23 Mayıs 2016 01:00

Totaliter rejim inşasına dönük son virajlar da geçiliyor

Akademisyen, yazar Prof. Dr. Nuray Mert, Mecliste kabul edilen dokunulmazlıklar teklifini, yansımalarını ve CHP tutumunu değerlendirdi.

Paylaş

Serpil İLGÜN

Haftayı Kürt siyasetini Meclis dışına iterek etkisizleştirmeyi hedefleyen dokunulmazlıkların kaldırılmasına ilişkin anayasa değişikliği teklifinin kabul edilmesiyle noktalayan siyaset gündemi, yeni haftada da “evet” kararının yol açacağı sonuçlar ve CHP’nin tutumunu tartışmaya devam edecek görünüyor.

Teklifin ana muhalefet partisi desteği ile kabul edilmesi CHP’yi doğal olarak eleştirilerin odağına yerleştirdi. CHP, sadece milletvekillerine dünyada da benzerine rastlanmayan bir teklifle “dokunulması”nın önünü açması açısından değil, fiili olarak hayata geçirilen başkanlık rejiminin resmileşmesine destek vermiş olmakla da eleştiriliyor.

Pazartesi röportajında bu hafta, İstanbul Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Nuray Mert’le oylamayı ve CHP'nin tutumunu konuştuk. Cumhuriyet Gazetesi Yazarı Nuray Mert, Türk siyasetinin tamamının “terör” meselesine rehin alındığını vurgulayarak, “Bu girdaptan çıkılmadığı sürece CHP’den buna rehin davranmamasını beklemek gerçekçi değil” diyor.

Davutoğlu’nun görevden alınması ve dokunulmazlıkların kaldırılmasıyla, totaliterliğe giden yeni Türkiye’nin inşasındaki son virajların da geçilmiş olduğunu ifade eden Mert’in, savaşın AKP açısından sürdürülebilir olmadığı yönündeki değerlendirmelere de itirazları ve önemli uyarıları var.

Dokunulmazlıkların son turuna ilişkin ağırlıklı yorumlar şöyleydi; İlk turdaki sonuçlar değişmeyecek ve Türkiye sonbaharda referanduma gidecek! Ancak öyle olmadı ve referandum eşiği aşıldı. Hem oylama sonucunu hem de CHP’nin rolünü nasıl değerlendirirsiniz?
Bu benim beklediğim bir sonuçtu. Referandum aralığında kalması beklentisi vardı ama ben CHP’nin bu baskıya dayanabileceğini hiç düşünmüyordum. Referanduma gitmek istemeyecekti, çünkü referanduma gittiğiniz zaman yapılan oylama yine “teröre destek verenler ve terörle mücadele edenler” çerçevesinde gelişecekti. CHP’nin rolü ya da geldiğimiz nokta konusunda şunu açıkça ifade etmek lazım; bu bir matematik meselesi ve de CHP’nin tavrı meselesi değil. Türkiye’de siyaset terör meselesine kitlenmiş ve rehine olmuş vaziyette. Kürt meselesini bir terör meselesi olarak algılamak ya da algılatmak atmosferinden çıkmadığımız sürece bu böyle olacak. Sadece CHP de değil, Türk siyasetinin tamamı terör meselesine rehine olmuş olacak. Asıl mesele bu. “Bu zamanda söylenecek şey değil” diyebilirsiniz ama bu girdaptan çıkmadığınız sürece, CHP’yi mazur görmek lazım.

(Fotoğraflar: Erdost Yıldırım)

Neden?
Çünkü baştan itibaren “Bu bir terör meselesi değildir” konusunda net ve açık bir tavır takınmazsanız, bir şekilde tereddüt ederseniz ya da zaten bunu tereddütsüz kabul ederseniz yapacağınız şey belli. Sağ muhafazakar, milliyetçi siyaset yelpazesi için zaten zihniyet bu. Dolayısıyla ana muhalefet partisinin böyle takdim edilen bir tabloda, “Vay, teröristlere yardım ediyorlar” propagandasının altında ezilmemesini beklemek veya buna rehin davranmamasını beklemek gerçekçi değil.

Salı günkü ilk oylamada ‘Anayasaya aykırı ama yine de evet diyeceğiz’ diyen parti yönetiminin kararına tepki duyan CHP’li vekillerin tahmin edilenden fazla olması, sözünü ettiğiniz rehin alma siyasetine de tavır alma şeklinde yorumlanmıştı...
Ama bunun için çok daha esaslı bir politika hamlesi olması gerekirdi. Ve Türkiye’de biliyorsunuz bunu terör meselesi olmaktan çıkarmak çok zor. Çok cesurca adımlar atılmasını gerektiriyor. İktidar tarafından çözüm süreci olarak takdim edilen süreçte hiç olmazsa Kürt meselesi bu terör parantezinden çıkmış gözüküyordu veya bu yönde bir kamuoyu oluşturmanın imkanları vardı. Çatışmalı süreçle o da ortadan kalktı. Tüm bunlardan bağımsız değil mutlaka ama CHP’nin kafası Kürt meselesi konusunda son derece karışık. Eleştirilmesi gereken belki öncelikle o.

Nasıl karışık?
Yani evet ortam, kamuoyu baskısı filan onu rehine ediyor ama onun ötesinde de zihniyet dönüşümünün yaşanması lazım. İla nihai buna rehin olarak siyaset yapmak mümkün değil. CHP bu bakımdan başından beri son derece ikircikli davranıyor. Kürt meselesinde pozisyonunun ne olduğunu hiçbir şekilde göremiyoruz. Yani bir ulusalcı zihniyet ve geneldeki milliyetçi reflekslerle Kürt meselesine bakışı ağır basıyor kendi tabanında ve kendi partisi içinde. Onu da dönüştürmeye çalışıyor ama bu çok tereddütlü bir süreç olarak yaşanıyor. İkincisi de, Türkiye’de siyasetin tamamının bu meseleye rehin olmaktan çıkması için çatışmasızlık sürecinin olması lazım. Kürt siyasetinin 7 Haziran seçimlerinden sonra gerekçesi ne olursa olsun çatışmalı siyaset, askeri çatışma stratejisi benimsemesi bu durumu kolaylaştırdı. Ve diğerini fevkalade zorlaştırdı. Zaten Türkiye’de bu konuda zihniyet dönüşümü gerçekleştirmek zor, zorlanıyoruz. Bu dönüşümü benimseyenler, bunun siyasetin önünün açılması için zaruri olduğunu düşünen hepimiz zorlanıyoruz.

CHP’nin sadece Kürt sorununda değil, ülkenin diğer temel meselelerinde de sözünü ettiğiniz zihniyet dönüşümünü sağlaması, etkili bir muhalefet sergilemesi beklentisi kongre sonrasında artmıştı. Dokunulmazlıklar sınavı, bu beklentiyi zayıflatır mı, ne dersiniz?
CHP’den beklenen, umulan nedir, bunu gerçekleştirme kabiliyetine sahip mi, ayrıca uzun uzun konuşulur, ama hiçbir zaman CHP veya herhangi başka bir parti, genel siyasi ortamdan soyut davranma durumunda değil. Yani, eğer ortam farklı olsaydı biz CHP’nin zihniyet dönüşümünü gerçekleştirmemesini, bu konudaki tereddütlerini merkeze alabilirdik ama şu anda bunu yapamıyoruz. Her şey çok güllük gülistanlık ve tek sorunumuz ana muhalefet partisinin tavrı veya zihniyet dönüşümünü gerçekleştirememesi değil ki. Kürt siyasetinin izlediği strateji de fevkalade önemli. Hatta bana sorarsanız merkezi ölçüde önemli. Çünkü bu gerilim ve çatışma, bunun terörle mücadele kapsamında takdim edilmesi çerçevesinde gelişiyor.

ÖYLE BİR DAVA Kİ, DAVUTOĞLU’NU BİLE TASFİYE ETMEYİ MÜMKÜN KILIYOR

Dokunulmazlıkların kaldırılmasıyla ‘Yeni Türkiye’ inşasındaki önemli virajlardan biri daha geçilmiş mi oldu?
Tabii. Sürekli viraj alıyoruz, çeşitli dönemeçlerden geçtik. “Yeni Türkiye” denilen rejimin inşasında bayağı bir yol alınmış vaziyette. Ama son olarak Davutoğlu’nun 4 Mayıs’ta görevinden alınmış olması ve arkasından dokunulmazlık oylaması, bu yöndeki çok hızlı adımlar. Yani son virajlar da geçilmiş oluyor böylece. Ben buna “totaliter rejim inşası” diyorum. Otoriterliğin biraz daha katmerlisi totaliterliktir diye değil, söylediklerinden ve tarif edilen rejimden çıkarabildiğimiz bu. Zaten uzunca bir süredir özellikle cumhurbaşkanı seçildikten sonra Tayyip Erdoğan için başka bir rejim inşası söz konusu ve bu konuda Erdoğan hiç ketum değil. Tarif ettiği rejim için “totaliter” diyecek değil, çünkü bizim totaliter dediğimiz rejim onun için ideal, “özümüze uygun” bir rejim olarak gözüküyor. Zaten bütün totaliter rejimlerde kimse “ben totaliter rejim kuracağım” diye işe girmez, öyle de tarif etmez, biz ona baktığımızda özellikleri itibariyle tasnif ederiz. Davutoğlu’ndan sonra bu iyice netleşti. İşte, “manevi lider” dendi, “kurucu lider” dendi, o dendi, bu dendi ama bu tanımlar artık yeterli değil. İşte geldiğimiz nokta, gittikçe keyfileşen, bir kişinin hukuku da, kurumları da her şeyi tanımladığı bir düzen. Bu herhangi şahsi bir otoriter kişilikle de açıklanabilir bir şey değil.

Nasıl böyle bir keyfiyet olabiliyor?
Şöyle olur; bu tür hareketlerde, böylesi bir zihniyette kişi bütün milletin cisimleşmiş veya milli iradenin, tarihi bir misyonun cisimleşmiş bir halidir…

Nitekim Erdoğan böyle tanımlanıyor. Hatta, Türkiye’nin kaderi, Tayyip Erdoğan’ın kaderine bağlanıyor...
Evet, bir ülke nasıl bir kişiyle özdeşleştirilir? Özdeşleştirildiğinde o sıradan bir kişi olmaz artık. O kişiyi başka bir şey olarak tanımlamanız lazım. Nitekim bunun izahını da yapıyorlar. Deniliyor ki “Yüzyılda gelebilecek bir liderdir!”. Hatta ve hatta onun ötesinde, dini bir meşruiyet ve önderlik atfediliyor ve deniliyor ki “Türkiye merkez ülkedir, Türkiye’de olanlar bütün ümmeti ilgilendirir, Erdoğan da zaten bütün ümmetin kaderini değiştirecek bir liderdir!” Epeydir bu tanım yapılıyor. Şimdi artık çok daha netleşti. Ve Davutoğlu gibi o misyonun içinden biri bile lidere yeterince uyum sağlamamakla suçlandı.

Uyum sağlayıp sağlamamak mıydı mesele?
Mesele uyum sağlamamak değil. “O liderin dışında kimse olmayacak” tablosuna biraz gölge düşürdüğü için Davutoğlu gönderildi.

O yüzden mi ‘Yeni başbakan düşük profilli olacak’ dendi?
Düşük profilli sözü ağızlarından çıktı ama düşük profilli bile hafif bir tanım. Aslında bundan sonra artık başbakanlık filan diye bir makam düşünülmüyor. Bir tür katiplik, sekretarya düşünülüyor. Tarif edilen rejim, tarif edilen siyaset böylesi bir siyaset, bunu anlayalım. Biz böyle tanımlanan bir rejimin inşası sürecindeyiz.

Davutoğlu’nun tasfiyesinden sonra daha da güçlenen, ‘AKP bir dava partisidir söylemi artık etkisini yitirmiştir, AKP, Erdoğan partisidir’ tespitlerinden hareketle ne dersiniz, ortada bir dava var mı? Ya da bu dava nasıl bir dava?
“Bu nasıl bir dava” sorusunu biz soruyoruz ama bunu Erdoğan’ın önderliği etrafında tanımlayanlar açısından dava Davutoğlu’nu bile tasfiye etmeyi mümkün kılan bir şey. Deniliyor ki, “Davutoğlu bir huzursuzluk çıkarmadı ama durumu çok kavramamıştı.” Çünkü Erdoğan madem tarihi misyonun cisimleşmiş halidir, milim sözünden çıkılmayacak! Davutoğlu, Erdoğan’ı kendisinin üzerinde, saygı duyduğu lideri olarak tanımlıyordu ve bu Davutoğlu mantığı içinde mantıklı bir yaklaşımdı ama yeterli değildi.

TÜRK TOPLUMU SAVAŞIN UZAMASINA BİR REAKSİYON GÖSTERİRSE BU İKTİDARA DEĞİL DEMOKRATLARA YÖNELİK OLACAK

Savaş başladığından bu yana çatışmalar, operasyonlar ne kadar sürer, nasıl durdurulur sorularının da yanıtlarını arıyoruz. Bu yönde çağrılar aralıksız sürüyor ama dokunulmazlık oylamasından sonra, yakın zamanda böyle bir olasılık görüyor musunuz?
Bunun çağrısını yapıyoruz ama iktidarın böyle bir niyeti yok. Öyle gözüyor ki iktidar ve şimdi yeni yapı siyasetini yumuşatmak bir tarafa, çok daha sertleştirecek. Kendini güvende bulduğu, gücünü tahkim ettiğini düşündüğü bir noktada maalesef işler daha kötü olacak.

Askeri ‘çözüm’ yöntemine geri dönmenin sürdürülemez olduğu, geçmişteki deneylerin de bunu kanıtladığı, ulusalcı milliyetçi çevreler dışındaki pek çok kesimin ortak kanaati. Ne dersiniz, AKP savaş yöntemini nereye kadar sürdürebilir?
Bu yanlış bir anlayıştır. Genel olarak şiddetle siyaset yapmaya itirazım var, yani insan öldürmek üzerinden itirazlarımızı bir tarafa bıraksak bile “Devlet çok şehit verirse bunu sürdüremez ve müzakere masasına mecburen gelir” yaklaşımı Türkiye’yi tanımamak demek. Çünkü çok milliyetçi, muhafazakar ve Kürt meselesi konusunda son derece alerjik, bütün aleyhte propagandaları, meseleyi teröre indirgeyen bir söylemi satın almaya çok hazır bir kamuoyundan bahsediyoruz. Dolayısıyla “Buna direnmeleri zor” üzerine yapılan hesaplar yanlış hesaplardır. Geldiğimiz aşamada bu daha da zorlaştı çünkü şehit sayıları çoğaldı, durum gittikçe daha vahim bir hal alıyor. Böyle hesap yapan herkese şunu söyleyeyim; Türk toplumu reaksiyon duyarsa bu milliyetçi refleksler şeklinde olacak ve hiç de iktidara, mevcut siyasetlere karşı bir reaksiyon olmayacak. Tam tersine bizim gibi demokratları linç girişimine dönüşecek. Zaten devlet ve mevcut iktidar bütün tepkileri buraya doğru kanalize etme siyasetini sürdürüyor. Bu siyaset tutar çünkü bunun için zemin var.

Ama diğer yandan ‘Terörün belini kırdık, bitiriyoruz, bitmek üzere’ gibi söylemlerin halkı ikna etmede, savaş politikasına kazanmada kullanışlı söylemler olmaktan çıktığı, iktidara tepkiye dönüşeceğine dönük de yorumlar var…
Ona olumlu bakmayabilir ama kamuoyunun değişmesi demek, Türk toplumunun “A, o zaman biz bu işi müzakereyle çözelim” noktasına gelmesi demek değildir ki. O manada “Bu Türkiye’yi tanımamak ve Türkiye’nin mevcut koşullarını hafife almaktır” diyorum. İkincisi, Türkiye kamuoyu haber alabiliyor mu ne olduğundan? Tek taraflı haber almayı geçtim, haber alamıyorsunuz çünkü her şeye yayın yasağı getiriliyor. İster milliyetçi olarak bakmaya hazır olun, ister tersi, bir kere ne olduğu bilgisine ulaşamıyorsunuz. Medyanın tamamiyle teslim alındığı bir ülkede yaşıyoruz. Bütün bunları göz ardı ederek kamuoyunun dönüşeceği, değişeceği, devleti, iktidarı sıkıştıracağı nasıl söyleniyor, hayret ediyorum doğrusu.

DEMOKRASİ CEPHESİ GEREKLİ AMA BUNUN İÇİN ZİHİNLERİN NETLEŞMESİ LAZIM

Dokunulmazlıklardan sonra giderek daha da ağırlaşacağı görünen ‘Bu karanlık tablodan nasıl çıkılır?’ sorusuna demokrasi cephesinin genişletilmesi yönünde çeşitli yanıtlar üretildi, çağrılar yapıldı, yapılmaya devam ediliyor. Bu çerçevede son öneri Rıza Türmen’den geldi. Türmen, bütün demokratik sol grupların, sendikaların, meslek kuruluşlarının, STK’ların, platformların katılacağı bir kurultay toplanması çağrısı yapıyor. Nasıl değerlendirirsiniz, hayata geçebilir mi?
Bir demokrasi cephesi bana hitap ediyor, aklın yolu bir. Çünkü artık söz konusu olan daha demokrat bir Türkiye bile değil. En asgari demokrasi şartlarını yeniden inşa edebilmek veya mevziyi koruyabilmek. Evet, bunun için en geniş katılımlı demokratik cephe oluşturmak lazım. Yöntemine ilişkin şimdilik ortada bir şey gözükmüyor. Yani bu nasıl olacak, kimleri kapsayacak? Bu konuda zihinlerin netleşmesinin de öncelikli bir şey olduğunu düşünüyorum. Yani kurulacak böyle bir cephe, bir siyasi baskı unsuru, bir sivil bir baskı unsuru oluşturacak. Onun için de durumla bir yüzleşmek lazım. Nasıl bir şeyle karşı karşıyayız? Bu konuda kimler, ne kadar birbiriyle anlaşır bilemiyorum.

OLASI YENİ PARTİ HER TÜRLÜ İMKAN KULLANILARAK EZİLİP GEÇİLECEKTİR

Malumunuz, Davutoğlu’nun görevden alınmasının AKP içindeki yansımaları, “AKP’de yarılma olur mu” tartışmasını yeniden gündeme getirdi. Gözleminiz ne, 5. parti olasılığı arttı mı? Daha da önemlisi buna uygun bir zemin var mı?
Buna uygun zemin var ama bu olasılık artmadı. Belli ki partinin içinde “bu gidiş nereye” diyenler var. Gerçekten kimisi öyle tuhaf bir şekilde gerçekleşti ki, biz bütün bunlar olabilecek işlermiş gibi analizini yapıyoruz, yorumluyoruz ama o hareket içinde sembolik manada ağırlığı olan birisi ortada hiçbir şey yokken, bir sürtüşme, bir bahane bile beklenilmeden görevinden alındı. Bu, davaya gözü kapalı inanan, Tayyip Erdoğan’ı koşulsuz, sonsuza kadar lideri olarak tanımlayan insanlarda bile bir kafa karışıklığı oluşturmuştur. Oluşturmaması zaten imkansız.

Davutoğlu’nun sembolik ağırlığı derken?
Şöyle, Davutoğlu teşkilattan gelmeyen bir siyasetçi olarak teşkilatta çok güçlü olmamış olabilir, karizmatik özellikleri, yani topluma dokunuşu açısından Erdoğan’la asla yarışamayacak, rekabet edemeyecek bir siyasetçi olabilir ama diğer taraftan Davutoğlu, öteden beri hareket içinde “Hoca” olarak tanımlanan, üstelik de zikzakları görülmemiş birisi. Ahlaki olarak da, yani para pul, yolsuzluklar işlerine de hiç bulaşmamış, ki, geçiş döneminde başbakan yapılmasının nedeni de bu. Davutoğlu gibi birine ihtiyaçları vardı. O yüzden başbakan oldu. İkincisi, konu dava, misyonsa bu konuda da tartışılır bir tarafı olmayan biri. O yüzden, yok Amerika’nın adamı, yok paralel maralel dediğinizde başkasında belki tutar ama Davutoğlu’nda havada kalan şeyler. Davutoğlu bardağı taşıran son damla gibi görülüyor, partinin merkezden çok uçlara savrulmasından zaten şikayetçi olanlar olduğunu, kişisel bir küskünlük, makamını kaybetmelerin ötesinde, partinin gittiği yere ayak uydurmayan, bu konuda tereddüde düşen bir kuşku var, onu biliyoruz. O yüzden zemin var dedim. “Olasılık yok” dememin nedeni şu; gerçi bu noktada şunu not düşmeliyim, Türkiye’de keskin davranamayız. Burası Türkiye, yaptığımız yorumlar birden bire boşa düşebilir! Mesela ben Davutoğlu ile ilgili huzursuzluk olduğunu görüyordum, 1 Kasım’ın öncesinde de bu söz konusuydu. Ama demin dediğim nedenlerle başbakan olarak yola devam etmesine karar kılındı, yoksa bu plan 1 Kasım’dan önce yapılmıştı. Söyleniyordu zaten, isim bile belliydi.

Binali Yıldırım için söylüyorsunuz?
Evet. Fakat bu huzursuzluklara rağmen Davutoğlu’nun bu kadar hızlıca gönderileceğini tahmin edemedim. Olasılığın az olmasından kast ettiğim şu; bunu ben görüyorsam o çevredeki tereddüt yaşayan insanlar da Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yolunda ne varsa tamamiyle ezip geçme kararlılığında olduğunu görüyorlardır. Yani zaten kurumsal bir alt yapı kalmamış ülkede. Hukukun dengeleyici olması, adil olması gibi bir şey söz konusu değil. Anayasa alabildiğine rahatlıkla çiğnenebiliyor, bu ortamda bir yeni parti üzerine her türlü imkanla gelineceği, ezilip geçileceği, yeni partiyi kurma hazırlığını veya bu ihtimali düşünenlerin bilebileceği bir şey. Erdoğan’ın kararlığı arttı ve sınırları ne kadar zorlayabileceği ve aşabileceği ortaya çıktı. Yeni parti kurmayı akıllarından geçirenlerin bunu dikkate alacağını düşünüyorum.

TOTALİTER REJİM İNŞASI YOLUNUN ENGEBELİ OLACAĞINI DÜŞÜNMÜYORUM

Ahmet Davutoğlu ve Abdullah Gül’ün, Sümeyye Erdoğan’ın nikahına katılmaları “5. parti çıkar mı” tartışmasında bir temkinliliğe yol açtı. Erdoğan’a yakın yazarlara göre nikah fotoğrafı, AKP bölünür beklentisi içinde olanların heveslerini kursaklarında bıraktı. Nikah katılımını siz nasıl değerlendirirsiniz? Nikahın aynı zamanda devlet-ordu –AKP-sermaye uzlaşısını da yansıttığı yorumlarına katılır mısınız?
Ordu, sermaye, devlet ve AKP tablosu yeni bir şey değil. Diğer yandan Gül, aynı davadan gelen biri, aralarındaki ilişki farklı. Geçmişe dayalı bir hukuk var. Erdoğan da bu resmi vermeyi istiyor. Bir de aile işlerinde bir aykırılık yapmamayı önemsiyorlar. Davutoğlu da böyle davranıyor.

Ama Davutoğlu nikaha gittiği için eleştirildi.
Evet, kendisine yapılan muameleye neden yanıt vermiyor falan diye çok eleştirildi ama Bence Davutoğlu çok iyi davranıyor. Çünkü bir bahane üretmek üzere Davutoğlu yıpratılmak istendi. Pelikan dosyası provaktif bir şeydi, “ne münasebet” filan diye kriz çıkarması beklendi, çıkarmadı. Ben çıkarmamasının akıllıca olduğunu düşünüyorum. Çünkü eğer bir kriz çıkarsaydı, karşı taraf daha kolay yol alacaktı. “Görevi bırakmak benim isteğimin dışında” dedi ama onun ötesinde davamız, liderimiz filan demek kendisini tasfiye edenleri zor duruma düşürdü. Ve siyaseten doğru olan bu diye düşünüyorum.

AKP- ordu, devlet, sermaye uzlaşısı, sistem değişikliğini de içeriyor mu?
En azından Cumhurbaşkanı’nın kafasındaki kurgu bu. “Vesayet rejimi ile savaşılıyor” sürecinden beri, -o yıllarda da söylüyordum- olayların gidişatı gösteriyordu ki vesayet rejimi ile hesaplaşma, ordu ilişkilerinin yeniden AKP’yi tehdit etmeyecek şekilde düzenlenmesiydi.

AKP’nin demokratik bir alan açması, mevcut eski statükonun kurumlarıyla kavgalı olması, geçici bir süre içindi. Ergenekon’da daha o yıllarda gördüğüm (bu nedenle Ergenekonculukla suçlandım) güçlü ordu zihniyetinin bir şekilde yenilenerek devamı için bir el değiştirme olduğuydu. Çünkü Ergenekon sürecinde gerçekten hiçbir esaslı yüzleşmenin, hesaplaşmanın izi tozu yoktu. Eski statükonun kurumları, en az o kadar otoriter yaklaşımlar ve zihniyet içerisinde devralınıyordu.

Totaliter rejim inşası yolunun bazılarının zannettiği gibi engebeli olacağını düşünmüyorum. Sadece düğün fotoğrafından dolayı değil, olayların seyri itibariyle. Yine burada Kürt meselesi çok kilit bir mesele. Ben o yüzden de Kürt siyasetini Türkiye’nin başına gelenlerden çok sorumlu buluyorum. Çünkü bu sadece pek çok cana sebep olan bir çatışma meselesi değil, bu çatışmalı siyaset hem Türk siyasetini esir almış vaziyette, hem yeni rejimin inşasını kolaylaştıran bir süreç haline geldi.

Bu eleştirileriniz Kürt siyaseti cephesinde hakkaniyetli bulunmuyor. “AKP/devlet savaş kararı aldı, bizi bombalıyor, öldürüyor. Ne yapalım bırakalım bizi yok mu etsin?” veya “Ateşkes, müzakerelere dönüşe hazırız, bu yönde çağrılar da yapıyoruz ama bu karşılık bulmuyor” deniyor. Diğer yandan özyönetim, hendek, barikat konularında da kimi özeleştiriler yapıldı biliyorsunuz.
Kusura bakmasınlar ama geçti Bor’un pazarı. Kürt siyaseti çok merkezi bir yer işgal ediyor. Türkiye’nin demokratikleşmesi açısından olduğu gibi, tersi yönde de Kürt siyasetinin özgül ağırlığı çok fazla. Bunu dediğim gibi 1 Kasım seçimlerinde gördük. O zaman inkar ediyorlardı, “1 Kasım savaş stratejinin sonucu değil” deniyordu. Hayır, basbayağı bunun sonucuydu. Milliyetçi oylar tahkim oldu ve böyle bir tablo ortaya çıktı. Mesele HDP’nin oylarının bir iki puan düşmesi veya moral üstünlüğünün kaybolması da değil. Sadece moral üstünlüğü olsa neyse, onun da ötesinde Kürt siyasetinin, Kürt siyasal toplumunun üzerine topyekün gelinmesi meselesiydi. Ve bu iktidara çok önemli bir hareket alanı açıyor. İktidar gerekçe arıyordu. HDP’nin “terörist” ilan edilmesi ateşkes bitmeden oldu. Normal demokratik zeminde mücadele eden bir parti sırf başkanlık sistemine karşı çıktığı için terörist ilan edildi. Bu kısmı doğru. Fakat her zaman hatırlatmak ihtiyacı duyuyorum, Kobani olaylarında 54 kişi hayatını kaybetmişti ve bunların büyük çoğunluğu PKK çevrelerine yakın insanlardı, o durumda dahi durumu kontrol altına alabildiler. Yani devlet tarafından provokasyon bir gerekçe ise, pek çok insanın canını kaybettiği bir ortam kontrol altına alınabiliyor ama 7 Hazirandan sonra alınmıyorsa, kusura bakmayın bunu tartışmak zorundayız. Bu geçiştirilebilecek bir şey değil. Çünkü telafisi mümkün olmayan şeyler oldu. Ve bunca zamandır bir mücadele yürütüyor olan bir örgütün veya HDP’nin bunlar sanki önemsiz meselelermiş gibi, “biz işimize bakalım” gibi bir tavır takınması çok açıklayıcı, ikna edici değil. “Üzerinden silindir gibi geçilen şehirler, bir savaş görüntüsü varken bunları konuşmanın zamanı değil” denebilir ama bunları konuşmasak da durumu açıklayamıyoruz. Yoksa vicdanen de rahatsızım böylesi bir dönemde kalkıp Kürt siyasetinin sorumluluğundan bahsetmekten. Ama bu öyle bir durum ki, bundan bahsetmeden hiçbir şeyi anlamamız mümkün değil.

ÖNCEKİ HABER

Görünmek ve beni korkutamayacaklarını göstermek istedim

SONRAKİ HABER

Thunder, gövde gösterisi yaptı

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa