‘Başkalarının eskisini giyenin duvarı...’
Rahmi Emeç, daralan bir pantolonu veya satın alınan bir gömleği, ayakkabıyı, ihtiyacı olan alsın diye asılan duvarı yazdı.

Rahmi EMEÇ
Eskiler, ölen arkadaşlarının kıymetli gördüğü giysileri giyerler, bir bakıma onları yaşatırlarmış. Belki yokluğun, yoksulluğun sevgiyle sarıp sarmaladığı bir alışkanlıktı bu. Sonra yıllarca tanık olduğumuz, dünyadan göçüp gitmiş sevdiklerimizin birkaç parça giysisini naftalinli sandıklarda saklamak vardı. Hüzünle anımsadığımız bir günün sabahında, yavaşça aralanan sandıktan çıkarılıp gözyaşları eşliğinde sarıldığımız giysiler. Sandıklar da kalmadı şimdi; o modern zamanların yolculuklarında yol arkadaşımız olan valizler var; şifreyle kapatıp açtığımız. Hangimizin hayatında neyimize girmedi ki o şifreler? Rakamlar ve harflerle gizlenen şeyler; kredi kartları, sosyal medya hesapları ve valizler tabii...
Eskiden bir de büyüklerimizin ‘eskilerini’ giymek vardı. Hadi eskilerini demeyelim de ‘küçülenlerini’ diyelim. Ablalardan, ağabeylerden küçülmüş ayakkabılar, pantolonlar, kazaklar... Yeniden elden geçirilir, yeni sahibinin bedenine uydurulmaya çalışılır. O yıllarda her evde bir dikiş makinesi vardı. O reklamı hemen hatırlayacaksınız: “Her genç kızın rüyası, zetina dikiş makinası…” Aslında onun rüyası değil o, ama ‘ev hanımı’ olunca kaçınılmaz bir iş için gerekli olacak şey...
Görev anneye düşer tabii. O, dikiş yerlerini özenle söker, sonra mezurayla beden ölçüsü alır, sonra ‘terzi sabunu’ da denilen‘çizgi taşıyla’ çizer, dikip eskilere yeni bir görünüm verir. ‘Oldu mu?’ diye bir de boy aynasından bakılır, itiraz gelmesin diye ‘yakıştı, yakıştı’ diye onay verilir.
Mütevazı maaşın boğazları zor doyurduğu yerde, bir pantolon iki üç kişinin bedeninde ömür sürer; artık bir yerleri delininceye, ipince oluncaya kadar. Kazakların rengi solmuştur yıkanmaktan. Gömleklerin yakaları sökülüp tersyüz edilmiş, kolları yıpranmışsa, kısa kolluya çevrilmiştir.
Gelişme çağındaki çocuklar için, yeni bir şey alınacaksa, biraz büyük alınır. Alınan ayakkabıysa, önceleri ayak adeta içinde gezinir, sonraki yıl boşluk kalmaz, denk hale gelir. Sonra, küçüldüğünde yıkanıp boyanır ve küçük kardeşe, küçük kardeş yoksa komşunun küçük çocuğuna gönderilir. Yeni alındığında ceketlerin omuzları aşağıya sarkıktır genellikle; kolları uzundur, bir sonraki yıl da giyilebilsin diye.
Şimdilerde yerel yönetimlerin genellikle ‘imece merkezi’ adını verdikleri yerler, böyle bir ‘değişimin’ ve ‘dayanışmanın’ örneklerini yaşatıyor. Sadece giysiler yok oralarda, televizyonlar, buzdolapları, masalar, sandalyeler...
Soframızın vazgeçilmezi ekmeğimiz, giysiler gibi olmasa da, bir başkasına ‘el uzatmanın’ aracı. Osmanlı’dan kalma bir dayanışma örneğiymiş, pek yaygın olmasa da, fırıncılığı kuşaktan kuşağa yaşatan ailelerin ayakta tuttuğu bir şey bu: Askıda ekmek. Fırına ekmek almaya giden, 3 ekmek alacaksa, 4 ekmek alıp 1’ini askıya bırakıyor. Ekmek parası olmayan, gidip fırıncıdan o bir ekmeği alabiliyor. Ekmeği askıya bırakanla alan birbirini tanımıyor.
Şimdi askı meselesi giysilere de yansıdı. Kapalı mekânlardan sokaklara taşındı. Eskişehir’in, Yenibağlar Mahallesi’nde, Hal Cami’nin hemen yanındaki Cidde Sokağı’nda; Tepebaşı Kaymakamlığının bir organizasyonuyla hayata geçti.
Grafiticilerin boyayıp güzelleştirdiği bir duvarda, asılı vaziyette, yeni sahiplerini bekliyor giysiler. Daralan bir pantolonu veya satın aldığınız bir gömleği, ayakkabıyı, ihtiyaç sahibi alsın diye dayanışma duvarına asabiliyorsunuz.
Seçip üstünüzde deneyebileceğiniz kapalı bir mekân olmaması önemli bir eksiklik. Alıp götüren, sonra da dar geldi veya bol geldi diye getirenler varmış. Bu arada, duvarın dibinde giyip test edenler de var, ama sayıları çok az. Orta yaşlı bir adamı görüntülemek istediysem de, fotoğraf çekmemem için ricada bulundu. Üstüne giydiği gömlek tam oturmuştu. Kısa kollu, çizgili, üstelik markası olan bir gömlek. Tek şikâyeti şu: Bazı yardımseverler, kendilerine dar gelen giysilerini yıkayıp ütülemeden getirip asıyorlar. Böylelikle, tek düşünceleri bu ‘işe yaramaz’ şeyleri ellerinden çıkarmak! Oysa,‘işe yarasın’ diye getirilmeli ve bunu bir insan giyecek diye düşünülmeli!
Fotoğraf çektirmedi, ben kendimi tanıtırken o adını bile söylemedi ama, bu eski giysiler üzerine bir çocukluk anısını anlattı bana... Babası, bayat pazarından bir ceket almış. Ortaokul birinci sınıfa başlayacak o yıllarda. Lacivert bir ceket. Nasılsa, bir bayram gününde giymiş ceketi. Lunaparkta, yaşıtı bir çocuk ona bakıyormuş. ‘Neden bakıyorsun?’ diye soramamış, kendince bir anlam yüklemiş bu bakışa. “Acaba ‘üzerimdeki ceket, o çocuğun eskisi miydi?’ diye düşündüm” diyor ve ekliyor: “Garip bir şekilde kendimi gizlemek istemiştim. Artık açıkça yapıyorum.”
İnşaat işçiliğinden emekliymiş ama çalışıyormuş yine de. Dört çocuk okutmuş, evi kiraymış hâlâ... “Çocuklarıma eski giydirmedim” diyor ve ekliyor: “İyi, güzel olanlarından seçeyim de, satın aldığımı düşünsünler!”
O konuşurken, Sennur Sezer’in, “Başkalarının eskisini giyenin şarkısı” şiirini anımsadım birden...
Evrensel'i Takip Et