1 Mayıs 2016 04:11

Kalpsiz dünyanın kalbi

Nuray SANCAR

Din yoksullar için “kalpsiz bir dünyanın kalbi”*, ticareti yürüten varsıllar içinse koltuk değneğidir. Her biri farklı bir tanrıya inanan kabileleri birleştirerek ortak bir tanrının huzurunda kaynaşmış bir toplum yaratma saikindeki İbrahimi dinler, ticaretin maddi ve nakdi duygusuzluğuna bir anlam kazandırmak zorunda olan tüccar sınıfıyla, bu sistemin gadrine karşı sığınacak bir kalp arayan yoksulları aynı anlam dizgesinde buluşturmuştu. Ekinleri kötü ruhlardan korumak için bir rahip eşliğinde tarla sınırlarında dua okuyan köylüler, bu toprakların sahibi lortların ortağı olduğu yüce devletin çıkarlarının değil de kendi küçük geçim kaynaklarının üzerine titrediklerini zannettikleri sürece bu kaynaşma, düzenin teminatıydı. Hayrın ve şerrin sömürücü sınıftan değil de gizemli güçleri gücendirmekten kaynaklandığına inanıldığı sürece yoksula duadan başka bir yol kalmıyor, dua ise onları uslandırdıkça rejim arsızlaşıyordu.   

Giderek ruhbanların kendisi bir sınıf haline geldi. Bunların devletleri ve toprakları yönettiği, hem de ticareti kontrol ettiği günler geldiğinde yoksullara kilise mumlarının gizemli ışığında günah çıkartmak yetmedi. İsa’nın bedenini temsil eden ekmek ve şarap dinin vaat ettiği kaynaşmayı artık sağlayamıyordu. Para karşılığı satılan cennet tapuları bu dünyanın acılarına şifa olamıyordu. Yeni tüccar sınıfı ise Kilise’nin sınırlarını aşan daha büyük, denizaşırı topraklarda özgürce yayılmak istiyordu. Luther’in ve Kalvin’in reformdan geçirdiği din; yoksulların ayaklanmasına, tüccarların da pazarlarını geliştirmesine icazet verdiğinde; o zamana kadar bütün maddi dünyayı kontrol eden dinden siyaset, felsefe, sanatlar ve bilim de kendi özgür yolunu çizmek üzere ayrıldı. 1789 Fransız Devrimi devleti de dinden ayırarak dini özel hayatın sınırları içine hapsetti. O sıralar siyasetin de ticaretin de fetvaya ihtiyacı yok gibi görünüyordu. “Ayak takımı” ise sığınacağı kalbin kendi gövdesinde olduğunu fark etmişti.

POLİTİKANIN GİZEMİ DİNİN SİHRİ

İki yüzyıl boyunca Batı’da emekçiler dini kamusal alandan itinayla uzak tutmayı başardılar. Laiklik kapitalizmin vazgeçilmez bir normu haline geldi. Doğu’da da sömürgecilikten kurtuluş mücadelelerinin dini özel alana sıkıştırmak suretiyle yürütülmesi bundandır. Ne var ki, sonradan bu ülkelerle yeni bir ilişki tarzı kuran laik emperyalizmin “Bon Pour L’Orient”** lütfu sayesinde hem de bir Kalvin reformu çıkarmaya elvermeyen iktisadi-sosyal koşullar nedeniyle Ortadoğu ülkelerinin laikliği hep “Yeşil Kuşak” kuşatmasının sınırlarına çarpacaktı.

Din ile devlet işlerinin iç içe geçtiği Osmanlı imparatorluğu bakiyesi topraklarda Halifelik nizamını devralmayı reddederek kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde ise  siyasetle haşır neşir olan bir din anlayışı dipteki bir dalga olarak uzun süre yaşamını sürdürdü. Demokrat Parti döneminde kendisini kısmen legalize etse de bu dalga yüzeye çıkabilme imkânını AKP Hükümeti döneminde bulabildi. Partinin 14 yıllık iktidarı boyunca Cumhuriyetin kurucu laiklik ilkesinin giderek aşındığı koşullar yavaş yavaş inşa edilmiş bulunuyor.

Durum, Meclis Başkanının Anayasada laiklik ilkesinin bulunmasına gerek yok noktasına gelmeden önce, Cumhuriyeti kurarken dinin siyasete ve iktisada muhtemel müdahalelerine meydan okuyan, ticaret burjuvazisinin ardılı, bugünkü holdingleşmiş kuşağının temsilcileri dini siyasetlerinin baş tacı olarak çoktan belirlemişlerdi. Neoliberal piyasa düzeninin acımasızlığından acı çeken emekçiler için artık çok görünür olan gelişmeleri dinin görünmez sihriyle kamufle etme işinde de bir hayli yol almışlardı. Din yeniden bu kalpsiz kapitalizmde halkın afyonu olarak parlatıldı. Emekçiler bu kalbe sığınmayı kabul ettikleri sürece Tanrı iktidara yürü ya kulum diyecekti!  

İmam hatip liselerinin çoğaltılması eğitimin özelleştirilmesini ve halkın eğitim hakkından yoksunlaştırılmasını pekâlâ gizleyebilecekti.

Kadınların kamusal alandan nasıl sürüldüğü insan hakları türban için koparılan yaygara altında anlaşılmayacaktı.

Ortadoğu’nun yeniden paylaşımını kolaylaştırmak için bölgeyi Sünni ve Şii bölgelerinden oluşan iki “hilal”e bölen emperyalist kampın ileri karakolu olmaya teşne Türkiye’nin bölgede mezhep çatışmalarını nasıl kışkırttığı görülmeyecekti.

Hak ve özgürlükler tırpanlanır, sendikal örgütlenmelerin karşısına dini söylemlere ağırlık veren iktidar yanlısı sendikalar kurulurken sendikal mücadelelerin kazanımlarının yerle bir edildiği gizlenebilecekti.

Nihayet bu tüccar sınıfının teşvikleriyle, hesabı bu dünyada değil de öteki dünyada görmeye hazır bir emekçi kuşağının safları genişledikçe kapkaç burjuvazisinin gemisi rahatlıkla yürüyebilecekti.

KALPSİZ DÜNYAYA ÇALIM ATMAK

TBMM Başkanı o münasebetsiz konuşmayı yapıncaya kadar bunlar hep oldu. Altı boşaltılan laikliğin iptali ile ilgili temenninin dile getirilebileceği koşullar çoktan oluştu.

Başkanının laiklik tartışması açtığı Meclis’e şimdi emekçileri tamamen köleleştiren “Kiralık işçi sözleşmesi” geliyor. Kölelik düzenlerinin kalpsizliğine karşı sığınak arayan emekçiler ne yazık ki hep kaybetti, yine kaybetmeye mahkûm olacak. Devletin din meselesine karışmadığı; imanı para olmuş tüccar sınıfının halkı ezerken dini bir örtü olarak kullanamayacağı; köhne bir siyasetin onu başka toprakları fethetmenin ve halkları ezmenin bir gerekçesi haline getiremeyeceği bir düzen için mücadele etmekten başka bir seçenek yok. Laiklik, insanların irrasyonel ve görünmez güçlerin kontrolü altında olduğu bir devre son veren ve artık kendi hayatını kontrol etmek isteyen insanlığın yegane kazanımıydı. Şimdi emekçilerin elinden bu kazanımı kanırta kanırta alan ve 200 yıl önceki gibi onları “gizemli güçlerin” yönettiğine inanmasını talep eden Anayasal yazıcıları bütün yetki ve iktidarın bahşedildiği tek adam otoritesini görünmezleştirmekten başka bir niyete sahip değil. Emekçilerin ise yeniden tebaalaştırılmaya karşı yurttaşlık haklarını, örgütlenme ve ifade özgürlüğünü, din ve vicdan özgürlüğünü, dinin siyasetten siyasetin dinden elini çektiği bir düzeni talep etmekten başka izleyeceği yol kalmadı.
Kalpsiz dünyaya bir mana kazandıracak olan sadece emekçilerin kendi cüretidir. 200 yıllık tarih bunu öğretiyor.    

* Marx ve Engels Manifesto’da dini böyle tanımlamışlardı.
** “Doğu için iyi”: Napolyon dönemi sömürgeci politikanın mottosu; Batı için geçerli temel medeniyet kriterlerinin Doğu için geçerli olmayacağı, Doğu’ya özgü “iyi”nin asgari medeniyet kriterleri içerdiği, dolayısıyla bu halklarla ilişkilerde temel kriterlerin göz ardı edilebileceği üzerine kuruluydu.

Evrensel'i Takip Et