04 Haziran 2016 10:52

Kadınların tek adam sistemine rızası var mı?

Biz bugün, verilen mücadelenin, ödenen bedellerin kazandırdıklarıyla “haklarımız var” diyebiliyoruz. 

Paylaş

Sevda KARACA

ORTAÇAĞ’A DÖNÜŞÜN EŞİĞİNDE

İnsanın en temel haklarının kağıt üstünde yazılı olması, yani toplumun hangi ilkelerle bir arada yaşayacağının belirlendiği yasaların var olması, neden önemlidir?
Her şeyden önce o toplumun bir parçası olmaktan doğan haklarımız olduğunu, devlet denilen yönetici aygıtın kurallarının halkın tamamının ihtiyaçlarını ve taleplerini karşılamak için var olduğunu söyler yasalar bize. Bir devlet aygıtının, bir insanın, bir kurumun ya da bir zihniyetin vatandaşın hayati haklarına kast etmemesinin; onun var oluşunun ve geleceğinin teminat altına alınmasının garantisidir.
Kadınların var oluşunun ve geleceğinin teminat altına alınması ise o kadar kolay olmadı. Antik çağlardan bugüne kadınlar, var oluşlarının yasalar nezdinde tanınması ve haklarının garanti altına alınabilmesi için çok bedel ödediler. “İnsan” sayılabilmek için, “vatandaş” sayılabilmek için çok mücadele vermek zorunda kaldılar. Biz bugün, verilen mücadelenin, ödenen bedellerin kazandırdıklarıyla “haklarımız var” diyebiliyoruz. 
Şimdi biz de, tıpkı büyük büyük annelerimiz gibi, bugünümüz ve gelecek kuşakların hakları için çok çetin bir mücadelenin ortasındayız. Bizi geçmiş dönemlerin koşullarına geri göndermeye çalışan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Boşanmaların Önlenmesi Komisyonu’nun raporunda “hepsi bir arada” olunca korkunç bir tabloyla karşı karşıya olduğumuz ortaya çıktı.Ama aslında rapordaki önerilerin çoğu parça parça zaten uygulanıyor. Bugün ise, fiili olarak parça parça elimizden alınan hakların artık yasal düzenlemelerle kağıt üstünde de ortadan kaldırılacağı bir dönemeçteyiz. 
Tıpkı “başkanlık sistemi” tartışmalarında olduğu gibi... Fiili olarak tüm yasama, yürütme, yargı aygıtlarını tek elde toplayan iktidar, kamuoyunda “rıza” oluşturarak topyekün bir yönetim sistemi değişikliğini anayasal düzlemde de hayata geçirmek istiyor. 
Peki, biz kadınların “rızası” olacak mı bu dönüşüme?
Bu dönüşümün kadınların hangi yaşamsal haklarını, nasıl ellerinden aldığına bakarak verelim yanıtımızı:   

YERLİ, MİLLİ, DİNİ KADIN HAKLARI!
Son 15 yıldır, kadınların “hiç olmadığı kadar çok yasal hakka ve uluslararası sözleşmelerin güvencesine” sahip oldukları iddiasını duyduk sürekli. Ancak hem yaşamsal pratiklere, hem torba yasa, yönetmelik gibi düzenlemelere, çeşitli resmi kurumların raporlarına/ önerilerine baktığımızda belki de daha önce hiç olmadığı kadar çok hakkın yasal güvenceden çıkarıldığını, kadınların kazanılmış haklarının fiilen kullanılamaz hale getirildiğini görüyoruz.
20 Temmuz 2010’da Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, “Kadın erkek eşitliğine inanmıyorum, kadın ve erkek fıtratları gereği farklıdır” dedi. Bu söz, devletin her kademesinde eşitliği ima edecek tüm kurumsal düzenlemelerin ortadan kaldırılması ile somutluğa kavuşturuldu.
8 Haziran 2011’de Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı yerine Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı kuruldu. Devlet katında kadınlar artık “çocuklar, yaşlılar ve engelliler” gibi “korunmaya muhtaç toplumsal kesimler” kategorisinde yer alıyor. Bu değişiklik kadınların görünmezleştirilmesi ve aileye hapsedilmesi anlamına geliyordu. Aynı zamanda sosyal politikaların aile temelli olarak yürütüleceğini de ilan ediyordu. 
Bakanlığın ismiyle birlikte Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğünün adı Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü olarak değiştirildi. Kadın erkek eşitliğini güçlendirmek konusunda politikalar üretmekle görevli tek resmi mekanizma olan KSGM, etkisiz ve yetkisiz bir birim haline getirildi. 2015 Eylülünde dönemin Aile Bakanı Ayşen Gürcan da boşlukları “hayır ve dua” ile doldurdu. Gürcan’a göre bakanlık olarak toplumun bakıma muhtaç, dezavantajlı gruplarına hizmet görevini üstlendikleri için bakanlık aslında “hayır ve dua bakanlığı” imiş! Böylece, kadınların hayatını belirleyecek iki kıstas ilan edilmiş oldu. 
8 Ağustos 2013’te yaptığı konuşmasında en az 3 çocuk ısrarını yineleyen dönemin başbakanı Erdoğan, yasaların kendi sözünün hükmü yanında hiçbir şey ifade etmeyeceğinin işaretini şöyle verdi: “Bizim yaşam tarzımıza karışıyorlar, nereden çıktı bu 3 çocuk filan diyorlar. Böyle bir yasa yok. Ben bir başbakan olarak 3 çocuğu tavsiye ediyorum. Bu benim en doğal hakkımdır... Ben bu davaya gönül vermiş hanım kardeşlerime gelin en az 3 çocuğu bu vatana hibe edin diyorum.”
Kadınların yaşamsal haklarının gasp edilmesinin “reisin en doğal hakkı” haline getirildiği bu süreç, aynı zamanda “yeni kadın haklarının” ne olacağının da işaretiydi: “Çocukları vatana hibe etmek” söyleminden sonra “yerli ve milli kadın hakları” tarifiyle şahikasına ulaşan bu kavram yaratma süreci, kadınlara nasıl bir görev atfedildiğini de gösteriyordu. “Bazıları anne olmak istemeyebilir ama kadını birinci seviyeye çıkaran makam budur” diyerek, başka bir makam ya da hak talebinde bulunana gözdağı veriliyordu. Kadının aile içindeki ilk ve tek vazifesi, reisin kuracağı sisteme eklemlenmeye müsait bireyler yetiştirmek oluyordu böylece. Bu görev kadınlara devlet zoruyla kabul ettirilmeye çalışılıyor, devlet zorunun yetmediği yerde din ve inanç zamkı kullanılıyordu.
Toplumu yeniden şekillendirmenin en önemli araçlarından biri haline getirilen ve eğitim alanının tüm olanaklarıyla birlikte devredildiği, Bilal Erdoğan’a ait TÜRGEV’in 20’nci kuruluş yıldönümünde şöyle diyordu Tayyip Erdoğan: “Nüfus planlamasıymış, doğum kontrolüymüş, hiçbir Müslüman aile böyle bir anlayışın içinde olamaz. Rabbim ne diyorsa, sevgili peygamberimiz ne diyorsa biz o yolda gideceğiz.”
Böylece “yerli, milli kadın hakları”na dini kıstaslar eklemlenerek kadınların annelikten ibaret haklarının bile kendi tercihlerine bırakılamayacak bir “buyruk” haline geldiğini görüyorduk.

ADIM ADIM YOK EDİLEN YAŞAMSAL HAKLAR
Kadının haklarını “yaşamsal vazifeleri” uğruna feda etmesi işi sadece kadına da bırakılamayacak kadar önemliydi elbet! “Yerli, milli ve dini” kıstaslar, eğitimden sosyal hizmetlere, sağlıktan gündelik yaşamın her alanına kadınların var olan haklarının yerine ikame ediliyordu. Açıkça “ortaçağa dönüş” ruhu taşıyan bu toplumsal dönüşüm kadınlar için başka bir yaşam şansının kalmadığı bir “zor”la yapılıyordu. Ancak bu “zor”un üstü kadınların hak mücadelesinin kavramları kullanılarak, bu kavramlar yamultularak, içeriği başka şeylerle doldurularak karşımıza “rıza” ve “millet iradesi” olarak çıkarılıyordu.
Örneğin 29 Eylül 2014’te orta öğretim kurumlarında başörtüsü serbestisi getirildi. Eğitime bu doğrudan müdahale, yeni kuşakların, “Yeni Türkiye”nin üzerine inşa edildiği erkek egemen, gerici, piyasacı, rantçı anlayışın sessiz kabullenicileri olmaları için yapılmıştı. Bugün ailelere kızlarını devlet güvencesiyle kapatma “özgürlüğü” veren bu yönetmeliğin, kız çocukları tecavüze uğrarken “rıza” üreten, kadınları ayrı plajlara, otobüslere ve ayrı mekânlara kapatmak isteyen, kadın cinayetleri davalarında askılı bluz, tayt gibi kıyafetleri “tahrik indirimi” gerekçesi yapan zihniyetin bir ürünü olduğunu biliyoruz. İktidar, kadınların ve kız çocuklarının örtünmesi için sistematik bir çaba içinde olduğunu alenen ortaya koymakta bir beis görmedi. Şimdi, “Müslüman ülkede doğum kontrolü olmaz” çıkışının iki paragraf sonrasında “Eğitimin içeriğinde radikal değişiklikler yapacağız” sözlerinin ne anlama geldiğini daha iyi anlıyoruz. 
Kadın-erkek eşitliğine inanmadığını açıkça beyan eden iktidar, eşitliği güvence altına alan her türlü mekanizmanın alaşağı edilmesi için her türlü imkandan faydalanacağını da göstermiş oldu. Üstelik bunu yaparken her zaman şikayet ettiği, bir zamanlar başörtülü kadınlara uygulanan “devlet zoru”nu tepe tepe kullanmaktan kaçınmadı. Bütün bunları yaparken ise arkasına sığındığı temel argüman “kadınların eğitim alma, inancını özgürce yaşama, çalışma haklarının tesisi” idi. 
4+4+4 ile eğitim sisteminde temel eğitimi 8 yıldan 4 yıla indiren, böylece emekçi çocuklarının 10-11 yaşlarında meslek liseleri ve imam hatip liselerine yönlendirilmesini sağlayan AKP, lisede evliliğe de onay getirmişti. Mevcut yönetmelikteki “Evli olanların kayıtları yapılmaz. Öğrenci iken evlenenlerin kayıtları silinerek okulla ilişkileri kesilir” düzenlemesi, “Evli olanların kayıtları yapılmaz” şeklinde değiştirildi.
Bunlarla beraber Anayasa Mahkemesi resmi nikah kıymadan dini nikah kıyan imamlara ve çiftlere ceza verilmesini gerektiren maddeyi kaldırdı. Böylece hiçbir yasal zorla karşı karşıya gelmeden, rahatça kadınlar ve kız çocukları ile birlikte olup, canı sıkılınca da “boş ol” diyebilecek erkeklere cesaret verilmiş oldu, çocuk yaşta evlilikler teşvik edildi, çok eşliliğin önü açıldı.
Türk Ceza Kanunu’nda 2014 yılında yapılan değişiklikle, kadınların tüm itirazlarına rağmen cinsel suçlarda “sarkıntılık” kavramı geri getirildi. Böylece kimi cinsel suçlarda 5-10 yıl arası olan ceza 2-5 yıla indirildi. Hatta yapılan değişiklikle, çocuk istismarına ‘çocuğa cinsel taciz’ denerek iki ay gibi komik cezalar getirildi. Yani kadınlara ve çocuklara karşı cinsel suç işleyenlere “gizli af” yapıldı. 
Şimdi Mecliste bekleyen yeni torba kanunla, bir adım daha ileri gidilerek, bu suçlarda “uzlaştırma/ pazarlık” ile ikinci bir büyük af getiriliyor. Hatta bu suçlar neredeyse suç olmaktan çıkarılıyor! 
Kadınların şiddet uygulayanlar ile uzlaştırılması çabasının arkaik bir yönü daha var. Kadınlar, vatandaşlık bağı ile bağlı oldukları devletin hukuk kurallarından azade hale getirilip babanın, kocanın, ailenin, mahallenin “mahiyetine” geri gönderiliyor. Bu mantığı, Kadına Yönelik Şiddetin Araştırılması Komisyonunun AKP’li üyeleri “mahallenin akil insanının sorunların çözümünde devreye girmesinin Türk kültüründe yeri olduğunu” söyleyerek ortaya koymuşlardı. 
Bugün, AKP’nin 8 Mart 2014’te “kadınlara hediye ettik” diye övündüğü “6284 Sayılı Ailenin  Korunması Ve Kadına Yönelik Şiddetin Önlenmesi” yasası başta Adalet Bakanı Bozdağ olmak üzere AKP sözcülerinin hedefinde. Kadınlar hala şiddetin ortasındayken AKP’li bir vekilin “Bu yasa kadınların kocalarını evden atıp sevgililerini eve almalarına yarıyor, erkekleri mağdur ediyor” sözleri, bu zihniyetin alamet-i farikası. Boşanmaların Önlenmesi Komisyonu’nun önerileri ise önümüzdeki günlerde bizi nelerin beklediğinin beyanı...

‘REİSİN BUYRUĞU’ EVLERİN İÇİNE BAKIN NASIL SOKULUYOR
Kadınların güçlenmesinin, daha doğrusu birey olmasının, bağımsızlaşmasının nasıl bir tehdit olarak algılandığı her geçen gün daha fazla ete kemiğe bürünüyor. Devlet bir yandan tüm hizmetlerden elini teker teker çekerken, bir yandan da gündelik hayatın din odaklı yeniden dizaynında kamu hizmetlerinin olanaklarını seferber ediyor. Fiili ve yasal düzenlemeler eşliğinde kadın bedeni ve kimliği denetim altına alınıyor:
-    Bu uygulamalardan biri sosyal hizmetlerde ‘vaize’ atamaları olarak karşımıza çıktı. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın ortak projesiyle şiddete uğrayan kadınlara dini telkinlerde bulunuluyor. Üstelik bu “hizmetin” adına da “manevi bakım hizmeti” deniyor. Bunu aile içi şiddet ve boşanmaların önüne geçebilmek için uygulamaya sokulan “aile irşat ekipleri” izliyor.  
-    Aile ve Sosyal Politikalar, Diyanet ve Sağlık bakanlıkları arasında işbirliği protokolleri imzalandı. Buna göre örneğin sağlık alanıyla ilgili ‘politikaların tanıtılması ve duyarlılığın artırılması’ için camiler, Kur’an kursları, din adamları görevlendirilerek bir etki alanı oluşturulması amaçlanıyor. Protokoldeki konu başlıklarından ikisinin “ana-çocuk sağlığı” ve “aile planlaması” olması da elbette dikkate değer. “Aile yapısının ve değerlerinin korunması”, “aileyi tehdit eden problemlerin çözülmesi”, “ailenin güçlendirilmesi”, “aile fertlerinin bilinçlendirilmesi” gibi amaçlar için Diyanet’in imkânlarından istifade edilecek! Yani reisin “Müslüman ülkede doğum kontrolü olmaz” buyruğu her eve bizzat sosyal hizmet görevlileri, din görevlileri ve sağlık personeli eliyle sokulacak.  

TEK REİS O!
İktidar, devletin aileye yönelik müdahalelerini öyle bir noktaya getirdi ki, aile reisi ilan ettiği erkeği bile aradan çıkarmış durumda. Kadınların kaç çocuk doğuracağından doğum kontrol yöntemi kullanıp kullanmayacağına, çocukları nasıl “dindar ve kindar” yetiştireceklerinden evin ihtiyaçları için nasıl harcama yapılacağına kadar her şeye karar veren bir “reis” varken, evdeki reise ne gerek var! 

ÖNCEKİ HABER

Cumartesi Anneleri'nin arasından seslendi: Oğlum nerede?

SONRAKİ HABER

Caroline, Susannah, Millicent ve bizim hikâyemiz

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa