07 Mayıs 2016 12:27

Atika

Ciğerlerime sızan bu koku ve dikiş makinesinin tıkırtısı beni hayallerime daha çok bağlıyordu...

Paylaş

Hazal KAR / Beyar ÖZALP

Aracın hızı ve camıyla bütünleşen yağmur damlaları yolu görmeme engel oluyor. Çocukken, yeryüzünün bütün kötü kokularını dağıtıp her yana toprak kokusu salan yağmuru ne çok sevdiğimi anımsıyorum. Yağmur bir tek ortalığa yayılan kan kokusunu bastıramıyor, çünkü toprak bile kan kokuyor. Galiba çocukken bunu bilmediğimden yağmuru çok seviyordum. Çok sonra izlediğim savaş konulu filmlerden öğrendim, en şiddetli yağmurların bile kan kokusunu bastıramayacağını. Kan kokusunu gökyüzüne salan savaş, ne çirkin kelime...   
Aklımda sekiz yıl önce çıktığımız yolculuk... Evimden daha uzaklara, bilmediğim bir şehre gidişim... Bu defa yol daha kısa, yolun sonu bilindik ama burukluk aynı... Sekiz yıl önce Nusaybin’den İstanbul’a giderken, İstanbul’a yaklaştıkça ağır kan kokusu yerini deniz kokusuna bırakmıştı. Şimdi Nusaybin’den Silopi’ye gidiyorum, kan kokusu hiç kesilmiyor.
İstanbul’da kan kokusu kayıptı, yıllarca burnuma balık kokusu gelmişti. Belki de kokuları ayırt edecek vaktim olmadığından bu durumu Silopi’ye olan yolculuğumda fark ediyorum. 
İstanbul’da çok çalışıyorduk. İlk zamanlarda atölyede ufak tefek işlerle uğraşıyordum ve bu işler bana sıkıcı geliyor, dikiş makinelerinin başına oturmak istiyordum. Birkaç hafta sonra bu isteğimin hiçte akıl karı olmadığını anladım. Saatlerce iki büklüm bir halde onlarca kıyafet ellerimin arasında dikiş makinesinin inip kalkan iğnesi altından geçiyordu. Akşam mesai bittiğinde boynumun ve belimin nasıl ağrıdığını şimdi bile hissedebiliyorum. 
Beraber yollara düştüğümüz ağabeyim, içinde bulunduğumuz koşulların zorluğunu ve bu zorluklarla başa çıkıp İstanbul’da kalmamız gerektiğini ne çok anlatmaya çalışmıştı. İşten çıkıp eve yürüdüğümüz yol boyunca, akşamları yemek yemek için oturduğumuz sofrada, uyumak için başımıza yastığa koyduğumuz zamanlarda anlatmıştı da anlatmıştı. Ama ellerim dikiş makinesinin ucunda kıyafetlerin üstünde gidip gelirken ağabeyimin anlattıkları zihnimden buhar olup uçuyordu. Olmam gereken yer burası değildi!
Kitaplarımı ve arkadaşlarımı özlüyordum. Ağabeyimin anlattıklarının zihnimden uçmasının bir sebebi de tekstil atölyesine gelmek için sabahları evden çıktığımızda okul üniformalarıyla liselerine yetişmeye çalışan kız çocuklarıydı. Rollerimiz aynı olması gerekirken ben bambaşka rollerle avuçlarımda dünyayı tutuyordum. Kızıyordum ama bunun sebebinin kan kokusunun topraklarımızdan hiç eksilmeyişi olduğunu da biliyordum.
Biraz gecikmeli bile olsa o kız çocuklarıyla aynı role bürünmeliydim. Artık okul üniforması giyemezdim ama onlar liselerinden mezun oldukları zaman ben açık öğretim sınavlarına girerek liseyi bitirebilirdim. Bu arada ellerimin arasından kıyafetler geçerken, kitaplar da geçmiş oldu. 

MAKİNENİN TIKIRTISI, HAYALLERİM, KAN KOKUSU 
İlk zamanlarda dikiş makinesinin tıkırtısıyla ders kitaplarımı hayal ederken sonraları üniversite okuma ve sağlıkçı olma hayalleri kurmaya başladım. Hayallerim, ülkenin en kalabalık şehrindeki bu tekstil atölyesine sığmıyordu. Dikiş makinesinin tıkırtısı sürerken kilometrelerce ötede kalan topraklarım kan kokmaya devam ediyordu. Bense o kan kokusunu televizyon ekranlarının haber bültenlerinden almaya devam ediyordum. Bu haber bültenlerinin izlediğim savaş konulu filmlerden en büyük farkı, kan kokusunu ciğerlerimde hissedebilmemdi. 
Ciğerlerime sızan bu koku ve dikiş makinesinin tıkırtısı beni hayallerime daha çok bağlıyordu. Hem tekstil atölyesinde çalışıp hem üniversite sınavlarına hazırlanamayacağımı anladığım zaman topraklarıma dönmeye karar verip Nusaybin’in yolunu tuttum. Belli bir süre her şey normal gitti, belediyenin halk eğitim kurslarının üniversite sınavına yönelik verdiği derslere katılıyordum. Fakat aylar sonra kan kokusu genzimi yakmaya başladı. Evlerimizden çıkamıyorduk, çıkmaya da kalkışmıyorduk. Çünkü başımızı kapının dışına uzattığımız an vurulacağımızı biliyorduk. İşin tuhafı evlerimizde bile duvarları delen havan mermileriyle öldürüleceğimizi de biliyorduk. Sokaklarımız cesetlerimizle dolmuştu. Kan kokusunun yalnızca bizim gökyüzümüzde olduğunu düşünüyordum. Öyle olmasa neden bu koku ilk yolculuğum sırasında İstanbul’a yaklaştıkça kesilmişti?
Halk eğitimin kurslarına artık gidemiyordum ama hayallerimi de sokaklardaki cesetler gibi bırakamazdım. Şimdiki kısa yolculuğuma çıkmaya ise böylece karar verdim... Yağmur damlaları aracın camından süzülmeye devam ediyor. Damlalar süzülürken Silopi’ye daha çok yaklaşıyorum ve içimdeki burukluk hayallerimi sokak ortasında bırakmamam gerektiğini fısıldıyor...
  
***
Biz yazmış olsaydık, Atika Silopi’ye ulaşacaktı ve hikâye burada bitecekti. Ama Atika’nın hikâyesi kalem ve kağıt arasındaki mesafeden daha uçsuz bucaksız... Atika Silopi’ye gittikten haftalar sonra orada da tıpkı Nusaybin’deki gibi sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Atika şimdi elindeki kısıtlı imkânlarla, internet aracılığıyla ders çalışıyor. İçindeki burukluk ise ona hayalleri konusunda aynı şeyleri fısıldamaya devam ediyor. 
Atika, dünyayı avuçlarının içinde hissetmeye devam edip kadınlara sesleniyor: “Karşımıza ne kadar engel çıkarsa çıksın kararlı olmalıyız. Hayaller imkânsız gibi görünebilir ama gerçekleşmesi imkânsız değildir, bunu yaşayarak görüyorum.” 

ÖNCEKİ HABER

İskeleden düşen inşaat işçisi ağır yaralandı

SONRAKİ HABER

Bir göç hikayesi

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa