Amida, ben geldim. ‘Hayırsızın…’
Ayşegül Tözeren gittiği 2. Amed Kitap Fuarı’nı Evrensel Pazar'a yazdı.
Ayşegül TÖZEREN
2. Amed Kitap Fuarı’na gitmek üzere bindiğim uçak alçalırken, yeşilin binbir tonuyla yamalanmış kilime benzeyen Diyarbakır’ı hayranlıkla izliyorum. Bir yıldır, Sur’da her zaman kaldığım otelde kalamıyordum. Bu sefer inat ediyorum. Yıllar önce okuduğum bir romanda, Amida’dan, kentin antik kadın hükümdarından söz ediliyordu. Belki Amida’nın ruhunu en güçlü hissettiğim yer Surlar olduğu için ısrarla orada kalmak istiyorum.
Otele giriyorum, her zamanki gibi konuksever Diyarbakır. Odama çıkıyorum, minibar boş. Olabilir. İçecek bir şeyler getirmelerini rica ediyorum. Yirmi dakika geçiyor, gelen giden yok. Resepsiyonu arıyorum. Beni unuttunuz mu, diyorum. Çekingen bir sesle depoya baktırdık, içeceklerin son kullanma tarihi geçmiş, dışarıdan aldırıyoruz, diyorlar. Tamam deyip, susuyorum.
TAZE ÇİMEN VE YENİ KİTAP KOKUSU: AMED KİTAP FUARI
Otelden çıkıp, Sümerpark’taki Amed Kitap Fuarı’na doğru gidiyorum. “Edebiyat ve Özgürlük” panelini izliyorum. Panel Hicri İzgören’in şiiriyle son buluyor: “Ve şimdi söz savunmanın. / Hayat işgal altında.”
Amed Kitap Fuarı’nda TÜYAP Kitap Fuarları’nın soğukluğu yok. Yeşil çimenlerde okurlar oturmuş, yazarlarla sohbet ediyorlar. Taze çimenlerin cazibesine biz de dayanamıyoruz. Sohbet sohbeti açıyor. Fuarın gecesi, İstanbul Kitap Fuarı’nın hep anlatılan Tarlabaşı zamanları gibi geçiyor. Yazarlar, yayıncılar aynı mekânda, aynı masalarda edebiyatı tartışıyor, uzun süredir birbirini görmeyen edebiyat insanları karşılaşıyor.
Ertesi gün, “Hapishanede Doğan Edebiyat”ı konuşmak üzere fuarda olmam gerek. Hapishanede yeni kitaplar yazılmış, onlara göz atarken dalıyorum.
“Onlar buradan taşınalı çok oldu”
Sabah sekiz olmadan yataktan fırlıyorum.
Otel sessiz.
Kahvaltı en üst katta gibi aklımda kalmış. En üst kata çıkıyorum. Bomboş. Diğer katlar da aynı.
Sanki yüz yıllık bir uykudan uyanmışım… Bina, eşyalar yüz yıl öncesinde nasıl bırakıldıysa öyle kalmış. Ama herkes gitmiş. Ben hariç.
Merdivenlerden aşağı koşuyorum. Resepsiyondaki yetkili çıkıyor, ona dağınık bir yüzle kahvaltıyı soruyorum. Yine aynı çekingen sesle, artık odalara kahvaltı servisi yapıldığını söylüyor. Anlıyorum ki, açık büfe için yeterli sayıda konuk yok. Hiç sorun değil, ben zaten odada kahvaltı yapmayı severim ve bir tost yeter! Kısa süre içinde tost ve klasik Diyarbakır kahvaltısı karşımda… Susuyorum.
Öğleden sonra arkadaşımla gezmeyi bekleyemiyorum ve kendimi Sur sokaklarına atıyorum. Her köşe başında akrepler, TOMA’lar, polis noktaları… Yolu karıştırıp, Dağkapı Meydan’da bir tur attıktan sonra Hasanpaşa Han’ı buluyorum. Geçen yılki kadar olmasa da yine cıvıl cıvıl. Sur’daki esnafın çoğu Ofis ve Dicle Kent tarafına taşınmış. Batıda hâkim olan hüsran duygusu, Diyarbakır’ın sokaklarına da hâkim. Hüzün değil, yenilgi değil, kırgınlık ve hüsran… Han’dan yeni aldığım Diyarbakır sarması küpelerimi hemen takıp, bir kez daha Sur’un sokaklarına düşüyorum. Yürürken düşünüyorum. Gazetelerde çıkan haberleri, buradaki yaşama hiç dokunmadan yazılıveren köşe yazılarını…
HÜSRAN DÖNGÜSÜ
Fuar alanına ulaştığımda, yine sohbetler başlıyor. Annem ara sıra arıyor. “Ayşegül, oradaki insanlar bize, batıdakilere sitemkâr mı, kırgın mı?” diye soruyor. Dönünce konuşuruz, diyorum. Aslında ben de annem gibi, sohbetimiz sırasında, hatta başında, “Cizre’de bodrumda yakılan gençler için neden yeteri kadar ses çıkarmadı Batı?” sorusu gelecek diye tahmin ediyorum. Bunun haklı bir sitem olacağını da biliyorum. Oysa konuştuğum Diyarbakırlılar, vakur bir tavırla, söz siyasete gelince, ilk önce “Güvenpark’taki gençler” diyorlar. Bu olgunluk karşısında hiçbir şey diyemiyorum. Susuyorum, susuyorum… Tâ ki, “Hapishanede Doğan Edebiyat” konulu panele kadar. Yürürken yine düşünüyorum. Hapishanede öyküler, romanlar, şiirler yazmaya başlayan insanları, siyasi mahkûmları. Kâğıt ve kalemin onlar için “yaşıyorum” demek olduğunu… “Görülmüştür” ama “Okunmamıştır” mühürlü edebiyatlarını… İsmail Dindar’dan sonra söz bende.
Evrensel Basım Yayın’ın düzenlediği panelde konuşmama başlarken aslında, yaşadığımız coğrafyanın kaderi gibi görünen hüsran döngüsünden nasıl kurtuluruz diye düşünüyorum. Salonu dolduranlara, “biz de buradayız” diyen Amedli edebiyatseverlerin gözlerine bakıyorum. Diyarbakır, konuklarına hep iyi geliyor. Panelden sonra Amed’den, Amed Kitap Fuarı’ndan, fuarın yeşil çimenlerinden ayrılmak kolay olmuyor. Her adımımda bir telefon çalıyor. Fuar alanına tekrar tekrar dönüyor, sohbet ediyorum. “Bir iki aya gelirim,” diyorum.
Son sohbetler sırasında, gönüllü edebiyatçılarla Diyarbakır’da “öykü atölyesi” yapmaya karar veriyoruz. Zizek dememiş miydi? “En çok düşman olduklarımız hikâyelerini bilmediklerimizdir.” Bakıyorum, bir camekânının önüne sıra sıra saksılar dizilmiş. Her birinin içinde binbir renkli çiçekler, güller… Mayıs güllerini yakaladığıma göre… Artık dönebilirim.