Didem Madak’a Mektup
Şair Didem Madak 24 Temmuz 2011’de henüz 41 yaşındayken kanser nedeniyle yaşamını yitirmişti. Ölüm yıldönümünde saygıyla...

Nilüfer ALTUNKAYA
Sevgili Didem Madak,
Bu sana yazdığım ikinci mektup, biliyorsun. İlk mektubuma cırcır böcekleriyle yolladığın cevabında, hâlâ hayatta kalmanın yanında şiir yazmanın bir gevezelik olduğunu düşündüğünü söylüyorsun. Evet, böyle bir ülkede ve hepimiz için kadere dönüşmüş bu coğrafyada hayatta kalmanın yanında ‘yazmak’ gevzelikten farksız. Olsun, biraz gevezeliğin kime ne zararı olabilir? Hem ben sana içimi dökünce Pollyanna’yla dertleşmiş gibi oluyorum.
Aramızdan ayrılışının üzerinden beş yıl geçmiş ama bana onlarca yıl gibi geliyor. Sen gittiğinden beri dünya zamanı hızlandı adeta. Yaşıyor olmakla ölmüş olmak arasında bir sınırdan ibaret olan bedenlerimiz iktidar için güncel siyasi malzeme hâlâ. Bakmadan görülüyor olmanın tedirginliğiyle, eril ahlakın ikiyüzlüğüne hizmet eden sosyal hayatın içinde kadınlar gittikçe daha da yalnızlaşıyor.
Ah biz Pulbiber Mahallesi’nin kadınları! Mutfakta bekleyen bulaşıklardan başka kaybedecek neyimiz var? Kendi halinde memelerimiz, yazık kalçalarımız, soluk dudaklarımızla sırtımıza bunca yük olan ve erkeklerde hep hazır bekleyen şu şehvet denilen canavarı uyandırmayı ister miyiz hiç?
Yaşananların bizde bıraktığı izler, pişmanlıklar, hevesler, inkârlar, itiraflar, hayal kırıklıkları, aşklar, acılar ve beklentilerimiz... İnsanın mesafelere ve yüzlere verdiği anlamlar imgeseldir. Son yıllarda ben kendimle en çok senin şiirlerinde karşılaşıyorum. Bütün bunları yeniden yaşarken anlıyorum ki sözcükler senin dizelerine dönüşürken birbirleriyle bambaşka dostluklar kurmuş.
Delik deşik uykulardan kabuslarla uyanıp, alnımı geceye dayadığımda “yurdumsun ey uçurum” diyen bir uçurum çiçeği olmaktan ne kadar yorulduğumu anlıyorum. “Acım uzakta kedini çekiyor Efendimiz.”
Mevzu harbiden derin ama biz sığ sularda yüzmekten memnun gibiyiz. Sadece hayattan arınıp yeniden hayatla dolmak için şiirler yazmak. Tıpkı senin gibi yaşamla kavga ederken daha güçlü durabilmek için şiirler karalamak. Acemice, çocuksu, büyük laflar etmekten kaçınarak, kendi başına buyruk bir şair olabilmek. Hepsinden öte kendi rüzgârına kapılmış büyük egolardan ibaret olan küçük hayatlar arasında kendi yitik cennetini şiirle kurabilmek. Bütün bunları poetikasına yedirmiş bir şairsin sen. Hem bir anne, hem annesini çocukken kaybetmiş acılı bir kız çocuğu, hem kadın, hem baldan tatlı bir abla. Hepsinin karmaşasından arkaik bir cadı figürü çıkarmayı başardın sen.
Son zamanlarda ataerkil kurumlar bütün güçleriyle ve tüm kurumlarıyla kadını ev içine itmek, erkeğin egemenliği altında gerektiği ölçüde var kılmak için uğraşırken bir yandan da kadınlar özsavunmada bulunmayı başarıyor. İşte bence bu yüzden senin şiirlerini en çok sivil itaatsizlik bilincine sahip olan kadınlar, direnmenin ve isyan etmenin şiirleri olarak sahipleniyor.
Biz eril esarete teslim olmasak da, pardon diyoruz ayağımıza bastığında dünya. Yürümek başlı başına kusur zaten. Acemi, masalsız, çizgifilm kahramanlarına boşuna bel bağlamış, çokomel kağıtlarını tırnaklarıyla düzeltir gibi yazgısını düzeltememiş, konuşması suç, gülmesi edepsizlik, annelerinden artakalan hayatlara gebe kadınlar. Edinilmiş çaresizlikle önce ayağına basandan özür dilemelidir, değil mi? Tecavüzcüsüyle evlendirilmek nasıl olsa peşinden gelir .
İddiasız içtenliğin, yaralarını kabullenişin, kendini sakınmadan anlatırkenki şeffaflığın, ödünsüz varoluş mücadelen, çektiğin acılarla dalga geçişin, hiçbir otoriteye boyun eğmeyişin, çıkış yolu bulamadıkça şiire koşarkenki telaşın, her halindeki kadınsı direnç, özgürlük uğruna göğüs gerdiğin yalnızlık...
Senin şiirlerinde her nesne, kadının yaşam alanı olan ev içi halleri anlatırken, sıradanlığın yerleşik bilinci içinden geçerek ‘akıl-dışı’ ya da senin deyişinle ‘yarım akıllı’ bir aykırılığa temas eder. Zaten şiirlerin her kadının dünyasına hitap edebilecek kadar hayattan beslendiği için ve şimdi orta yaşlı olan kuşağın çocukluğuna nostaljik hamlelerle el salladığı için eskimiyor. Hiç eskimesin.
Canım Didem Madak,
Sana gündem dışı bir mektup yazmak istedim. Üç beş gün önce kanlı bir darbe girşimi olmamış, F16’lar meclisi bombalamamış, gece boyunca okunan sala sesleriyle meydanlara çağırılan halk tekbir getirerek demokrasiyi korurken linçler yaşanmamış, istihbarat zaafımız var, denilerek tüm ülkede -hem de üç ay- OHAL ilan edilmemiş, dolar alıp başını gitmemiş, binlerce kamu görevlisi açığa alınmamış, yaz rehaveti içinde bütün bunların bize nasıl yansıyacağını henüz pek kestiremezken bile, sosyal medya paylaşımlarımızı şimdiden otosansüre uğratmamışız gibi.
Hâlâ kimsenin dalgınlığına gelmiş değilim inan. Benim de yokluğumdan dünyaya bir elbise çıkmayacak. Sen iki kendim varmış, diyorsun. Anneme kendimi anlatmaya çalışırken anlıyorum son günlerde onlarca kendim varmış inan. Nafile. Kimsenin dalgınlığında kaybolmuyorum. Ama hâlâ bir aydınlanma ruhu içinde felaket yalnızız hepimiz. Biz; camdan pabuçları kırık külkedileri. Pulbiber Mahallesi’nde bile zaman geçmez olunca, içses bağırmaya başlıyor. Monolog dizelerinden sızan ince keder ve o ironik neşe, “ah!” demenin sızısıyla hece hece, harf harf işlenmiş içimize.
Hiçbir yere varamamış, hiçbir yerden gidememiş yüreğim, yüreğinle kız kardeş.
Acı çekmemek uğruna güvenli sınırlar içinde kalmaktansa, kendi tarihini yeniden yazmak isteyen bir kadın olmayı tercih etmek elbette kolay değil. Belki bu yüzden en çok aşka bir meydan okuyuş var dizelerinde:
“Aşk diyorsunuz ya,
İşte orada durun bayım
Islak unutulmuş bir taş bezi gibi
kalakaldım
Kendimin ucunda
Öyle ıslak,
Öyle kötü kokan, yırtık ve perişan.”
Ah’lar ağacının en inatçı yaprağı, hiç büyük aşk yaşamamış romantik devrimci bir Zeyna, uzun yol yolcusu gibi hep ertelenen düşlerle avunan ben, sana bu mektubu çocukluğumdan yazıyorum en çok. Zaten sen de savaşın ölümü anlayamayan çocukları gibi kalbinin henüz masmavi göklerine bakarken öldün.
Şiirine koyduğun ışıktan nokta, gün geçtikçe daha çok parlıyor unutma bunu. Seni çok özlediğimizi, özledikçe şiirlerine koşup, hayata daha güçlü döndüğümüzü bilmeni isterim.
Evet, tekrar söylüyorum ki ölüm, mavi boş bir kafestir kimi zaman.
Evrensel'i Takip Et