29 Mayıs 2016 05:46

Bir iktidar arayışının hüznü: 31 Mayıs

Nurhak katliamının üzerinden yıllar geçti... Dağa neden, hangi düşüncelerle çıkıldı? Nurhak’ı yaşayan Mustafa Yalçıner yazdı.

Paylaş

Mustafa YALÇINER

Deniz’le Yusuf ve Hüseyin gelememiş, bir türlü ulaşamamışlardı Nurhaklara. Bir tek Sinan. Ve Deniz’le Yusuf ve ardından Hüseyin yakalandıklarında, Ankara’ya giderek ne yapabiliriz diye düşünüp orada yapılacak şey olmadığını kalmadığı sonucuna vardığımızda benimle birlikte “dağ”a  gelen Alpaslan.

İlk ben ve birer-ikişer diğerleri, geri kalanlarımız zaten çoktandır “dağda”ydık.

Neden “dağda”ydık? Neden, sadece biz değil, bizi yakından tanıyan amacımızın farkında olan herkes, ‘69 Ekim’inde Filistin’e gittiğimizden beri “erikler çiçek açınca…” derdi ve bu sözcükler bir tekerlemeye dönüşmüştü?

Aradan geçen onca yıl boyunca üzerine söz söyleyenler, Denizleri tanımlamak için en çok “halka bağlıydılar”, “kendileri için bir şey istemediler”, “dürüst ve samimiydiler” dediler. Elbette halka bağlıydık ve elbette kendimiz için bir şey istememiş, ne istediysek halk için istemiştik. Ve tabii ki dürüsttük. Samimiydik.

HALKA BAĞLILIK NEYDİ?

Ama bunlar ne demekti? Halka bağlılık neydi? Bir güzel popülist haslet mi sadece? Öylesine içi boş bir bağlılık mı? Ölümü gülerek karşılamaya götüren, halka bu ölümüne bağlılık, kimilerinin “millet” ve “yerli-milli” dediklerinde olduğu gibi boş laftan mı ibaretti? Halkın kırılıp evsiz-barksız aç açıkta bırakılması türünden miydi, yoksa halkın bir tek çöpüne bile zarar vermeyi affedilmez bir suç sayan bu bağlılık, onun dertlerinin çözümü için, tabii ki olanca dürüstlükle ve hiçbiri karşılık beklemeden halkın ve taleplerinin yüce bilinip savunulması mıydı? Laf değil halkın taleplerinin mücadelesi –bu, birinci karakteristik olandı.

Neydi talepler? Başlangıcında, öğrenci gençliğin talepleri ve gençlik hareketi vardı. Eğitim zaten parasızdı, ama ders notları teksirler halinde satılıyordu vb., buna karşı talepler örneğin. Ve özerk demokratik üniversiteye bağlanan yönetime katılma talebi.

Kısa sürede gençliğin taleplerinin halkın taleplerinden, mücadelesinin mücadelesinden ayrı başarıya ulaşılamayacağı anlaşıldı ve mücadele gerek talepleri yönünden, gerekse gençlerin işçi ve köylülerin mücadelelerine katılma ve mücadelelerini onların mücadeleleriyle birleştirme yönelimi yönünden gençlik mücadelesi olmaktan farklılaşmaya başladı. Gençlik mücadelesinin de talebi durumunda olan siyasal nitelikli “tam bağımsız ve gerçekten demokratik Türkiye” aslında nesnel olarak halkın talebiydi, ona götürüldü ve halkta karşılığını bulur oldu. Yanında topraksız köylünün toprak ve özgürlük talebiyle, sömürüden kurtuluş özlemine bağlanmış işçilerin çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi yönlü ücret ve sosyal hak talepleri vardı. Bağımsızlık, demokrasi ve özlem olarak sosyalizmin savunulması –bu, ikinci karakteristik olandı. 

DEVRİMCİLER İÇİN KİMSE HALKTAN ÜSTÜN DEĞİLDİ...

Burada kalınmadı. Bu talepler düzen içi sınırlanmışlıkla savunulmakla yetinilmedi. Parlamentarist reformculuk denendi, TİP’le başlandı, ardından parlamentarizm eleştirileri sökün etti; bir, sol darbecilik önermekte olan “ağabeylerimiz” eleştirilerine hız vermişlerdi, ve iki, faşist milisler özellikle gençlik hareketine saldırıya yöneltilince burjuva demokratizmi coşkulu devrimci hareketi “kesmemekte”ydi. Ancak “ordu-gençlik el ele milli cephede” formülüyle savunulmaya çalışılan darbecilik de özellikle gelişmekte olan halk hareketinin başını çekmekte olan devrimci gençlerin gözünden hızla düştü. Onda da halka yer yoktu, halka tanınan yer bir “sol darbenin yedeği olmak”tı, oysa devrimciler için kimse halktan üstün değildi.

Ve “işin başa düştüğü” yere varılmıştı. Ne yapılacaksa kendimiz yapacaktık. Biz! Bu “biz”, elbette halktı, ama örgütlü olmayan halk, o örgütsüz haliyle yapamazdı kuşkusuz, öyşleyse onun adına devrimciler yapacaktı. Böyle bir sıkıntı vardı, halkın yerine “öncü”yü geçirmeye yönelmiştik. Her şey iyi ve problemsizdi, ama işte burada, sonradan eleştirilip doğrultulacak temel bir yığınak hatası yapılıyordu.

Ancak sevabı günahı tartışma konusu olsa da, hareket, üçüncü karakteristik yönü olarak, halkın egemenliği peşine düşmüş, 60 yıla yakın bir düzen içilik-reformculuk döneminin ardından iktidar perspektifini yeniden sahiplenmiş ve iktidar mücadalesine girmişti. Başarılı olup olmaması artık pratiğin sorunuydu; teorideki tek hataysa, sorunu koyucu ve yürütücü durumundakilerin genç öncülerin tümünün 20’li yaşlarını sürüyor olmalarıyla tolere edilecek türden olan ama yenilgiye götüren temel ve öncü güçler ilişkisindeki karışıklıktı.

BİZ OLMASAK, PEŞİMİZDEN GELENLER…

Yine de belki yenilgiden kaçınılabilirdi; Küba’da öyle olmuş ve Türkiye Devriminin öncülerini ve tutumlarını da o etkilemişti. Ancak Küba’da Castro ve arkadaşlarının şansı şundan yaver gitmişti ki; az sayıdaki genç devrimci “dağa çıktıklarında”, onların başlattıkları mücadele, kitle mücadelesinin yükselişini koşullayarak ülke ölçeğinde “devrim dalgası”nın yükselişiyle ve örneğin zamandaş olarak 2,5 milyon emekçinin genel greviyle çakışmıştı. Oysa bizde “dağa çıkıldığında”, doruğunu 15/16 Haziran 1970’de yaşamış devrim dalgası düşüşe geçmiş ve kitle mücdelesi çoktan gerilemeye başlamıştı. Bedeli ağır olmuş, ama –ayrıntıdaki doğru ve yanlışları bir yana– iktidar sorunu pratik olarak konmuştu: Egemenlik halkın olmalıydı!

Hüseyin İnan, bütün mahkeme heyetinin ağzı açık dinlediği, irticalen yaptığı ve neden “silahlı mücadeleye başlandığı” anlattığı THKO Savunması’nın en son bölümünde söylemişti: Aptal değildik. Bir avuç gençle iktidarın alınamayacağını bilmiyor değildik, ama bir tutum ortaya koymuştuk. Biz olmasak, peşimizden gelenler…

ÖNCEKİ HABER

Çağrılmayan Edip Bey, nasılsınız?

SONRAKİ HABER

'Güzel değilsin' denilip işten atılan da var

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa