimsel açıdan özerk olan metropol alana bölünmesidir. Yönetim alanında yapılan yasal düzenlemeler ve finansal karar alma sürecinin desantralizasyonu ile belediyelerin çalışma yapısının, özel sektördeki kâr amaçlı yönetim anlayışına benzemesi amaçlanmıştır. Yerel hizmetlerin sunumu ise, yoğun bir biçimde özel şirketlere devredilmiştir.
Görüldüğü üzere, farklı ülkelerdeki yerelleşme uygulamalarının tamamının merkezinde kamu hizmetlerinin yerellere devredilerek özelleştirilmesi vardır.

NEOLİBERAL YERELLEŞME VE DEMOKRASİ
Neoliberal yerelleşme uygulamalarının en temel siyasi iddialarından birisi “demokratikleşme” ve “yerel halkın yönetime katılımının arttırılması”dır. Bu konuda iki temel argümandan bahsedilebilir: Birincisi; “yerel nitelikli ihtiyaçların yerinden belirlenmesine olanak sağladığı, bu bağlamda da yerel halkın isteklerini belirtme, isteklerle hizmetlerin örtüşmesi, karar alma süreçlerine katılımın sağlanması noktasında ortaya çıkmaktadır.” İkinci olarak, “yerel yönetimlerin politik çoğulculuğu desteklediği ve bu noktada otokrasiden gelen baskıcı etkileri hafifletmede etkili olduğu yönündedir.”
Birinci argümandaki yerelleşme politikaları ile hem halkın karar alma süreçlerine katılımının arttığı, hem de kamu hizmetlerinin halkın ihtiyaçlarına daha büyük oranda hizmet sağladığı iddiasını daha ayrıntılı ele almak gerekir.
Öncelikle, “yerel nitelikli ihtiyaçların yerinden belirlenmesi”, “halkın isteklerini belirtme”, “isteklerle hizmetlerin örtüşmesi” iddiası ile kastedilen; bir önceki bölümde ifade edilen kamu hizmetlerinin önce yerel yönetimlere, sonra ya da aynı süreçte “yerel piyasalara” devredilerek özelleştirilmesi ve piyasalaştırılmasıdır. Bu anlayış, demokrasi bir yana, halk iradesine ciddi bir tehdit oluşturmaktadır. Bir kamu hizmeti özel bir şirkete devredildiği zaman, bu hizmetin amaç ve içeriği, tamamen kâr güdüsü ve ticari çıkarlar tarafından belirleneceği için halk kontrolü ve denetiminin olması ve hele artması mümkün değildir.
“Yönetişim” kuramıyla birlikte daha da öne çıkan halkın yerel yönetimlere katılımı ve demokratikleşme iddiası ise, tamamen biçimseldir. Gerçek egemenlik ve tahakküm ilişkileri, formel katılımcılık ve piyasa yönetişimciliği ile gizlenmek istenmektedir.
Yönetişim, yerelleşme politikalarının en önemli bileşenlerinden birisidir. 1989’da ilk defa ortaya atılan yönetişim kavramı, neoliberal uygulamaların yaşadığı meşruiyet sorununu çözebilmek için formüle edilen modelin genel ismi haline geldi. Ancak neoliberalizmin çerçevesi sıkı sıkıya savunulmaya devam edildi. Dünya Bankası, “yönetişim” reformları olarak idari yerelleşmeyi, bürokratik kontrollerin azaltılmasını, siyasi liberalizmi ve özelleştirmeleri savundu. Her ne kadar yönetişim yaklaşımı, demokrasinin lafını etse de, özünde neoliberal felsefe, işletmecilik ve piyasalaştırma vardır. Özellikle bağımlı ülkeleri, yönetişim ve demokratikleşme adı altında neoliberal politikaların ilkelerine uyarlamayı amaçlamaktadır. Dünya Bankası, “Krizden Sürdürülebilir Büyümeye Sahra Altı Afrika” (1989) başlıklı raporunda, neoliberal politikaların uygulanmasının ardından ortaya çıkan sorunlara çözüm olarak; merkezden yerel birimlere yetki aktarımını, piyasa ekonomisinin ve işletmeci reformların uygulanmasını, kamu hizmetlerinin olabildiğince piyasalaştırılmasını savunur.
Belediyelere, öneri sunma ve danışma “yetkisiyle” sınırlı yerel meclisler ise tamamen biçimseldir. Bu “meclis” ya da “konseyler”i, hem içerik hem de biçim olarak üretim ilişkilerinin toplumsallaştığı ve sömürünün ortadan kaldırıldığı bir sosyoekonomik zemindeki, temel yönetim organları olarak şekillenen meclis, konsey, sovyet ya da komünlerle karıştırmamak gerekir. Kapitalist yönetişimciliğin yerel meclisleri; sermaye örgütlerinin belirleyiciliği altındadır ve yerellerdeki lobi faaliyetlerinin merkezi olarak şekillenmektedir.
Kapitalizmin, yani tekelci sermayenin iktisadi ve siyasi egemenliği koşullarında yerellerde katılımcılık lafta kalmaya mahkumdur. Bu koşullarda katılım ve/veya temsil edilebilirlik “seçkinler” ile sınırlıdır. Türkiye’de belediye meclislerinin yapısı incelendiğinde, bu meclislerin bileşiminin yerel toplulukların özelliklerini yansıtmadığı gözlenmektedir. Genel olarak belediye meclislerinde temsil edilenler işçi sınıfı dışındaki kesimlerdir. Yerel temsilcilerin meslekleri incelendiğinde ağırlıklı olarak esnaf, tüccar, sanayici, avukat, doktor, eczacı, mühendis ve müteahhit gibi sermaye temsilcileri ve meslek gruplarından kişiler bulunurken, işçi ve kamu görevlilerinin temsil olanağı hemen hemen bulunmamaktadır. Belediye meclislerinde aktif olabilmek için, günlük bir mesai ve ücrete bağımlı olmamak gerekir. Bu da, işçi ve emekçilerin yerel yönetimlerdeki temsilinin göstermelik düzeyde kalmasına neden olmaktadır. Öte yandan, günümüzde “demokratikliğin” ölçütlerinden biri olan kadınların temsil düzeyi de, parlamentoda olduğu gibi, yerel meclisler bağlamında da sınırlı kalmaktadır. Türkiye’de yerel meclislerde kadınların temsil oranı yüzde l’i bile bulamamaktadır. Katılımın daha küçük ölçekli birimlerde artacağı iddiası da, eğer bir mücadele süreci söz konusu değilse, geçersizdir. Sınırlı bir yasal çerçeve ile çizilen belediye toplantılarına belde halkının katılım konusunda yapılan araştırmanın bulgularına göre, araştırma kapsamına giren belediyelerin yüzde 75’inde belediye meclisi toplantılarına belde halkı katılmamaktadır. Toplumsal ve mekansal yakınlığın katılımı arttıracağı tezinin geçerliliğine ilişkin olarak; küçük ölçekli belediyelerde katılımın beklenenin aksine daha fazla değil, daha az olduğu ortaya çıkmıştır.
Belediye meclisleri açısından geçerli olanın, bu meclislerin “katılımcı” ve “demokratik” bir pazarlanmasının eklentileri olarak tasarlanmış “Kent Meclisleri/Konseyleri” açısından da geçerli olduğu belirtilmelidir.
Kapitalizm koşullarında yerellere artan vurguyla birlikte gündeme gelen kimi düzenlemeler de, yine biçimsel olarak kalmıştır. Geri çağırma hakkı  ve referandum, ancak görüntü icabı bulunmakta, istisnai koşullarda gündeme gelmekte ya da sermayenin çıkarları gerektirdiği ölçüde yaşama geçirilmektedir. En ileri örnekte; eğer belediye başkanı uygun görürse ya da büyük bir uzlaşmazlık söz konusu olursa veya -demokrasi sosuyla süsleme ihtiyacını karşılamak üzere- sermaye için oldukça önemsiz konularda referanduma gidilmesi öngörülmektedir. Halk karşıtı birçok uygulama yerel meclislerden büyük oranda uzlaşma ya da çoğunluk oyuyla geçtiği için; bu durum da ancak istisnai konularda gündeme gelmektedir.
Biçimsel bir demokrasinin ötesinde, tıpkı merkezi devlet aygıtında olduğu gibi, yerel yönetimlerde de egemen olan sermaye güçleri  olmaktadır. Yerel yönetimlerin özerkleşerek, “planlama” ve “kalkınma”ya yönelik ulusal düzenlemelerden uzaklaşmaları, piyasaya açılmaları; halka yakınlaşma değil, olsa olsa yerel sermaye güçlerinin; gerçekte ise uluslararası tekelci sermayenin belediyeler üzerindeki etkinliğini artırması anlamına gelmektedir. “Mali özerklik hakları” onları, kendi kaynaklarını yaratmak adına uluslararası finansman kuruluşlarıyla işbirliği yapar, fon alır duruma, dolayısıyla bağımlı hale getirmektedir. Neoliberal yerelleşme yaklaşımları, böylece “ulusal devletin” yerele müdahalesini kısıtlamayı öngörürken, uluslararası tekellerin ve kapitalist kurumların yerele müdahalesini güçlendirmekte, diğer yandan da yerel güç ilişkilerini yani sermaye egemenliğini yeniden üretmektedir. Gerçek bir yerel demokrasi, işçi sınıfı ve emekçilerin yerellerden başlayarak yönetime katılması, hatta bizzat yönetmesidir. Bu yönüyle yerellerle demokrasi arasında bir ilişki gerçekten de söz konusudur. Ancak, bu, tekelci sermayenin ulusal ve yerel düzeydeki egemenliğine, burjuva kapitalist ilişkilere son verilmesiyle, bir iktidar değişikliği ve işçi sınıfının egemen sınıf olarak örgütlenmesiyle mümkündür. Yoksa, tekellerle büyük toprak sahiplerinin iktidarının varlığı ve bunun ön kabulü, emekçi halkın kendi kendisini yönetmesi olarak yerelden başlayacak inisiyatif alışı ya da “katılımı”nın da, demokrasinin de önünün kesilmesi, daha doğmadan ölümünün fermanı ve olanaksızlığının yüksek sesle ilanıdır.
Neoliberal iktidarların yerelleşme politikalarının hedefinin, yerel yönetimlerin olduğu kadarıyla “kamusal özü” olduğu açıktır. Bu politikalar, yerel yönetim kurumlarının yetkili olduğu alanda genel-tek kuruluş olma tekeli ile birlikte kısmen kendisini de ortadan kaldırmaya varan geniş bir içeriğe sahiptir. Uluslararası kapitalist kuruluşların önerdiği, gelişmesine yardım ettiği yerelleşme politikalarının hedeflediği “özerk, kendi kendine yeten yerel yönetim yapılanması” ile tekelci sermayenin ulusal sınırların ötesinde yerellere ulaşması, yatırım ve “işbirliği” yapmasının önünü açmaktadır. “Küreselleşme sürecinde ulus devletin aşınmasını”, “yerelliklerin ve yerel yönetimlerin güçlendirilmesi” için bir fırsat olarak gören yerelleşme yaklaşımları açısından bakıldığında, yerelin öne çıkması, demokratikleşmeden çok, kentlerin rekabetçi ortamda emperyalist kapitalist düzene nasıl eklemleneceği sorusu ile ilişkilidir. Yerel yönetimlerin özerkleşerek, “planlama” ve “kalkınmaya yönelik” ulusal düzenlemelerden uzaklaşmaları, onları çeşitli konularda uluslararası finansman kuruluşlarına bağımlı duruma getirmektedir.
Kapitalist üretim ve sömürü ilişkilerinin belirlediği ulusal ve “yerel” toplumsal zemin üzerinde, tek başına neoliberal yerelleşme politikalarının demokratikleşme sağlaması mümkün değildir. Kapitalist bir toplumda temsili sistemin, temsil edilememe sorununu birlikte getirmesi doğaldır. Sorunun özünde toplumun sınıflı yapısı ve buna sıkı sıkıya bağlı olan güç ilişkileri yatmaktadır. Katılımın ve demokrasinin en önemli engeli bu olmakla birlikte, yerellerde gerçekleşecek en küçük demokratik bir ilerleme bile, işçi sınıfı ve emekçilerin özel olarak da “yerel”in mücadelesiyle söz konusu olabilmektedir. Tarihte, yerel yönetimlerin halkın kimi taleplerini karşılaması işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesinin yükseldiği, onların taleplerini sermaye ve iktidarına karşı örgütlü bir biçimde dayattığı koşullarda gerçekleşmiştir. Elbette, ülke genelinde anti-demokratik ve baskıcı koşullar hüküm sürerken yerelde demokratik taleplerin karşılanması ya mümkün değildir ya da toplam sonucu değiştirmekten uzak bir istisnadır. Bu açıdan, kapitalist yerelleşmenin yerellerde az ya da çok demokratikleşmeyi sağlaması bir yana, işçi sınıfı ve emekçilerin mücadeleleri ile kazanılmış kimi “yerel” hakların ortadan kaldırılması söz konusudur. Demokrasi, tekelci sermayenin reformlarıyla değil, ancak toplumsal mücadele ile kazanılıp gerçekleşebilir.

NEOLİBERAL YERELLEŞME VE EMPERYALİST MERKEZİLEŞME
Yerelleşme ile demokratikleşme arasında kurulan liberal bağlantının ikinci argümanı olan, yerel yönetimlere yetki devrinin merkezi devlet aygıtından gelen otoriter baskıları hafifleteceği görüşü de gerçekliğe uymamaktadır.
Neoliberal yerelleşme politikaları, piyasalaşmayla birlikte, eskisinin yanında yeni türde bir merkezileşmeyi öngörmektedir. “Merkez”, öncelikle tekelci burjuvazinin genel politik hattı doğrultusunda hareket eden hükümetlerdir; ancak bununla sınırlı değildir. AB, Dünya Bankası, OECD, NAFTA, APEC, NATO gibi emperyalist yapılanmalar, uluslararası kapitalist kuruluşlar, yerli ve yabancı sermaye örgütlerinin işbölümü içinde farklı roller üstlendiği piyasa mekanizmasına dayanan uluslararası bir çıkar “koalisyonu”dur. Bu açıdan kapitalist yerelleşme politikalarıyla birlikte, yetkilerin ulus-devleti aşacak şekilde emperyalist aşırı merkezileşmesi bir aradadır.
Bu açıdan Avrupa Birliği’nin işleyişi tipik bir örnektir. Bir yanda “yerel yönetimlerin özerkliği”, yerellerin piyasaya açılması ve demokrasi iddiası, diğer yanda AB’nin tüm temel politikalarının başta Almanya olmak üzere Avrupa tekelci sermayesinin kontrolündeki, biçimsel olarak bile halk iradesiyle hiçbir alakası olmayan AB kurumlarında merkezileşmesi eş zamanlı gerçekleşmektedir. Avrupa Parlamentosu bir danışma organı olarak sınırlanmakta, kararlar tekelci sermayenin belirlediği, hatta yasa tasarılarını hazırladığı Avrupa Komisyonu ve Konseyi’nde kotarılmaktadır. Bütün bunlar devlet iktidarının/otoritesinin örgütlenmesi açısından emperyalist merkezileşmenin açık biçimleridir. Yerelleşme politikalarının sonucu “merkez” ortadan kalkmamakta, tekelci sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda güçlenmektedir.
Yerelleşme sürecinde, tekelci sermayenin egemenliği değişmemekle birlikte, merkezileşme biçimlerinin sahip oldukları özelliklerde kimi değişiklikler olmaktadır. Doğrudan merkezi devlet kontrolünün yerini neoliberal paradigma ve tekelci sermaye tarafından belirlenen dokunulmaz piyasa ilkeleri almaktadır. Yerel yönetimlerin kendilerini piyasaya teslim etmesiyle, merkeziyetçiliğin eski biçimlerinden yeni daha içsel ve piyasaya bağlı biçimlerine geçiş gerçekleşmektedir. Kamu hizmetleri, devletin merkezi aygıtının doğrudan faaliyeti ya da yerel yönetimlere yetki genişletilmesi ile gerçekleştirilmemekte, sınırlama ve koruyucu önlemlerin kaldırıldığı bir piyasa mantığına teslim edilmektedir. Bir yerelde piyasaya açılan kamu hizmeti de, merkezi devletin kontrolünden uzaklaşmış gözükmekle birlikte, yerel sermayenin ya da onunla bütünleşmiş tekelci sermayenin merkezi kontrolü altına girmektedir.
İngiltere’de belediye hizmetlerinin özelleştirilmesinde gelinen noktada hizmet sunumunun büyük ölçüde tekelleşmekte olduğu görülmektedir. Örneğin; 1994 yılında özel şirketlere sunulan hizmetlerin yüzde 72’si 20 büyük firma tarafından sunulurken, 1997 yılında eğitim ve yemek sunumuna ilişkin ihalelerin yüzde 86’sının sadece 6 firma tarafından kazanıldığı belirtilmektedir. İngiltere’deki yerel yönetim reformlarıyla küçük şirketlere devri iddia edilmiş olsa da, kentsel hizmet üretiminin aksine büyük ölçekli ulusal ya da uluslararası tekellerin eline geçtiğini görülmektedir.  Fransa’da yerelleşme politikaları sonucunda idari bölgesel yönetimlere yetki devriyle birlikte çeşitli kamu hizmetleri, yerel yönetim piyasasına dağılmış olan üç büyük holdingin kontrolüne girmiştir. Tek başına içme suyu temininde özel sektörün payı yüzde 30’dan 1983’te yüzde 60’a yükselmiş, 1999 yılında ise yüzde 80’e yaklaşmıştır.
Yine hizmetlerin doğrudan özel sektöre devredilmediği alanlarda da yerel yönetimlerin piyasa kurallarına tabi olarak çalışması öngörülmektedir. Örneğin “yerel demokrasi ve sosyal demokrasi”nin “örnek” ülkesi İsveç’te, mali özerklikle birlikte merkezi denetim bazı konularda azalmış, yerini başka tür bir denetime bırakmıştır. “Performans denetimi”nin temel ilke haline getirilmesiyle, yerel yönetimlerin yıllık performans raporları yerel hükümet denetçileri tarafından denetlemekte, yerel hizmetlerin yerine getirilmesinde “toplam kalite yaklaşımı” esas alınmaktadır. Böylelikle; çalışanların özel sektör kurallarıyla mesaisini gerçekleştirmesi, “sonuç odaklılık”, “maliyetleri en aza düşürme” vb. performans ölçümleri ile yerel yönetimlerin varlığı ve işleyişi tamamen piyasa kurallarına tabi kılınmaktadır. Ayrıca “sosyal devlet” uygulamalarının oldukça gelişkin olduğu İsveç’te yerelleşme politikalarıyla birlikte sağlık alanı özelleştirme sürecine girmiş, bu alanda şirketler etkinliğini arttırmıştır.
Özelleştirme ve hizmetlerin piyasalaştırılması, merkeziyetçi kontrol ve baskının azalması gibi görülse de, yerini piyasanın baskı ve kontrolü almakta, bu da yeni bir merkeziyetçiliği geliştirmektedir. “Kamu seçimi”, “yeni kamu işletmeciliği”, “yönetişimcilik” türünden neoliberal politikalar, çeşitli kamu yönetimi kuramlarında görüldüğü gibi, sadece devleti ve kamu hizmetlerini değil, tüm toplumsal yaşam alanlarının piyasanın egemenliğine teslim edilmesini getirmektedir. Dolayısıyla pazar-dışı kalmış birçok alanın piyasaya açılması, bu açıdan devletin açık iktisadi faaliyetlerinin kısıtlanmış olması, demokratikleşme değil, sermaye egemenliğinin daha açık biçimleriyle ifa edilmesi, devletin piyasayı düzenleyici tüm sosyal rollerinden arınmış ve tamamen baskı ve idare mekanizması olarak şekillenmesi demektir. Yeni tür merkeziyetin uluslararası kurumsal ayakları Dünya Bankası, IMF, DTÖ, OECD, AB, NAFTA ve bunların yanında çok sayıda dernek ya da vakıf benzeri örgütler olarak sayılabilir. Bu merkezler, varlıklarını ancak, bütünleşmiş ulusal iç pazarların yöneticisi burjuva ulus devlet merkezlerinin kontrollerini kısıtlarken, yerel yönetimleri de kendi serbest alanları haline getirerek kurabilirler. Uluslararası işbölümü içinde yereller, bölgeler ve kentler doğrudan özerk “özneler” olarak uluslararası piyasa ilişkilerine dahil olmakta, tekellerin yatırımlarını çekebilmek için birbirleriyle rekabete girmektedir. Ulusal devletlerin geçmiştekine göre daha sınırlı müdahale ettiği ve de destek sağladığı yarışmacı bir kent ve bölge devlet modeline geçilmesi önerilmektedir. İktisadi ve yönetsel özerkliğe sahip bölgelerin/kentlerin ulusal sınırlamalara birçok açıdan tabi olmadan uluslararası kapitalist ağlara eklemlenebilmesinden hareket ederek, yerelleşmenin merkeziyetçiliği ve burjuva ulusal devleti ortadan kaldıracağı beklentisi ise, 1990’ların başında zirve yapan liberal bir hayaldi, ancak yaşananlar sadece teorik değil, pratik düzeyde de ulusal devletlerin ortadan kalkmadığını, emperyalizm varlığı devam ettirdikçe de kalkmayacağını göstermiştir. Çünkü devlet ve merkeziyetçi yapılanma; sadece sermayenin ulusal ölçekte egemenlik ve denetimi için değil uluslararası tekelci sermayenin egemenlik ve denetimi için elverişli araçlar olarak varlıklarını korumaktadır. Günümüzde burjuva politika, yerel yönetimlere daha fazla özerklik isteyerek, bu kurumların ulusal sınırlamalarla bağlarını gevşetmekte ve emperyalist merkezlere bağlanmalarını sağlamaktadır. Bu tür merkeziyet, kamu örgütlenmesinin yarı özerk ve özerk örgütler ile çok parçalı hale dönüşmüş zemininde yükselmektedir.
Neoliberal yerelleşmeciler, yerelleşme reformlarıyla merkezi devlet aygıtının vesayetinin ortadan kalkacağını iddia etseler de, uygulamada hükümetler idari vesayeti ve kontrolü öyle kolayca elden bırakmamaktadırlar. Elbette yine “kutsal” piyasa ilkeleri çerçevesinde...
Avrupa Birliği üyesi ülkelerin hem hizmetlere ilişkin yerel otoritelere yetki devri ile birlikte artan kural ve denetimleri, hem de Birliğin temel ilke ve kuralları, yerel kamu hizmetlerine ilişkin karar mekanizmasını, belirli bir ölçüde yerel yönetim birimlerinden merkezi yönetim ve Birliğe kaydırma sonucu yaratmaktadır. Örneğin, merkezi devletin özellikle eğitim ve sağlık hizmetlerini büyük ölçüde yerel yönetimlere devrettiği ülkelerde, merkezi devlet hizmete ilişkin sıkı bir uygulama çerçevesi çizmekte ve denetlemektedir. AB ise, temel ilke ve kurallara uygunluk ve özellikle rekabet kuralları ve devlet yardımları yönünden Adalet Divanı’nın yerine getirdiği denetimler ile etkili olmaktadır. Bu açıdan yerel yönetimlerin sundukları yerel hizmetlerin, kamu ihalelerine ilişkin kurallar yönünden incelendiği ve yerel yönetimler aleyhine sonuçlanan Adalet Divanı kararları, AB’nin yerel yönetimlerin “yerellik ilkesi” ve “yerel özerkliği”ni “piyasa kurallarının” dışına çıktığı anda denetlediği ve idari vesayeti hayata geçirdiğini göstermektedir.
Bütçe ve ekonomi yönetimine ilişkin 1992 tarihli Maastricht Kriterleri ile 1997 tarihli İstikrar ve Büyüme Paktı’ndan kaynaklanan mali sınırlamalar, merkezi yönetimin borçlanmaları ve bütçe açıklarının yanı sıra yerel yönetimler açısından da geçerlilik göstermektedir. Bu durum, yerel yönetimlerin özellikle borçlanma açısından şişkinlik gösterdiği ülkelerde yerel “mali disiplin” oluşturulmasını zorunlu kılmaktadır.  Yani, yerel özerkliğin radikal bir savunusunun yapıldığı AB hukukunda da, yerel yönetimlerin merkezi idarenin ya da bir üst yerel yönetim biriminin denetiminde (vesayet denetimi) olduğu söylenebilir . Bu denetim, neoliberal maliye ve ekonomi politikası izlemeyi, uygulanan politikalar arasında koordinasyon sağlamayı ve yerel yönetimlerin piyasaya açılmasını sağlamaktadır.
Temel politik tercihlerin piyasa mekanizmasına havale edilmesi, hatta bunun ilke olarak belirlenmesi, demokratik süreçlerin ortadan kalkması anlamına gelmektedir. Piyasayı kutsayan yeni kamu işletmeciliği ve yerelleşmecilik, üstü örtük olarak, piyasanın yeni Leviathan olduğunu ve buna itaat etmek dışında bir seçeneğin olmadığını kabul etmektedir. “Hükümdar piyasa, rekabet, değişim değeri, en güçlünün ayakta kalması gibi ilkeleri hayata geçirerek demokrasinin son kalan kırıntılarının da kamusal alandan çıkarılmasına neden olmuştur.”  Böylece yerel yönetimlerin güçlenmesi ve özerkliğe doğru yol alması, merkezin yok olmasını değil, piyasanın ve piyasada egemen olan uluslararası tekellerin merkezi varlığının güçlendirilmesini sağlamaktadır.

‘ÖZERKLİK’LERİ KARIŞTIRMAK
Aslında bu makalenin konusu olmamak ve ulusal hareket tarafından da birbirine karıştırılmakla –ve böyle bir karışıklıktan hiç değilse taktik nedenlerle fayda umulmakla– birlikte, Türkiye bağlamında ulusal sorunun çözümü olarak “özerklik” ile neoliberal yerelleşme politikalarının gündeme getirdiği “yerel yönetimlerin özerkliği” arasındaki farkın göz ardı edilmesine ilişkin bir ekleme yapmakta fayda var.
Yerel yönetim “reform”unun neoliberal piyasacı politikalardan yola çıkarak gündemleştirilmiş olması, Türkiye’de Kürt sorunu bağlamında “özerklik” tartışmalarında da kafaları karıştırdı. Yerel yönetimlerin güçlendirilmesi ve özerkliği, kimi çevrelerce Kürt sorununun çözümünün kritik aşamalarından birisi, kimilerince de ulusal birlik/bütünlüğün parçalanması olarak görüldü.
Kürt ulusal hareketi ise, bunu, Kürt illerinde kendi kendini yönetmenin zeminini hazırlayacak, elini güçlendirecek bir süreç olarak destekledi. Hatta, sadece Kürt bölgeleriyle sınırlı olmayacak bir şekilde, tüm Türkiye için yerelleşme/bölgeselleşme temelinde, Avrupa Yerel Yönetim Özerklik Şartı’na da sık sık atıf yaparak, neoliberal yerelleşmeci politikaları savundu, bu doğrultuda gündeme gelen Kamu Yönetimi Temel Kanunu gibi düzenlemeleri onayladı.
Kürt ulusal hareketinde, Kürtlerin kendisini özerk bir biçimde yönetme talebiyle, neoliberal yerelleşmeciliğin demokratikleşmeye katkıda bulunacağı beklentisi iç içe geçmiştir. Bir burjuva ulusal hareket açısından; demokratik ve anti-demokratik tutumların bir arada bulunması ve iç içe geçmesi kaçınılmazdır. Ancak, Kürt sorununa ve Türkiye özgülünde “yerelleşme” ve “yerel yönetimlerin özerkliği” tartışmalarına yaklaşımda, bu iki gündem; yani Türkiye genelinde “yerel yönetimlerin özerkliği” ile “Kürdistan’ın özerkliği” konusu –birbiriyle bağlantılı olsa da– iki ayrı sorundur ve birbirinden ayrı ele alınmalıdır. Çünkü birisi ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının, diğeri ise uluslararası tekellerin emekçilerin kaderlerine yönelik neoliberal dayatmasının konusudur. Kürt ulusal hareketi, Türkiye Kürdistanı için özerklik talep ettiğinde demokratik ve ilerici bir mevzide dururken, tüm Türkiye için önerdiği “yerel yönetimlere özerklik” projesiyle neoliberal yerelleşmeciliği savunma noktasına düşmektedir. Kürt hareketi, bu ikisini karıştırıp ilerici demokrat ve liberal yaklaşımları eklektik bir biçimde birleştirirken, yine bu iki “özerkliği” karıştıran kimi çevreler ise, Kürt sorununun özgünlüğünü gözetmeden burjuva sosyal şoven bir noktadan politika üretmektedir.
İlk yaklaşım Özgürlük Dünyası’nın bir önceki sayısında ele alındığından ; burada ikincisi ele alınacaktır. Bu yaklaşım, neoliberal “yerel özerklik” gündemi ile Kürt sorunu bağlamında özerklik talebi arasındaki farkı göz ardı ederken, mülkiyet ilişkileri açısından aynı güzergahta olmalarından yola çıkarak ikisini de gerici ilan etmektedir. Örnek olması açısından; sol.org.tr’nin “özerklik” konulu röportaj dizisine bakmakta fayda var.
Komünist Parti Merkez Komite Üyesi Kemal Okuyan, dizi kapsamındaki röportajında, Kürt ulusal hareketinin özerklik talebini tersten kurduğunu iddia ederken, özerkliği, Kürt ve Kürdistan sorununu dikkate almadan değerlendiriyor. “Her şeyden önce, özerlik tartışmalarında son derece önemli bir sorun var bugün: Özerklik, öncelikli olarak bütüne ilişkin yani ‘özerk olunan’a ilişkin bir tarif gerektirir. Bütünle uyumsuz ‘özerk’ olmaz. Önce Türkiye projesi olacak, onun bir uzantısı, onunla paralel, onunla tutarlı bir özerklik modeli geliştirilecek.” Ve “İşe özerklik tartışmasıyla başlamak zaten bir tuhaf.”
Önce, bütüncül bir “Türkiye projesi olacak, onun bir uzantısı” olarak bir “özerklik modeli geliştirilecek”. Çünkü, “Her şeyden önce bir temel konu var: Mülkiyet ilişkileri. Projenizde üretim araçlarının mülkiyetine ilişkin nasıl bir çerçeve öngörüyorsunuz? Kapitalist üretim ilişkileri olacak, ama o ülke özgür-demokratik olacak! Böyle bir şey yok.” ... “Özerklik bir toplumsal proje değildir. Bir toplumsal projenin uygulamasıyla ilgili önemli bir tercihtir.”  
Eğer böyle ele alınacaksa; uluslararası tekellerin tek tek ülkelere dayattığı neoliberal kapitalist “yerel özerklik” programı ile kendi dil, kültür ve yönetim haklarını savunan ezilen ulusların özerklik talepleri, örneğin İspanya’da Bask ve Katalanların , Britanya’da Kuzey İrlandalıların, Türkiye’de Kürtlerin verdikleri “özerklik” mücadelesi arasında hiçbir fark yoktur. Çünkü; hiçbiri özel mülkiyet düzeninin sınırlarını aşmamaktadır. Okuyan’a göre; “Kapitalist üretim ilişkileri olacağı” için halkın özerklik talebinin ve olası bir özerk bölgesel yönetimin “özgür-demokratik” olması mümkün değil! “Böyle bir şey yok.”
Sorun çok özetle şöyle ortaya konulabilir: Kürt ulusu, kendi dilinin, kültürünün ve genel olarak bir ulus olmaktan kaynaklı haklarının tanınmasını istiyor. Ulusal eşitsizliğe neden olan tüm baskıcı uygulama ve yasal düzenlemeler ortadan kaldırılmalı, uluslar arasında anayasal ve fiili eşitlik sağlanmalıdır. Ancak, bugün Kürt sorunu sadece Kürtlerin ulusal haklarının tanınmasıyla çözülebilecek aşamayı çoktan geçmiştir. Türklerle birlikte yaşamayı öngören bir formül olarak bölgesel bir özerklik temelinde Kürt ulusu kendi kendini yönetmek istiyor.
Şurası doğrudur: Kürt ulusal hareketi ve siyasi öncüsü, piyasa ilişkilerini ilerici bulan , tekelciliğe karşı sözde çıkışlarına rağmen kapitalizm karşısında düzen içi, hatta yerelleşme tartışmalarında olduğu gibi neoliberalizme savrulan bir perspektife sahiptir. Bununla birlikte, Kürt hareketi gerici, milliyetçi, inkarcı devlet yapılanması ve anti-demokratik yönetim biçimi karşısında halkçı, ilerici ve demokratik bir mevzidedir. Gücünü, meşruiyetini ve demokratik karakterini Türk ulus devletinin Kürtlerin bir ulus olmaktan kaynaklanan haklarını baskılamasından almaktadır. Ve niteliği gereği özerklik talebi, merkezi devlet aygıtıyla bir ilişkiyi gerektirdiğinden, ülke düzeyinde demokratik hakların tanınması mücadelesini öngörmektedir.
Okuyan, özerklik talebinin Kürt sorununun çözümü kapsamında gündeme geldiğini göz ardı edip onu anti-kapitalist olmamakla eleştiriyor. Evet, doğru, anti-kapitalist değildir. Ancak anti-kapitalist olmaması, özerklik talebinin demokratik, direnişçi bir halk hareket

ÖNCEKİ HABER

Tarihten Günümüze: Kürtlerde özerklik ve Türkiye’de örgüt-devlet boyutundaki tezahürü

SONRAKİ HABER

DTK’nın özyönetim deklarasyonu, neoliberal yerelleşme ve özerklik*

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa