5 Haziran 2016 07:15

Kürtlere rehabilitasyon, insan tacirlerine alkış

Hakkı ÖZDAL

Bu yazının yazıldığı cuma günü, Türkiye’nin içinde bulunduğu durumu moral (etik) ve siyasal (politik) olarak betimleyen iki “olgu”nun, benzerlerine ancak vodvillerde rastlanacak türden bir çakışmayla birbirinin üstüne bindiği bir gün oldu.

Bunlardan birincisi, o sabah yayınlanan Milliyet gazetesindeki bir röportajda endam etti. Gazetenin Ankara Temsilcisi Serpil Çevikcan’a konuşan Başbakan Yardımcısı Tuğrul Türkeş, neredeyse bir yıldır askeri operasyonların sürdüğü ve bazı yerleşim birimleri tamamen yıkılıp yok edilmiş olan Kürt illerine yönelik bir “rehabilitasyon” faaliyetine girişileceğini ve bunu hükümet adına kendisinin koordine edeceğini söylüyordu. Türkeş, “[bölgenin] manevi kültürel tarafının tekrardan yapılandırılabilmesi” olarak tarif ettiği bu “rehabilitasyon” ile kendi siyasal/tarihsel kimliği arasındaki açık çelişkiye karşı ise son derece özgüvenliydi: “Urfa’dan Diyarbakır’a dünya kadar tanıdığım var; ben de onlar kadar Kürdüm…”

İkinci olgu ise; kayıp, tecavüz, cinayet gibi adli vakalara yönelik sorumsuz “soruşturma”lar yaptığı televizyon programıyla bilinen ve Türk medyasına aslen “magazin” dünyası tarafından kazandırılan Müge Anlı’nın, Ege Denizi’nde insan kaçakçılığı yapan bir simsar ile giriştiği canlı yayında ortaya çıktı. Anlı, kaçakçılığın yasa ihlali olduğunu hatırlatan gülüşmeli kırıtmaların ardından, söz konusu simsarın, stüdyoda bir tür “kanlı canlı efekt otomatı” olarak oturtulan izleyicileri tarafından alkışlanmasıyla sonuçlanacak bir “soruşturma” yürütmüştü.
***
İlkinde esasen şaşılacak bir şey yok. Türkiye’de İslami/muhafazakar bir tür “yeni burjuvazinin” inşasına da eşlik edecek şekilde 14 yıldır iktidarı elinde tutan siyasi blokun, rejimin eski sahiplerine karşı daha geniş bir toplumsal rızaya ihtiyaç duyduğu yıllarda gevelediği “çözüm süreci”nin çöküşü, geçtiğimiz yıl 7 Haziran’da yapılan seçimin aylar öncesinde, “yeni” devletin partisi adına bizzat seçim propagandası yürüten Cumhurbaşkanı tarafından ilan edilmişti. Kürt şehirlerinde, konuştuğu kürsülerin karşısına tehditkar Valilik/Kaymakamlık genelgeleriyle zorunlu olarak istiflenmiş devlet memurlarına ve az sayıdaki Kürde Kuran sallayıp “artık Kürt sorunu yoktur” diye bağırırken “yeni” konsepti de resmetmişti. Seçimin hemen sonrasında, bu konuşmaların “hakkını verecek” şekilde girişilen imha savaşı, bir zamanlar “terör” suçlamasıyla hapislere doldurularak direnci kırılan ve etkisizleştirilen eski “devletlü” takımıyla, bir başka “terör” diskuru üzerinden uzlaşıldığını da ilan ediyordu. Devletin yeni partisi, aynı devletin eski resmi/gayrıresmi yöneticilerinde bir “çocukluk hastalığı” alerjisine yol açan dinci gericiliğinin artık mevzubahis olmayacağı şekilde “ortak düşman ve ortak savaşı” duyurmuştu; üstelik, incelikli bir jest yaparcasına (ya da çaresizce), bizzat, vaktiyle “boğaz boğaza” gelinmiş o eskilerin dönemine ait bir “taarruz” parolasıyla: “Son terörist etkisiz hale getirilinceye dek…”

Bu, aynı zamanda, 12 Eylül faşist rejimiyle dikte edilen yeni toplumsal düzenle, inşasına İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra başlanmış, Amerikan müttefiki, NATO mevzisi ve antikomünist Türkiye devlet aygıtının beklenen “vuslatı” idi. Sanki, (öncesi bir yana) 36 yıldır, dinci gericiliği, toplumsal muhalefete ve sosyalizme karşı bir çökertme mayası olarak kullanmamış gibi, o mayanın doğal sonucu olan bu İslamcı hegemonyaya karşı bir süre çaresiz “laik duyarlılıklar” geliştiren kalın kafalı devlet unsurları, asıl olanın “beka” olduğunu hatırlayarak, şimdi kürsülerde kendi nostaljik sloganlarını haykıran bu İslamcı mutantların bizzat “devletin kendisi” olduğunu memnuniyetle kabullendi. İktidar blokundaki bu “vuslat”tan hemen sonra, sembolik bir isim ve pozisyon olarak Tuğrul Türkeş’in, bir süre sonra da bir bütün olarak MHP merkezinin açık ya da örtük olarak devlet-partiye iltihakı tesadüf değildi.

Devlet adına komünizmle savaşmak üzere paramiliter çetelerin yetiştirildiği kamplarda doğmuş bir sivil faşist hareketin ikonik liderinin oğlu, devletin “şimdi ve burada” temsil edildiği noktaya hicret etti. Bugün “Kürt halkının rehabilitasyonu” ile görevlendirilmiş olması, kendisini, bir zamanlar “ihanet süreci” yürütmekle suçladığı saflara sürükleyen “genetik sezgi”sinin haklılığını gösteriyor. Türkiye egemenlerinin “devlet”i, ırkçı milliyetçilik ve dinci taassubun tüm temsilcilerinin kendini “evinde” hissettiği bir devlettir. Ve bu “devlet”, kimi zaman bir darbe mekanizmasına, kimi zaman bir savaş aygıtına ve kimi zaman da –şimdi olduğu gibi– her ikisine birden dönüşerek, “beka” uğruna “çöküntü” üretmektedir.
***
Bir insan tacirinin makbul vatandaş olarak alkışlandığı ikinci “olay” ise devletin ürettiği bu çöküntünün toplum ve gündelik yaşamda yol açtığı enfeksiyon olarak görülmeli. Yıllardır beklediği “seri katili”ne kavuşamamış ama bu konudaki ihtirasını da kaybetmemiş medya popülizminin, İstanbul’da işlenmiş hunhar bir cinayet ve onun firari zanlısı hakkında “içerik” üretirken gösterdiği ilkesizlik, canı alınmış bir insan için ‘adalet’ ararken insanlıktan ‘sapma’ değildir. Çünkü bunlar, daha birkaç gün önce “kaçaktan” dönerken bombalanan ve cenazelerine dahi hakaretler yağdırdıkları Roboski köylüleri, aynı hafta içinde bir kez daha vurulmuş ve yine canları alınmışken,‘adalet’ aramazlar. Çay ve tütün kaçakçılığı yapmanın, “öldürülmeyi meşrulaştıracak” bir iştigal; yurtlarındaki ölümden kaçan çaresizleri Ege Denizi’ne gömecek şekilde insan kaçakçılığı yapmanınsa, “gerekirse alkışlamaktan bile kaçınılmayacak” bir tür “hınzırlık” olarak görülmesi, bir ‘sapma’, ‘gaf’ ya da ‘ilkesizlik’ değil, bu devletin ve onun kültür “pınarlarından” beslenen yüzlerinin ilkesidir: Kimin öldürüldüğüne değil, kimin öldürdüğüne bakarlar. Ve bu denklemdeki pozisyonları uygunsa, ölenleri rehabilite edip öldürenleri alkışlayabilirler…

Evrensel'i Takip Et