09 Haziran 2016 14:24

Burjuva gemisi

Rousseau adlı bir geminin hikayesi bu...

Paylaş

Ozan Özgün ÇÖRDÜK
Pamukkale Üniversitesi 

Rousseau adlı bir geminin hikayesi bu, Afrika’dan Amerika’ya kadar uzanan yolculuktan çıkan. Atlas Okyanusu’nun haşmetli dalgalarının üstünden en iyi şekilde geçiyordu, özel kerestelerle hazırlanmış iyi görünümlü ve bakımlı bir gemiydi. Talihsiz Atlantis’in üzerinden yelkenleri rüzgarla dolmuş bir şekilde hızla ilerliyor, okyanusun karanlık sularını, kendi parıltılı yansımasıyla aydınlatıyordu. Adını aldığı Rousseau gibi ışık saçıyordu etrafa. Ama bu sadece bir yansımaydı ve sadece dışardan görünüşüydü. 
Okyanusun karanlığından daha derin bir karanlık yatıyordu içinde o şehvetli geminin. Özel kerestelere gömülmüş acılar, geminin dışından belli olmayacak şekilde gizlenmişti. Yüzlerce Afrikalı kadın, erkek ve çocuk korkulu gözlerle geçiyordu batık kıta Atlantis’in üzerinden. Zincirli elleri ve ayaklarıyla özgürlüğü düşleyecek halleri bile kalmayan yüzlerce kölenin ortak hikayesi bu. Aslında sadece geminin ve içindekilerin değil bütün dünyanın paylaştığı ve ortak olduğu bir hikâye. 


BİR ESİN KAYNAĞI OLARAK ROUSSEAU VE AYDINLANMA


Geminin ismi, 18.yüzyıl Aydınlanmacılarının başında gelen Jean-Jacques Rousseau’dan esinlenerek konuluyor. Afrika’dan aldığı köleleri Atlas Okyanusu’nu geçerek Amerika kıtasına taşıyordu. Milyonlarca insana zincir vuran efendiler, dönemin aydınlanmacılarının ismini işte böyle kullanıyordu. Tıpkı gemide olduğu gibi efendilerin de dışı, parlak kelimeler ve eşyalarla doluyken, yaşamları ve yaptıkları oldukça karanlıktı. 
Avrupa’nın 16., 17. ve 18. yüzyıllarındaki burjuva zenginliğinin altında yatan gerçek. Siyahi kölelerin ve Güney Amerika halklarının zora dayalı çalışması Avrupa’ya çok miktarda zenginlik ve kar sağladı. Efendilerin, kralların, soyluların ya da en geniş anlamıyla mülk sahiplerinin zenginliğin kaynağıydı bu köleler. 
Dönemin burjuvazisi bu insanlık dışı uygulamalarını işte bu şekilde saklıyorlardı. En aydınlık fikirleri veya düşünceleri kendi çıkarları ve zenginlik dolu dünyaları için kullanmayı çok iyi öğrenmişlerdi. Bütün sanat eserleri, romanlar, şiirler, resimler, bu dünyaya ve insanlığa ait olan her şeyi efendilerin hizmeti altına almayı kendilerine amaç olarak belirlemişlerdi. Bu duruma alet edilen önemli düşünürlerden sadece biriydi Rousseau.  
Ancak J.J.Rousseau, İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Temeli adlı eserinde oldukça iyi bir şekilde açıklıyor bu durumu.
Bir toprak parçasını çitle çevirip burası bana aittir diyen ve buna inanacak sıradan insanlar bulan ilk kişi, uygar toplumunda ilk kurucusu olmuştur. Biri çıkıp da kazıkları söküp, sınırları ortadan kaldırıp, hemcinslerine, ‘’sakın ola ki bu yalancıyı dinlemeyin, eğer toprağın ve kazancın herkese ait olduğunu unutursanız, bu sizin sonunuz olur’’ diyebilseydi, insanlığı bunca cinayet, savaş, sefalet ve iğrençlikten kurtarmış olurdu. Açıkça görüldüğü gibi, iş o hale gelmiş durumda ki artık eskisi gibi devam etmesi mümkün değil.
O çitler kaldırılmadı belki ilk dikildiği an ama Rousseau’nun da dediği gibi eskisi gibi devam etmesi mümkün değil.

 
MEDUSA’NIN SALI


Fransız ressam Théodore Géricault’un Medusa’nın Salı adlı tablosu ise hikayemizin en son kısmına görsel bir zenginlik ve anlam katıyor. Tablo 19.yüzyıl Fransız romantizminin en önemli örneklerinden biri. 1816 yılında gerçekleşen bir deniz kazısından ilham alınarak yapılan eser bize önemli bir çıkış noktası sunuyor.
Kayalıklara çarparak batan Fransız gemisinin içindekiler bir sal yaparak küçük bir adaya ulaşmayı başarıyorlar. Geminin taşıdıkları yükler arsında Afrikalı köleler, bir de onların efendileri var. Batan geminin parçalarından yapılan sala köleler ve efendiler can pahasına doluşmuşlardı ama daha çok efendiler vardı. Günlerce adada açlık ve susuzluk çektiler, bunun sonucunda çoğu hayatını kaybetti. Ama tablonun en önemli ayrıntısı salın tepesine doğru yönelen siyahi bir kölenin ilerdeki bir gemiye kendilerini belli etme çabası ve bu durumda kölenin ayaklarına sarılıp bitkinlikten kollarını bile kaldıramayan efendiler. Onca gündür açlıkla savaşmalarına rağmen köle adam zaten bu duruma alışmıştı ve tüm gücüyle işaret veriyordu tekneye. Efendileri efendi yapan gemi artık yoktu ve köleler o salda efendileri kadar eşitti şimdi. Zenginlikleri için muhtaç oldukları kölelere artık hayatları içinde mecbur kalmıştı efendiler. 
Yazıyı yine Jean-Jacques Rousseau’nun toplum sözleşmesi adlı 
kitabının ilk bölümünün başlangıç cümlesinden bir alıntı yaparak sonlandırmak iyi olacak. İnsan özgür doğar, ama he yerde zincire vurulur. Bir nice kişi, bakarsınız kendisini başkalarının efendisi sanır; oysa başkalarından daha az köle değildir. 

ÖNCEKİ HABER

Eğitim Sen: Haklı mücadelemiz yıpratılmak isteniyor

SONRAKİ HABER

Alevi erenlerinden Ebu’l Vefa Halifesi Dede Garkın

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa