Annemin ördüğü kozalar
Kavak ağacı hep öyle dik ve vakur durmaktadır. Kavak ağacının bu duruşu bencilliği yerle bir ediyor....

Özgün E. BULUT
“O gün bugündür kavak ağacı hep öyle dik ve vakur durmaktadır. Kavak ağacının bu duruşu bencilliği yerle bir ediyor. Yalnızlığı silkeleyip atıyor. Bir virüse de meydan okuyor. Körü körüne inanç ile insanın nasıl yok olduğunu gösteriyor.”
Epeydir mahalle havası solumamıştım. Çocukluğum ve gençliğimi yaşadığım o ‘istasyon altı’ mahallesinden sonra; ne düzenli alışveriş ettiğim bir bakkalım, ne oturduğum bir kahvem ne de futbol oynadığım bir saham kalmıştı. Epeydir böyle uzun süreli bir bayramı annemin babamın yanında da geçirmemiştim. Vahşi kapitalizmin kuyruğuna takılıp ver elini bilmem ne kıyıları deyip, İstanbul’dan uzaklaşmanın derdi ile kaçıyorduk bu kentten. Kapitalizm işte. Önce gelenek ve göreneklerin samimiyetini yok ediyor, sonra da buna ticari bir anlam yükleyerek içini boşaltıyordu. Yani o bir yandan ince ince örülen kozaları bitirirken, birileri inatla o kozaları çoğaltma işini elden bırakmıyordu.
Bu bayramda annemin yüreğine yaslanıp, babamın gözlerinin ışığını yakaladım. Onlarla sohbet kuyusuna inip, annemin kozalarından hikayeler çıkarttım. Annemin Dersim’in bir dağ köyünde kulağına fısıldanan ve hâlâ unutmadığı küçük meselleri dinlemenin güzelliğini yaşadım. Annem de sanki böyle bir sohbeti bekliyormuş ki, tane tane anlattı. “Şaneyi Ser Bederan (Harman Yerinin Bekçisi) ile başladı. Bu zat elinde ölçü/çap ile harman yerinde buğday dağıtımı yaparmış. Bu senin hakkın, bu diğerinin hakkı diye ölçüsünü doldurup eşit şekilde paylaştırırmış. Gel zaman, git zaman sonra, bu dağıtımdaki tartı şaşmış ve kimisi eksik, kimisi fazla olarak pay edilmiş. Bunun üstüne köylüler; ‘sen hile yapıyorsun ve eşit dağıtım yapmıyorsun diyerek elindeki ölçüyü alıp, onun üzerine geçiriyorlar. Ve Şaneyi Ser Bederan dedikleri kişi o gün bugündür sırtındaki o çap ile yaşamaktadır ve o kaplumbağadır.”
Kaplumbağanın öyküsü ona böyle anlatılmış. Bir insan. Dürüst ve temiz. Hem de dağıtım işinin başında. Ne zaman ki bu dağıtımı kötüye kullanıyor, hemen cezalandırılıyor. Dağıtım yaptığı ölçü kadar bir evi oluyor. İşte kaplumbağanın üstündeki o sırt, buğday dağıttığı ölçüdür.
Annem dedi ki ‘mesellerde mutlaka bir ders vardır. Oradan ders alınsaydı, bugün hayat bu kadar hızla kirlenmezdi. ‘ Uzun köy gecelerinin anlatıları bunlar. Mitsel bir öğe barındırıyor. Biraz da komik ve samimi. Samimi olunca yenileri yenileri geldi. “Köyün birinde nedeni belli olmayan bir şey üstüne iki kişi kavga ediyor. Biri diğerine taş atıyor ve o taş sonucu, taşı yiyen kişi ölüyor. Öldüren ise adeta lanetleniyor. Ne onunla sohbet ediliyor, ne iş veriliyor. Adam tamamen yalnızlığa mahkum yaşıyor geri kalan ömrünü. Köyün insan-ı kamilleri bir araya gelip, bu durumu çözmeye çalışıyorlar. Ne yapalım, ne edelim deyip; adamı siyah bir kilime sarıp, öldürülenin ailesinin kapısını çalıp, onu da kapıya bırakıyorlar. ‘Bu iş böyle olmuyor. Ölen öldü. Bunu da lanetledik ve canlı canlı öldürüyoruz. İşte kapındadır. İster affet, istersen öldür.’ Kapılarına bırakılan bu adam aile büyükleri tarafından affediliyor. Köyde kabusa dönen sorun böylece çözülmüş oluyor. Adalet tarih öncesi zamanlarda bile, sıradan köylünün öngörüsüyle böyle çözülüyor. Bugünle kıyaslamak gibi bir ilkelliği de tabi ki göstermeyeceğim.
Annem eski konuşmalarında benim çok etkilendiğim başka bir mesel anlatmıştı ki bunu birkaç kez yazdım ve konuşmalarımda da sık sık değinirim bu anlatıya. “Yaşlı ve yoksul bir adam sırtında yiyecek çıkını ile ormanda yürümektedir. Bir süre sonra hem yorulur hem de uykusu gelir. Bulunduğu yerdeki ağaca çıkınını asar ve ağacın dibinde uyur. Birden bir uğultu duyulur. Doğa tanrısının sesidir ve bütün ağaçlar onun önünde eğilip, secdeye dururlar. Bir tek kavak ağacı eğilmez. ‘Eğer ben eğilirsem, bu yaşlı ve yoksul adamın yiyeceği dökülür ve o daha da perişan olur’ düşüncesidir ona bunu yaptırmayan. İşte o gün bugündür kavak ağacı hep öyle dik ve vakur durmaktadır. Kavak ağacının bu duruşu bencilliği yerle bir ediyor. Yalnızlığı silkeleyip atıyor. Bir virüse de meydan okuyor. Körü körüne inanç ile insanın nasıl yok olduğunu gösteriyor.
Giden geri gelmiyor ne yazık ki. Ancak gidenin geriye bıraktığı miras bir şekilde yaşıyor ve kaybolmuyor. Ruhsuzlaşan, donuklaşan, giderek betonlaşan ruhlarımıza biraz insani, biraz da mitolojik anlatılarla zenginlik katmak istedim. Daha doğrusu annemin kozasından çekip çıkardım bu güzellikleri. O tatlı tatlı, ninni anlatır gibi anlattı. Ben bu ninnileri dinleyip uykuya dalan bir çocuk gibi sessizliğe sarıldım ve gözlerimi kapattım usulca.
Evrensel'i Takip Et