İşçi sağlığını sadece kendisi koruyabilir
İşletmenin verimliliği, ülkenin kalkınması; işyerlerindeki “öldürücü riskler” ekonomik kalkınma için “kabul edilebilir” hale getiriliyor.
Dr. Celal EMİROĞLU
Adı “meslek hastalığı” olarak anılan “işçilerin/ çalışanların hastalıkları” üzerinden yapılan tartışmalar farklı sınıfsal bakışlar nedeniyle bir zeminde buluşamıyor. Sermaye ve emek cephesinden farklı yaklaşımları anlamak olasıdır. Ancak emekten yana taraf olan ya da olması gereken kimi örgütlenmelerin veya akademisyenlerin algılama sorunu doğru zeminde buluşmayı zorlaştırıyor. Türkiye’de “sınıftan yana” bakışın önünde sis perdesi olarak hemen her dönemde resmi ideolojiyi görebiliyoruz.
Kimin tarafından yapıldığına bakılmaksızın iş kazası ve meslek hastalıkları üzerine istatistik çalışmalar ve araştırmalar incelendiğinde mağdur olanların bir mesleğinin olup olmadığı da tartışmalıdır, yani herhangi bir mesleği olmayan “vasıfsız” diye adlandırılan emek gücü iş kazaları, meslek hastalıkları ve işçi cinayetleri nedeniyle üretimden kopuyorlar. Bu anlamda mesleğin hastalığından çok “emekçinin/ çalışanların hastalıkları” demek daha doğru olacaktır.
Emek tarihi kadar eski olan çalışanların hastalıkları irdelendiğinde 18. yüzyılda beden ölçüleri nedeniyle çocuklara baca temizleten ya da yoksullukları nedeniyle madenlerin derinliklerinde insanlara cevher aratan anlayışın bugün modernize (!) olmuş haliyle köylerden topladığı işsiz insanlara mahzenlerde kot kumlatan, kamyonlarla şehirden şehire gezdirerek mevsimlik tarım yaptıran zihniyet aynıdır. Emek gücünü savunmasız bırakan sermaye o gün de bugün de sağlıksız ortamda öldürdü/öldürüyor. Bu anlamda sorunu kapitalist sistem içerisinde sermaye ya da devlet eliyle çözmek olası değildir. “Onlar” sağlıklı ortamda üretim yerine, kalkınma adına “işçilerin, çalışma kapasitesi ve işin üretkenliği ile çalışma yaşamının zorluklarıyla başa çıkabilme yeteneklerini artırmak” istiyorlar. İşçinin “bedenen, ruhen ve sosyal olarak iflası” ya da resmi adıyla iş kazaları veya meslek hastalıkları sermayenin artık değer uğruna bilinçli tercihinin sonucudur. İşletmenin verimliliği, ülkenin kalkınması meseleleri öncelendiğinde; işyerlerindeki meslek hastalıkları da dâhil “öldürücü riskler” ekonomik kalkınma için “kabul edilebilir” hale getiriliyor, terazinin kefesinde “işin fıtratı” ağır basıyor, iş kazaları, meslek hastalıkları ve işçi cinayetleri artıyor.
PATRONUN YÜKÜMLÜLÜĞÜNDEN İŞÇİNİN SORUMLULUĞUNA
Uluslararası sermaye, ILO üzerinden alanın dizaynını yaparken ulusal sermaye ve temsilcisi Çalışma Bakanlığı iz takip ediyor. Diğer taraftan “iş sağlığı” bilim dalı haline gelirken “sermayenin bilimi” olması kaygısıyla emek cephesinde tartışılır olmuştur. “İş sağlığı”, çalışanları korumaktan çok işyerini, üretim araçlarını, sermayeyi ve üretimi koruyan boyutu ile sermaye yandaşlarının da gündemine oturmuş, “işçi sağlığı” kavramı sadece emek cephesinin kullanım alanı ile sınırlanmıştır. Bu nedenle “işçi sağlığı” yerine “iş sağlığı” anlayışı tercih edilmeliydi ve işverenin işçiyi koruma yükümlülüğü işçinin kendisini koruma sorumluluğuna dönüştürülmüştü. İşçi hem kendisini, hem çalışma arkadaşlarını, hem de üretim araçlarını korumak zorundaydı, aksi takdirde bedelini ödemekle yükümlüydü.
Sonuçta alanı 2012 yılında yürürlüğe giren 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu ile düzenlemeye çalışanlar bunu becermekte zorlanıyorlar. Yasanın yürürlük tarihi milat alındığında; o günden bugüne geçen zaman bırakın iş kazalarında azalmayı iş cinayetlerinin işçi katliamlarına dönüştüğü yıllar oldu. Artık “iş sağlığı ve güvenliği” hizmetini alan da veren de memnun değildi. Hizmet alan “hizmet alamadığını”, hizmet veren “haksız rekabete dayanamadıklarını” söylüyordu. Ortada ne eğitim vardı, ne de işyeri sağlık hizmeti. İş kazaları görülmediği kadar artmış, meslek hastalıkları ise görülmediği kadar “azalmış” (resmi istatistiklerde en son 494) olarak karşımıza çıktı!
ÇALIŞMA VE GÜVENLİK KÜLTÜRÜ!
Devlete egemen sınıflar, kendi sınıf çıkarlarına hizmet eden yasaları ve kurumları oluşturarak çalıştırıyorlar. Devletin her dönemde meslek hastalıklarından sorumlu olan sermayeyi bedel ödemekten kurtarması bu iddianın kanıtıdır. Son yasal düzenlemeler öncesinde sermayenin emek gücünü koruyamaması nedeniyle ortaya çıkan meslek hastalıklarının mali yükü sermayedarlara kesilmesi gerekirken SSK üzerinden devlete kesildi. Hukuksal dönüşüm yeni bir düzen kurdu; 4857 sayılı İş Kanunu ve 6331 sayılı Kanun sonrasında bedel, başarabildikleri ölçüde “kendisini korumayan” emeğe/ emekçiye yani topluma yükleniyor. Bu nedenledir ki; iş kazaları ve meslek hastalıklarında dünyanın en kötü ülkelerinden birisi olduğumuz ironik gerçeğinin tekrarlanmasını da engellemek düşüncesiyle meslek hastalıklarının sayısının artırılmasına yönelik çalışmalar gündeme geldi.
Kapitalist sistemin ideolojisine uygun olarak “çalışma ve güvenlik kültürü” temelinde işçinin “verimli” olmasını sağlamak olarak özetlenebilecek kurgusunun önündeki en önemli engel sistemin yeni paradigmasının emekçiye bir türlü kavratılamamasıdır. Esasen beklentilerinin hukuksal yansıması olan emeğin örgütsüzleştirilerek değerinin düşürüldüğü, işsizliğin artırıldığı, esnek çalışmanın teşvik edildiği, güvencesizliğin artırıldığı vb. durumlarda “çalışma kültürü” 4857 sayılı Kanun çerçevesinde istedikleri gibi oluşsa, yani “güvenceli esnek çalışma” anlayışı otursaydı 6331 sayılı Kanun “güvenlik kültürü” ile bütünlüğü tamamlayacaktı. Sonuçta; sermayenin mantık kurgusuyla, bedel ödemek istemeyen emekçiler kendi güvenliğini sağlayacak, işçi sağlığı ve iş güvenliğinin sağlanamadığı durumlarda da işçi yasal sorumluluk gereği bedel ödeyecekti. Yani, sermaye, tükenen emek gücünün bedelini ödemeden azgın sömürüsünü en vahşi koşullarda sürdürürken, açlıktan ölmektense “çalışarak ölelim” diyen yani “çalışma kültürü” ile olgunlaştırılan emek gücünün “güvenlik kültürü” kavramını da içselleştirmesi beklenecekti.
Olmadı, sermayenin hesabı tutmadı!
Peki, emek cephesinde durum nedir?