12 Haziran 2016 04:57

‘Onun şiiri bir umut türküsü’

Adnan Özyalçıner’le, Sennur Sezer’in edebiyata kattıklarını, politik tarafını, yaşam arkadaşını, Haziran ayı deyince akla gelen şairleri konuştuk.

Paylaş

Ezgi GÖRGÜ

80 yaşında bir çınarla konuşmak, umut dolmak, aslında ruhunun ne kadar enerjik olduğu hissine kapılmak. Üst üste gelen patlamalar, ardından yaşanan acılar, eksiklikler, yokluklar... O kadar çok şey sığdırdık ki şu son 8 aya, 80 yaşında bir çınarın görüp görebileceği acıyı biz kısa sürede gördük, duyduk, hissettik. Adnan Özyalçıner’le, Sennur Sezer’in edebiyata kattıklarını, politik tarafını, yaşam arkadaşını, Haziran ayı deyince akla gelen Nâzım Hikmet’i, Ahmed Arif’i ve Orhan Kemal’i ve edebiyatını konuştuk.
Özyalçıner, anlatılan her hikayeye, şiire, yazılan her edebi metine dikkat çekerek ‘Zaman yok, mekan yok, insan yok, toplum yok. O zaman neyi anlatacaksın?’ diye soruyor

Sennur Sezer, şimdi tüm anılarıyla beraber bir sonsuzlukta yer alıyor, bir de bizim gönüllerimizde. Onu anlatmak için ilk olarak neler dersiniz?
Sennur, 12 Haziran’da 73 yaşına bastı. O gerçekte yanımda değil gibi görünüyorsa da ben hala onunla beraberim, o benimle birlikte. Okurlarıyla birlikte olduğu için benimle birlikte. Şiirleriyle olduğu için benimle birlikte. Sennur Sezer, şiirleriyle hep bir umudu söyledi, bir umudu türküledi. Şiirinde en çok emeği, emekçileri, işçileri, onların mücadeleleriyle direnişlerini anlattı. Halkın hak ve özgürlükleri konusunda çalıştı, bunu şiirlerine taşıdı, eşitlikçi, paylaşımcı, savaşsız, sömürüsüz bir dünyanın özlemi içindeydi. Onun güzelliklerini şiirinde yansıttı. Sennur Sezer, bir şiirinde ‘ağrımasa bilir miydim yüreğimin yerini’ diyor. Şimdi çok iyi biliyoruz, çünkü kentleri yakıp yıkarak, çocukları, insanları öldürerek baskılarla, zulümlerle bizi sınamaya kalkıyorlar. Onun için yüreklerimizi çok çok ağrıtıyorlar. Daha çok biliyoruz artık yüreklerimizin yerini... Sennur bunu bize çok önceden söyledi ama biz bunu çok acı bir şekilde bugün yaşıyoruz ve duyuyoruz.

Bu seneden itibaren Sennur Sezer adına şiir ve öykü ödülleri dağıtılacak. Bu hem işçi ve emekçilerin yazdıklarının profesyonel isimlerden biraraya gelen bir seçici kurul tarafından değerlendirilmesi demek hem de sınıf içinde hareket eden bir şairin de sürekli akılda tutulması ve hatırlanması demek. Gıda İş Sendikası’nın bu girişimini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Evet bugün Sennur Sezer’in yol göstericiliğinde Gıda-İş Sendikası, Emek-Direniş Şiir ve Öykü Ödülleri koydu. Özellikle işçilerin yazması istendi. Çünkü Sennur hep işçilerin yanında oldu, onların mücadeleleri, direnişleri, eylemleri içinde... Yaşamasıyla da, şiirleriyle de hep onlarla birlikteydi. Onun için işçilerin birinci elden yazacakları bu öykü ve şiirler çok önemli olacaktı. Nitekim ben de öykü dalında seçici kurul üyesiydim. Bu seçici kurulda 23 işçi yazarın 39 öyküsünü okudum. Ama hepsi içerik olarak doğruydu, belki teknik olarak birtakım zayıflıkları vardı ama seçilen öyküler yani kazanan öyküler tamamen ustalıklı ve işçilerin toplumcu gerçekçi sanatımıza yeni bir tazelik getireceklerini de gösterdiler.

İşçilerin öykülerinde nelerle karşılaştınız?
Öyküler genel olarak çalışma koşullarını, bu koşullarda hem kötü çalışma koşulları, işçilerin nasıl direndikleri, nasıl yaşama tutundukları anlatılıyordu. İlk elden olduğu için, kendi yaşamları olduğu için çok da duygusaldı bu bakımdan. Onun için ben sendikanın bu konudaki girişimini kutluyorum. Böylece yeni işçi yazarların geleceğine ve her yıl bunun artacağına daha da ustalaşacaklarına inanıyorum. Seçtiğimiz öyküler zaten çok usta öykülerdi, o nedenle bu işin geleceği olacağına hiç kuşkum yok.  

İşçi edebiyatı adına yaşayan bir damar var diyebiliriz, öyle mi?
Tabi var, bu ödül bunu daha da geliştirecektir sanıyorum. Her taraftan geldi öyküler, yalnız İstanbul’dan değil, yurtdışından gelen öyküler de vardı. Şiirlerin de öyle olduğunu tahmin edebiliyorum. Şiirleri görmedim ama Sennur Sezer’i utandırmayacak bir seçki olduğuna eminim. Çünkü onlar da Sennur ablalarını çok iyi izlediler, çok iyi biliyorlar, onun gösterdiği yoldan tam olarak bir çırak olarak ama ustalaşarak ilerliyorlar.

Sennur Sezer’in yazdıklarında sınıfa dönük bir yanı var, sınıfsal açıdan ele alarak karakterlerini yerleştirdi şiirlerine. Bu anlayışı hangi yönleriyle ele almak gerekir?
Önemli olan şu; Sennur’un ya da benim sınıfa ya da topluma dönük olan yazım anlayışımız konusunda belli bir ayrım var, bu kadın ya da erkek tüm yazarlarda böyledir. Eğer bir yazar insanı anlatıyorsa, toplumla olan ilişkileri, insanın insanla ve insanın çevreyle olan ilişkisini anlatıyorsa toplumcu gerçekçi olmasına gerek yok. O da bir insan gerçeğini anlatıyor, toplum gerçeğini anlatıyor. Ama öyle yazarlar var ki sadece kendilerini anlatıyor, sadece iç dökümü yapıyorlar. O zaman hiç bir işe yaramıyor, çünkü orada zaman yok, mekan yok, insan yok, toplum yok. O zaman neyi anlatacaksın?

YAZA, YENİ BİR YAŞAMA AÇILAN BİR KAPI; HAZİRAN

Nâzım Hikmet, Ahmed Arif, Orhan Kemal. Üçü de haziran ayının ilk günlerinde yitirdiğimiz şairler ve yazarlardan. Sadece edebiyatla değil politik söylemleri, edebi anlayışları ve eserlerine kattıkları yaşamlardan da hep okunacak, bilinecek üç isim. Nâzım’la başlasak?
Yazarın dediği gibi Haziran’da Ölmek Zor, ama ben şuna inanıyorum; haziran aslında yaza, yeni bir yaşama, güneşin canlandırabileceği yaşamlara açılan bir kapı. Belki de haziranda ölmek onun için zor. İşte bu açılan kapıyı Nâzım Hikmet, Ahmed Arif, Orhan Kemal yırtmış, Sennur Sezer de diyelim, yırtmış olarak görünüyorlar bu bakımdan. Geçenlerde Haydarpaşa’da bir kitap fuarı yapılmıştı. O fuarda Nâzım Hikmet’le ilgili bir konuşma yaptım, ama Haydarpaşa’ya uygun bir konuşmaydı. Memleketimden İnsan Manzaraları’nın ilk dizelerini okuyarak konuşmaya başladım. Neydi o dizeler;
Haydarpaşa Garı’nda,
1941 baharında,
saat 15.
Merdivenlerin üstünde güneş,
yorgunluk
ve telaş.
Tren böyle yola çıkıyor. Bu trende görülen manzaraların dökümünü yapıyor Memleketimden İnsan Manzaraları’nda Nazım. Tren, İstanbul’u, öteki kentleri geride bırakarak Anadolu’nun içlerine kadar onlarca yüküyle sayısız acılarla birlikte ilerliyor. Bugün de gidiyor tren. Neden? Nazım, bugün de Memleket Manzaralarını, bizi uyaracak olan, Manazarayı Umumiye’yi çizerek anlatmaya devam ediyor, hala! Bu konuşmayı yaptım, çok ilginç oldu.

‘BU DİNİNE YANDIĞIMIN MEMLEKETİ NE KAPİTALİST NE SOSYALİST’

Orhan Kemal’le de pek çok anınız var elbette. Ama biri pek güzelmiş. Bize onu anlatır mısınız?
Elbette. Sennur Sezer’le beraberiz o gün yine. Orhan Kemal, Orhan abisiydi Sennur’un. İkimiz de ‘Abi’derdik. Birgün biz Bab-ı Ali Yokuşu’ndan aşağı doğru iniyoruz Sennur’la, Orhan Kemal de aşağıdan yuıkarıya doğru çıkıyor. Hava sıcak, ceketi kolunda. Orhan Kemal, ceketsiz sokağa çıkmazdı. Ceketi kolunda yavaş yavaş geliyor, yanımıza geldi, bir de koltuğunun altında bir dosya var. Anladık ki o kitabı Remzi Kitabevi’ne, Varlık’a götürmüş, ama dosyayı satamamış. Birden durdurdu bizi, bana dedi ki ‘Yeğenim, ben sosyalist bir ülkede olsaydım ne olurdu?’ dedi. Ne olurdu abi dedim. ‘Bir yazlık evim olurdu, bir de kışlık evim olurdu. Romanlarım yayınlanırdı. Arada bir şu parti broşürünü yaz derlerdi, onu da yazardım, geçinip giderdim’ Biz şaşırdık tabi. ‘Peki kapitalist bir ülkede olsaydım ne olurdu dedi?’ Ne olurdu abi dedim. ‘Gene yazlık evim olurdu, bir kışlık evim olurdu, romanlarım yayımlanırdı, arada bir şu aşk romanını yazıver derlerdi, onu da yazardım, mis gibi geçinirdim. Bu dinine yandığımın memleketi ne kapitalist ne sosyalist’ dedi. Bunu sahnede böyle anlattım, o sırada dinleyicilerden bir genç olmalı, ‘Ya bugün?’ diye fısıldadı. Ben hemen o sözü aldım, bugün ise faşist dedim ve konuşmayı bitirdim. Bence Ahmet Arif, Nazım Hikmet, Orhan Kemal memleket manzaraları çizen şairler. İnsan manzaraları çizen şairler. İşte Nazım, Anadolu’nun dört bir yanını dünya ülkelerini yazdı, Ahmet Arif, Fırat’ı, oradaki Kürt halkının çektiklerini, acılarını yazdı, Sennur Sezer işçileri emekçileri yazdı, kadınları yazdı ve böylece kendi memleket manzaralarını ortaya koydular, onun için ben onlara memleketçi şairler diyorum.

‘İNSANLARIN GELECEK UMUTLARI OLMASINI İSTİYORUM’

Adnan Özyalçıner nerede duruyor? 50 kuşağı yazarlarından biri olarak bugünden beklentiniz nedir?
Ben insanların gelecek umudu içinde yaşamalarını istiyorum, bütün acılara, bütün çekilenlere rağmen bir gelecek umutları olmasını istiyorum. Benim annem de babam da okuma yazma bilmiyordu, ben öyle bir işçi mahallesinde doğdum, babam işçiydi zaten. Ama o insanlar okuma yazma bilmedikleri halde birtakım olanın bitenin farkındaydılar, kendi aralarında olan biteni eleştirebiliyorlardı, konuşabiliyorlardı ama ifade edemiyorlardı.

Bugün yaşadığımız da o mu? Toplumun kendisini ifade edememesi mi?
Ben öykü yazmaya başladığımda dedim ki onların ifade edemediklerini ben ifade edeyim öykülerimde. İşte o insanların hayallerini, gelecek umutlarını yazıyorum ve yazmayı istiyorum. Benim toplumcu gerçekçiliğim sanıyorum ki bu. Yani buradan kaynaklanıyor ve toplumcu gerçekçilğin özü de bu olmalı aslında. Yani gelecek umudu mutlaka olmalı. Yalnız acılar içindeki insanların anlatılması, o acıların içinde bırakılması yanlış. Ben 1964’te İstanbul’u yazdım, İstanbul’daki işçileri, halkı, onların umutlarını, hayallerini, düşlerini yazdım. Ama 1964’te yedek subay olarak Bitlis’e de gittim. Ahlat ilçesinin Otluyazı köyünün diğer adıyla Hulik, Ermeni köyünün yıkıntıları dere kıyısında duruyordu, onları da gördüm yani. Orada Kürtler de vardı, Terekemeler de vardı, Çerkezler de vardı. Üç halk da gayet iyi yaşıyorlardı. O insanlar da birşeylerin farkındaydı, anlıyorlar, duyuyorlar ama söyleyemiyorlar, üstelik onların dili de yok. Dilleri Kürtçe olduğu için...Ne yapılabilir diye düşündüm, dedim ki onların da düşüncelerini, duygularını, düşlerini, gelecek umutlarını yazayım. Böylece doğudan öyküler yazdım işte.Velhasıl bu gelecek umudu hiç değişmeden o öykülerde de sürdü.

YAZAR KADINLAR EDEBİYATIMIZI ÇOK İYİ YÖNLENDİRİYOR

Böyle bir tartışmaya nokta koymaya yetmeyebilir ancak yazarlığı cinsiyetine göre ayırmak gibi bir durum var, bu da ‘kadın yazar’ denilerek yapıldığını biliyoruz. Kadın yazar mı, yazar mı?
Ben bütün yazar olan kadın arkadaşlarıma yazar-kadın diyorum, kadın yazar değil. O ayrım yanlış bence. Yazarlık tektir, yalnız konum olarak farklı , yani kadının ifadesinde erkeğin ifade edemeyeceği şeyler var. Erkeğin anlatamayacağı, belki duygu olarak da duyamayacağı şeyler var. Onun için yazar kadınlarımız onu anlatmakta bence çok ustalar. Üstelik bir de kadın ayrımcılığı diye bir şey olduğuna göre onun acısı da ayrı bir şey ve feodalitenin getirdiği bütün bu cinayetleri ele alırsak kadın ikinci sınıf vatandaş olarak görülüyor. Kadınlar bu mücadeleyi veriyor bence. Hem kendi iç mücadelelerini yani kadın olarak mücadelelerini hem de toplum içindeki yerlerinin mücadelesini veriyorlar. İşte Sennur bu bakımdan çok önemli bir yerdeydi, diğer yazar kadınlar gibi. Onun için Türkiye’de yazar kadınlara çok güveniyorum, çok inanıyorum. Edebiyatı çok iyi yönlendiriyorlar, kadın duygusunu, gerçeğini ortaya koymakla mesajlarını çok iyi veriyorlar.

ÖNCEKİ HABER

Bir ‘muhalefet’ parodisi olarak diploma tartışması

SONRAKİ HABER

Vatan hainleri!

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa