5 Haziran 2016 07:43

Oğlunun bilincini yakalamaya koşuyor

Tekgül Arı, Zonguldak’taki Balçınlar Maden Ocağında ücretlerini alamadıkları için maden içerisinde on bir gün direnen maden işçilerini yazdı.

Oğlunun bilincini yakalamaya koşuyor

Tekgül ARI

Bir yalnızlık sarmalının içinde uzun zamandır sessizliğe duruyoruz. Sessizliğin içinde boğuluyoruz, yine de sesimizi açamıyoruz.
Yalnızlığa sığınıyoruz her birimiz.
Elimizi uzatsak kimse tutmayacak. Sesimizi açıp feryat etsek kimse koşmayacak. Ya da parmakların kıpırdadığı, adımların atıldığı an, gürültülü patırtılı bir sesle olduğumuz yerde durduruverecekler bizi.
Korkuyoruz.
Öyle çok korkuyoruz ki eller, ayaklar taş kesiliyor. Yutkunuyoruz sonra ‘neden korkuyoruz,’ cümlesini. Aldırmaz olup günü kotarmanın peşinde, mesela pikniğe gidiyoruz. Mesela AVM’lerde vitrinlere bakıyoruz. Mesela dilenen mültecilere kızıyoruz. Mesela yıkılan şehirlere, ölen sivillere, hızla sırtımızı dönüyoruz. Mesela camiye gidiyoruz, avuç açıyoruz, kendi durumumuza şükrediyoruz, diğerleri umurumuzda bile değil.
Bize ne dayatılırsa hemen inanıveriyoruz. Öyle çok ‘mesele’nin içinden ışık hızıyla geçiyoruz ki ‘mesele’leri de kaçırıyoruz böylece. Soma’da ölenler için ağıtlar yakanlar, Kilimli’de, Balçınlar kömür ocağında, açlık grevi yapanları dikkate bile almıyorlar. Muhakkak ölünce dikkate alacaklar. Sosyal medyada acılarını dökecekler, ağlayacaklar, şiirler yazacaklar, kitaplar hazırlayacaklar. Birileri de çıkıp “Ne güzel öldüler” ya da “Açlıkla sınandılar, Allah günahlarını affetsin!” diyecek. Öyle çok şey söylenecek ki. Mesela PKK işbirlikçisi teröristler denecek ya da paralel yapı FETÖ’cü olacaklar. Sesleri bu nedenle madenci ailelerinin kesik-kısık çıkacak. Bu nedenle direniş için ailelerin yanında olan TMMOB’a, bonzai içicileri saldıracak, haber yapılacak, aileler saldırdı, diye. Herkese düşman, AKP’li bir belediye encümeni ailelere seslenecek, “İçinizde pislikler var, temizleyin,”diyecek. Öyle çok şey söylenecek ki gitmediğimiz, görmediğimiz, duymadığımız, haber yapmadığımız için, biz sadece okuduklarımıza, televizyonlara inanacağız. Ya da boşver, diyerek kurduğumuz dünyalarımızı korumak için sıkıca sarılacağız. Bizler sıkıca sarıldıkça kendi kurduklarımıza, bir gün sıra bize gelir mi, düşüncesini de hemen kovacağız.


Her türlü iftiranın atılacağı bir ülkede hak aramak elbette zorlaşıyor. Ancak açlık baş göstermeye başladıysa, tutamazsınız kimseyi. Seksen beş maden emekçisi, dört aydır, kayyum atanmasına rağmen maaşlarını alamıyordu. Kayyumlara verilen maaşlarla onların hakkı olan paralar ödenebilirdi. Devlet De-Ka Madenciliğin deposunda bulunan 5000 ton kömüre anında el koyarak işçilerin maaşlarını verebilirdi. Fetih töreni için harcanan milyonlarca liranın küçük bir kısmı işçilerin maaşlarına yatırılarak onların kalbi öncelikli fethedilebilirdi.
Bunların hiçbiri olmadı. Sadece fetih gününün üzerinde madenci karası olmasın, diye ikna edildi işçiler.
Madenciler on bir günlük direniş boyunca, açlığın yanında, metan gazı ve buz kesen soğuk bir ortamda, iri farelerin arkadaşlığıyla direnişlerini sürdürdüler.
Balçınlar Maden Ocağında süren direnişin dokuzuncu günü maden emekçisi, yazar Alaaddin Kara ile birlikte oradaydık. Pelit Sokak yalnız bırakılmıştı. Sadece polis barikatı vardı.  Güvenlik nedeniyle ne ocağa ne de ailelerin bulunduğu yere gitmemize izin verdiler. Birinci derece akrabaların geçiş hakkı vardı. Sokakta bekledik. Madenci aileleri birer ikişer geliyor, gidiyordu. Hepsi kaygılı bir bekleyiş içindeydiler. Çoğu konuşmaktan ürküyor, bazıları da her şeyi göze alıp polisin göremeyeceği noktalarda temkinli cevaplar veriyorlardı, sorularımıza. 88  “Dört aydır maaş alamıyoruz. Öncesinde aldığımız paranın, beş yüz lirasını işveren bizden geri alıyordu. Parayı vermek istemeyince, işten çıkarmak istiyorlardı.” diyor bir maden emekçisi. Anlaşılan o ki işveren yasal olarak kayıt dışı elde edeceği gelirin önünü bu yolla keserken, işçilerin maaşlarından haracını da kesmiş oluyor.
Balçınlar Ocağı’nın yetki belgesinin süresi geçmesine rağmen kaçak olarak çalışmaya devam edilmiş. İşçiler ilk ay, kredi kartlarıyla idare etmişler. ikinci ay, eş dosttan borç harç almışlar. Üçüncü ay ne kredi kartı ne de eş dosttan borç bulamamışlar. Dördüncü ay iyice dara düşmüşler. Bu arada elektrik, su ve telefon faturaları da ödenemiyormuş. Kredi kartları borçlarının üzerine temerrüt faizi de eklenince, ekmek parasını da bulamayınca, yeter artık, maaşımızı ödeyin, diyerek direnişe başlamışlar. Bir de bazı işçilere şirket, nakit sıkışıklığını gidermek için kredi çektirmiş. Şimdi bu borçları kim, nasıl kapatılacak?
Direnişte yer alan Erhan, dördüncü gün havasızlık ve açlıktan dolayı hastalanarak, hastaneye gönderilmiş. Oldukça sessiz ve ocakta direnen arkadaşları için kaygılıydı. Yüzü gergin, gözleri kanlıydı. Onları yarı yolda bırakmanın hüznü vardı, sanki sesinin tınısında:
“Maden çok soğuktu. Altımıza kamaları serdik. Hava çok kötü olduğu için çok çabuk kendimizden geçiyorduk. Hava olmayan yerlerde metan çoğalıyor. Hava olan yerde durunca da çok soğuk oluyor. Açlık grevinde baş dönmesi, mide bulantısı ve bilinç kaybı yaşadım. İlk günler dışarıdakileri, ailemi düşündüm. Bilinç kayboldukça hiçbir şey düşünemez oldum. Boşluk oluyor.” Daha fazla konuşmadı Erhan. Hâlâ içindeki boşluktan kurtulmaya çalışıyordu.
Kocası grevde olan Zeynep, öfkeliydi. Yanındaki diğer kadınlar öfkelerini bastırmaya çalışıyordu.
“Susturuyorlar dokuz gündür bizi. Sesimizi çıkaramıyoruz. Yalan yanlış haber yapılıyor. Canlı kanlı mezara gömdü kocalarımız kendilerini. Haber alamıyoruz. Zayıflamışlar, ayakları şişmiş. Maaşlarımızı istiyoruz. Faturaları ödeyemedik. Aç bıraktılar bizi.” diyor Zeynep. Diğerleri de onaylıyor. “Zaten madene her gittiklerinde başlarına bir şeyler gelecek diye korkuyoruz, şimdi de bizi aç bırakmamak için grev yapıyorlar,” diyor diğer siyah kazaklı kadın.


Ocağı ziyaret eden iki madenciye direnenlerin durumunu soruyorum:
“Durumları iyi değil. Psikolojileri iyice bozulmuş. Kimi görseler sarılıp ağlıyorlar. Hakkımızı istiyoruz biz. Ekmeğimizi. Devlet bize açıklama yapmadı. İki asgari ücret vermeleri gerekirken tek asgari ücret veriyorlar. Şikâyet edince, istersen çık, diyorlar. İş yok, olsa çalışır mıydık?” diyorlar. İsimlerini vermiyorlar.
Koştura koştura yaşlı bir kadın geliyor. Hayriye Ana. Dudakları titriyor, parmaklarına tutunmuş, güç bulmaya çalışıyor. Bacaklarının ağrısını takmıyor bile. Oğluna koşuyor:
“Dört kızı var oğlumun, babalarını bekliyorlar. Oğlumu görmeliyim” diyor koşturarak. Kaygı göz aklarından sarı sarı bakıyor. Açlık grevinde bilinçlerini yitirdiklerini, analarını bile tanımaz hale geldiklerini duymuş Hayriye Ana. Oğlunun bilincini yakalamaya koşuyor...
Bazıları konuşmak istemiyor, sadece, “Sizler biliyorsunuz zaten her şeyi, yazın,” diyorlar. “Vali ve Kayyum bizlere, yapılacak bir şey yok deyince aniden açlık grevi yapma kararı aldık.” diyor diğer işçi. Polislerin görüş alanında olup olmadığımızı kontrol ederek. “Havalandırmanın üstünü kapatmasaydılar, ocağın önünü çökertmezdik. Tepki gösterdik. Sonra açtırdık, hastalıklar baş gösterince. Açlıktan çok havasızlık kötüydü,” diyor diğeri. Yalnız bırakıldıklarını düşünüyor diğeri, “Ölünce mi yanımızda olacaklardı?” diyerek uzaklaşıyorlar yanımızdan.
On bir günlük bir direnişin galibi mi oldu işçiler? Evet, direndiler, açlıkla, aç kalmamak için. 1.750 TL, ilk etapta ödenecek tutarmış. Ya kalan tutar, ya tazminatları? Hangi deliği kapatır 1.750 TL? Umarım, maden emekçilerine daha fazla eziyet etmeden, hakları olan paralar hemen ödenir, yetkililerce.
Peki, bundan sonra ne yapacak maden emekçileri, nerede çalışacaklar? Kaçak madenlerde mi? Mecburen, ölümüne çalışacaklar. Açlıkla başka türlü nasıl baş edilebilir ki?

Kilimli-27.05. 2016 / Mutfak-29.05.2016

Evrensel'i Takip Et