23 Nisan 2016 00:50

AB’nin işçiler, gençler ve mültecilerle savaşı

Akdeniz'de mültecileri taşıyan bir teknenin batmasıyla AB'nin mülteci politikası bir kez daha Avrupa'nın gündemine taşındı.

Paylaş

Akdeniz’de yeniden mültecileri taşıyan bir teknenin batması ve Avrupa’ya gelmeye çalışan yüzlerce kişinin yaşamını yitirmesi, tüm Avrupa ülkelerinde AB’nin mülteci politikasını bir kez daha gündeme taşıdı. Libya ile de, Türkiye ile yapılan antlaşmanın benzerinin imzalanmasını isteyenler yanında, bunun çözüm olmayacağını düşününler de var.

Almanya merkezli Badische Zeitung, “Balkan güzergahının kapatılmasının ardından, Akdeniz’deki çok daha tehlikeli olan güzergah üzerinde yine mültecilerin boğularak yaşamını yitirmesi bir zaman meselesiydi. Savaşın, krizin ve ekonomik istikrarsızlığın hüküm sürdüğü çok sayıda devlet varken, sınırlar kapatıldığı için insanların şansını Avrupa’da aramaktan vazgeçeceğini düşünmek büyük bir yanılsama olur” yorumunu yaptı. Neues Deutschland’daki yorumda ise AB’nin ikiyüzlü politikası eleştirilerek; “AB, mültecilere karşı sessiz bir savaş sürdürüyor” denildi.

FRANSA’DA OHAL ÜÇÜNCÜ KEZ UZATILDI

Öte yandan Fransa’da hükümet kasımdaki terör saldırılardan sonra üçüncü defa olmak üzere Oalağanüstü Hal’i (OHAL) -bu kez iki aylığına- uzatma kararı verdi. Hükümet sözcüleri, cihatçı teröre karşı mücadelede OHAL’in gerekliliğini tekrar edip duruyor, ancak bunun gerçeklerin sadece bir yanını yansıttığı her geçen gün daha gözle görülür hale geldi. Yeni iş yasasına karşı mücadelenin güçlendiği, gençlerin buna aktif katıldığı bir dönemde hükümet OHAL’i gençlere karşı kullanmaktan de geri durmuyor. Polis, yapılan her gösteri ve yürüyüşe Fransa’da uzun zamandır görülmeyen bir şiddete başvuruyor. Çevirdiğimiz yazı 300’den fazla akademisyen, siyasi parti, dernek ve sendikacının imzaladığı ve kısa süre içerisinde de büyük bir destek alan bir metin ve devlet güçlerinin gençlere karşı kullandığı şiddete dikkat çekiyor.

İNGİLTERE’DE KORKU SİYASETİ

‘İngiltere Avrupa Birliğinde kalmalı mı’ tartışması haziran ayına kadar ülke gündeminden düşmeyecek gibi görünüyor. Muhafazakar hükümet AB’den çıkmanın getireceği finansal kayıpları gündeme getirmeye başladı ve korku siyasetini yoğunlaştırıyor. İngiltere’nin en büyük sol gazetelerinden biri olan Morning Star, ‘sol’un AB’den çıkma gerekçelerinin doğru olduğunu söylüyor ve neden hayır oyu kullanacağını açıklıyor.


AVRUPA’NIN MÜLTECİLERE KARŞI SESSİZ SAVAŞI

Tom STROHCHNEIDER
Neues Deutschland

Bir yıl önce Akdeniz’de mültecileri taşıyan geminin batması ve yüzlerce mültecinin boğulmasına yol açan felaket sonrası Angela Merkel, tepkisini, “Hepimiz suçluyuz, bu konuda daha fazla çaba harcamak zorundayız” sözleriyle göstermişti. Bir yıl önce tam olarak kaç kişinin öldüğü hâlâ bilinmiyor. Belki 800, belki 1000... Aynı Angela Merkel; “Kapımızın önünde, Akdeniz’de mültecilerin bu şekilde ölmesini engellemek için elimizden gelen her şeyi yapacağız” demişti. Ama ölümler durmadı, duracak gibi de değil.
Geçen günlerde yine Akdeniz’de mültecilerin boğulduğu haberi duyulunca politikacılar yine çok üzgün açıklamalar yaptılar. Bu kez kaç kişi ölmüştü? Ajanslar 400 kişiden söz ettiler. Çoğunluğu Somalili olan, savaştan, kovuşturmadan kaçan; AB’nin legal yollarla buraya gelmelerini engellediği, mültecilerle ilgili uluslararası sözleşmeler ihlal edildiği için bile bile ölüme gönderilen 400 kişi.  
Akdeniz’de ölümlerin durdurulması için sadece hiçbir şey yapmamakla kalmadı hükümetler, zor durumda olan insanları şebekelere teslim edip batacağı kesin olan teknelere binmek zorunda bırakacak, deniz ortasında yakalayıp kaçtıkları ülkelere teslim edecek ölümcül kararlar da aldılar. Ölümleri değil mültecileri engellemek için bir savaş sürdürüldü.
Merkel’in “Daha fazla çaba harcama” vaadi ne oldu? Zirveler yapıldı, sözler verildi. Avrupa’nın çevresindeki duvarlar kaçışla politik ticaret yapan diktatörlerin yardımıyla yükseltildi, çelikleştirildi. AB ülkeleri arasına da yeni duvarlar örüldü.
Mülteci krizi diye çarpıtılan şeyle, AB içinde kaçışa yardımcı olanların güçsüzlerle dayanışması ile sadece sağcı hükümetlerin değil tüm hükümetlerin acımasız tavrı arasındaki krizi derinleştirdi. Hükümetlerin sürekli söz ettikleri ‘Avrupa değerlerini söz konusu güçsüzler olunca nasıl çiğnediklerini gösterdi. Devletlerin bile bile yol açtığı mülteci ölümlerini umut taciri şebekelerin üstüne atmak ise sorumluluktan kurtulmak için sürekli söylenen bir yalandı. Eğer güvenli ve legal yollar açılmış olsaydı bu umut tacirlerinin değirmeni çoktan kurutulmuş olurdu.
Bir sene önceki trajedi sonrası ağız birliği halinde kaçış nedenleriyle mücadele edileceği söylenmişti. Gerçekte ise bir şey yapılmadı: O zamandan beri ne kriz bölgelerine silah satışı durduruldu ne de çatışmaların sona ermesi ya da diktatörlerin mahkum edilmesi yolunda adım atıldı. Küresel güneyin, ekonomisi güçlü kuzey tarafından sömürüsü başka bölgelere de kalkınma şansı verileceği sözlerine ve sayısız açıklamaya rağmen devam ediyor.
Her gün yoksul bölgelere yapılacağı sözü verilen milyarlar değerindeki yardımın kapitalist dünya tarafından iç edildiği haberini alıyoruz. Almanya’da kalkınma yardımlarının artmasının nedeninin ülkeye gelen mültecilere yönelik harcamalar olduğunun açıklanmasıyla, Avrupa’nın gerçek yüzü açığa çıkmış oldu. Kalkınma yardımının dünyanın başka bölgelerinde yaşayan insanların oralarda kalmak; yaşama koşullarını yaratma, kendi kendilerine yeter duruma gelmelerini sağlamak ve güçlendirmek için yapıldığı yalanı gün gibi ortaya çıktı.
AB liderleri, mülteci ölümlerini sözlü olarak mahkum ettiler ama ölümler devam ediyor. 2000 yılından beri Avrupa’ya kaçmak isteyen 30 bin kişi yollarda öldü. Bunu nasıl açıklayabilecekler? Yaptıkları, başka bölgelerden canlarını kurtarmak için yola çıkanlara karşı sürdürülen sessiz bir savaş değil mi? Ve bu vahşet sadece Akdeniz’de gerçekleşmiyor, Uluslararası Af Örgütü, Yunanistan’da on binlerce mültecinin pislik, sefalet içinde yaşamaya mahkum edildiğini açıkladı. […]
Ancak AB’nin diktatörlere yapılan yardımlar ve sınırlara çekilen dikenli tellerle mülteci göçünün durdurulacağını esas alan kaçışı sınırlandırma politikası da işe yaramayacak. Biz henüz kitlesel göçün başındayız. Bu nedenle sol hareketin yapması gereken ‘herkese açık sınırlar!’ talebinin içini politik olarak doldurmak, bunun ahlaki veya naif bir fikir/talep olmadığını kamuoyuna anlatabilmektir.
(Çeviren: Semra Çelik)


GENÇLERİNİ COPLAYAN BİR İKTİDAR ACİZDİR VE AŞAĞILANMAYI HAK EDER*

Liberation

Kasım 2015 ve OHAL’in ilanından bu yana devlet, sosyal gerileme ve şiddeti daha da hızlandırdı. Devlet, istediği her kişiyi, istediği zaman ve istediği yere atmak isteyen hırçın ve sömürmeye sabırsız bir sermayenin emrinde olduğunu artık gizlemiyor bile. Onuru, geleceği ya da sadece günlük yaşantılarının iyileşmesi için boyun bükmeden mücadele edenler hakkında açılan davaların, terörist muamelesi görenlerin ya da, Goodyear işçileri örneğinde görüldüğü gibi, hapis cezasına çarpıtılanların sayısı da giderek artıyor. Keza aynı hızla metodik bir şekilde polis şiddetinin dozu da arttırılıyor.
Öğrenci ve liseli gençler, dayanılmaz bir seviyeye gelen bu şiddeti haftalardır bizzat yaşıyorlar. 29 Kasım’da COP 21 İklim Zirvesinden önce Republique (cumhuriyet) Meydanı’nda 300’den fazla kişinin gözaltına alınması sadece bir başlangıçtı. 17 Mart ve Tolbiac üniversitesinden bir öğrenci grubunun şiddetle kovulmasından bu yana, gençlerin her sokağa inmesi gazlama, coplama ve gözaltına almalarla karşılandı. 24 Nisan’da Paris’in Bergson lisesinde okuyan 15 yaşındaki bir gencin aşırı donanmış 3 polis tarafından dövülmesi karşısında İçişleri Bakanı Bernard Cazeneuve’ün “şoka” uğradığını ifade etmesi utanç verici bir ikiyüzlülüktür.
5 Nisan’da, daha Bastille Meydanı’ndaki yürüyüşe bile ulaşmadan 130 tane liseli genç, sivil ve üniformalı polisler tarafından gazlanıp, coplandıktan sonra gözaltına alındı.[…] Bu olaylar listesi daha da uzatılabilir ve sadece Paris’le de sınırlı değil. […]
Bunlara göz yummamamız için daha kaç kafa kırılacak; ağır yaralar, hastaneye kaldırılmalar, acil tedaviler olacak; flash-ball’la ateş açmalar, küfür, tehdit savurmalar, liselerin önüne kadar gözaltına almalar yaşanacak? […] Bu tür bir şiddet, sözde François Hollande’ın cumhurbaşkanlığının merkezine konulduğunu iddia ettiği gençleri hor görmenin ifadesinden başka bir şey değildir. Gençleri coplayan bu iktidar aciz olduğu kadar ürkmüş ve aşağılanmayı da hak etmiştir. Umutsuzluk, sefalet ve sosyal gerilemeden başka bir şey sunmayan iktidarlarına karşı gençlerin öfke ve dayanışmasının büyüdüğünü görüyorlar.
Bu gençlerin bütün işçiler üzerinde oluşturabileceği olumlu ve belirleyici etkiyi de daha unutmuş değiller. 12 Nisan salı günü Saint-Lazare garına demir yolu işçileriyle buluşmaya gelen gençleri, polisin olağanüstü şiddetle karşılaması ve gençlerin birisini gözaltına alması işçi ve öğrenci birliğinin onları ne kadar korkuttuğunu açıkça gösteriyor. […]
Bu coplamanın cezasız kalmasına sessiz kalma bir sorumluluk payı taşıma anlamına gelir. Bu devamlı şiddeti mahkum etme tartışmasız olmalı, oysa ki ulusal düzeyde gerekli olanın çok altında bir tepki var. Yerel düzeyde parti, sendika, derneklerin ya da öğretmen ve akademisyenler içerinde bu düzenli şiddete karşı var olan tepkisi büyük basının sessizliğini delmek için hâlâ yeterli değil. Amalı ya da fakatlı konuşacak bir şey yok. Polis devletinin ve en büyük 40 tekelin şiddetini onaylayacak ya da kabul ettirecek alışkanlıklardan artık vazgeçme zamanı geldi.  

METNİN İLK İMZACILARI
Ludivine Bantigny (Akademisyen-Tarihçi), Emmanuel Barot (Filozof), Eric Beynel (Solidaires Sendikası Ulusal Temsilcisi), Manuel Cervera-Marzal (Akademisyen), Pierre Cours-Salies (Sosyolog-Akademisyen), Thomas Coutrot (Ekonomist-Attac Derneği Sözcüsü), Alexis Cukier (Filozof-Akademisyen- CGT Öğretim Federasyonu Sözcüsü), Laurence De Cock (Akademisyen-Tarihçi), Christine Delphy (Sosyolog-Akademisyen), Cédric Durand (Ekonomist-Akademisyen), Eric Fassins (Sosyolog-Akademisyen), Bernard Friot (Sosyolog-Akademisyen), Isabelle Garo (Filozof), Nacira Guénif (Akademisyen), Stathis Kouvelakis (Filozof), Olivier Le Cour Grandmaison (Akademisyen), Frédéric Lordon (Ekonomist-Akademisyen), Michael Löwy (Akademisyen), Willy Pelletier (Akademisyen), Jean-François Pellissier (Ensemble Partisi Ulusal Sözcüsü), Guillaume Sibertin-Blanc (Filozof), Enzo Traverso (Tarihçi-Akademisyen), Jérôme Valluy (Akademisyen).

*300 aydın, sendikacı, dernek yöneticisinin oluşturduğu bir kolektifin bildirisi
(Çeviren : Deniz Uztopal)


SOLUN AB’DEN ÇIKMAK İÇİN DOĞRU GEREKÇELERİ VAR

The Morning Star
Başyazı

Sol hareketinin AB’den ayrılma kampanyası başlatması olumlu bir gelişme, üstelik çoktan zamanı gelmişti.
Radyo ve medyaya, çoğunlukla Nigel Farage (AB karşıtı aşırı sağcı UKIP Partisinin Lideri), Boris Johnson (Muhafazakar Londra Belediye Başkanı) ve Michael Gove (Muhafazakar Adalet Bakanı) gibi gerici yobazlar hakim olduğu için, AB’den ayrılmaktan bahsedilince çoğunlukla sağcı siyasetçiler akla geliyor.
Irkçı veya yabancı düşmanı olarak görülmemek için işçiler, Brüksel’de merkezi olan büyük ve anlaşılması zor bir kurumun kendileri için faydaları hakkında şüphelerini dillendirmekten çekinebilirler.
Diğer yandan, ünlü AB karşıtı kişilerle aynı tarafta olmayı sindiremeyen insanlar, sırf bu yüzden AB’de kalmaktan yana oy kullanabilir. Ama yine de AB’de kalmaktan yana sözcülerin önde gelenleri David Cameron (İngiltere Başbakanı), George Osborne (Maliye Bakanı) ve Goldman Sachs (yatırım bankası) olunca, iki taraf da kötülük konusunda eş değerde sayılır.
AB karşıtlığı aslında ‘sol’da başlamıştı. 1975’de Morning Star gazetesi AB’den ayrılmaktan yana kampanya başlatan tek günlük gazeteydi.
O dönemdeki referandumda arkadaşımız ve yıllarca bu gazetede köşe yazarı olan Tony Benn (eski solcu, İşçi Partisi Milletvekili) ile beraber kampanya yürütmüştük.
Günümüz medyada köşe yazarları, Tony Benn’in Brüksel’e karşı (“Bennite” olarak bilinen) direnişini eski kafalı, basit bir kapitalist kulüp karşıtlığı olarak yansıtmak moda oldu.
Aslında geçmişte de bugün de mesele demokrasi.  “Seni yönetenlerden kurtulamıyorsan, demokraside yaşamıyorsun” demişti Benn.
Sosyalist bir hükümeti seçmek isteyen Yunanistan halkına yapılan aşağılamadan sonra, AB’nin en büyük taraftarlarının bile bu kurumun demokratik olduğunu savunma şansı pek yok. Bunun yerine bir “demokrasi açığı’ndan bahsediyorlar ve bunu reforme edilmiş bir AB’nin çözülebileceğini savunuyorlar.
Fakat sözü edilen “demokrasi açığı” bir tesadüf değil, AB kurumunun tasarlanışının ayrılmaz bir parçası.
AB Komisyonu Başkanı Jean-Claude Juncker bunu saklamaya çalışmıyor bile: “Avrupa anlaşmaları hakkında hiç bir demokratik seçenek olamaz”.
Sanayiye devlet yardımlarının yasaklanmasında, kamulaştırma yasaklarında ve sermayenin serbest dolaşımını savunmada ısrarcılığı, AB anlaşmalarının açıkça neoliberal olduğunu gösteriyor.
Kemer sıkma politikalarına son vermek, kamulaştırmayı genişletmek, zenginliğin eşit dağılımını sağlamak ve ekonomiyi çalışan insanlardan yana tekrardan düzenlemek isteyen İşçi Partisinin Yeni Lideri Jeremy Corbyn altında bir yeni hükümetten yana olanların, bu politik girişimlerin çoğunu yasaklayan bir AB içinde bunların nasıl mümkün olacağını açıklamaları lazım.
David Miliband bu hafta İngiltere’nin AB üyesi olarak “Uluslararası kurallara dayalı bir düzen” kurmaya yardımcı olduğunu iddia eden tuhaf bir yorum yaptı. İngiltere, ABD’yle yasa dışı şüpheli şahısları kaçırma skandalına karıştığı için parlamentoda özür dilemek zorunda kalan bu şahıs, belki de susmasını bilmeli.
Savunduğu “Kurallara dayalı uluslararası düzeni” bozan sayılı ülkelerden birisi olan İngiltere, Birleşmiş Milletlerin (BM) tutumuna karşı Irak’ın işgalinden vazgeçmemişti ve daha yakın geçmişte kurallara uymamak için BM’nin meclis tezkeresini bilerek yanlış yorumladı; böylece Libya’ya havadan saldırdı.
Üstelik 2014’de Ukrayna’daki iktidara zorla el koymayı savunan AB, “Kurallara dayalı uluslararası düzeni” destekliyor olamaz. Tabii konu ekonomik büyüme ve istikrar olunca,  bankaları kurtarma adı altında, daha serbest ticareti yaygınlaştırmak, işsizliği artıran özelleştirmeleri İrlanda’dan Yunanistan’a kadar uygulamak söz konusu olunca durum değişiyor.
AB’de kalma yanlısı grupların hiç biri bu kaygıları ele almadılar. ‘Sol’un başlattığı kampanya, yani “Lexit” kampanyasının görevi bu sorulara cevap aramak ve Avrupa projesinin çirkin yüzünü açığa çıkarmak olmalı.
(Çeviren: Çınar Altun)

Yeni yılda Evrensel aboneliği hediye edin
ÖNCEKİ HABER

Mülteci taşınan gemilerde mühimmat da taşınmış

SONRAKİ HABER

Aydın'da belediye binası inşaatında göçük: 4 işçi yaralı

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa