7 Ağustos 2016 03:35

Hem Ahmet hem Erhan

C. Hakkı ZARİÇ

Sabahın bir saati, işsizlikten kırılan ayaklarımızı İstiklal Caddesi’nde sürükleyerek akşamdan kalma yorgunluğu dinlendirmeye çalışıyoruz.  Zamanın o yakasında devletin bizden emin olma sürecini şimdilik tamamlamış üç-beş arkadaş birbirimize sığınarak dolaşıyoruz, kostak adımlarla, sezdirmeden.
Daha mesaiye başlamamış işi gücü olanlar, fena halde beyaz gömlekli adamlar, çıt kırıldım topuklu ablalar, çantalar, ruganlar, kravatlar, döpiyesler, turnike kartları yetişme telaşında. Herkeste bir kendinden emin olma hali, köşe başında simitçiler… Telefonum çaldı. O saatte çalan telefon tedirgin eder insanı. İşkilli bünyenin aklından onlarca kötü olasılık geçer. Olmadık vesveseyle velveleye verir insan kendini. Sanki koca kent yıkılacak gibi gelir aniden.
Şiirin bıçkın uslanmazı Hüseyin Alemdar’dı arayan. Telefonu açar açmaz aynen şunları söyledi:
- Ankara’dan Ahmet Erhan gelmiş, bürodayız…
Hera Şiir Kitaplığı’nda çok güzel işlere imza atmaya devam ederek kendini batırmanın yollarını arıyor, beyaz kapaklı şiir kitapları basarak zamana kafa tutuyordu Hüseyin.
Sadri Alışık Sokak, 27 numarada “Türkiye’nin Hitchcook’u” diye anılan babası Mehmet Alemdar’ın yapım şirketinde film çekme planlarıyla birlikte genç şairlerin kitapları boy gösteriyordu. Ben kulunuzun “Keşke Hiç…” kitabını basma cesareti de göstermişti üstelik.
Zaten ne kadar uzak olabilirdi ki Sadri Alışık Sokak? Şiirlerini döne döne okuduğumuz, yeni kitaplarını hevesle beklediğimiz Ahmet Erhan gelmişti. İstanbul’daydı. Ankara’dan Ahmet Erhan gelmişti. Az ötedeydi, gitmemek akla gelecek son şeydi…
Bir zaman önce “Çağdaş Yenilgiler Ansiklopedisi”ni okumuştuk. Ekim 1997.
Bütün kitaplarıyla bir dönemin insanını ve yaşadıklarını yazmıştı. Alacakaranlıktaki Ülke’den hemen sonra Akdeniz Lirikleri gelmiş, “alacakaranlık şairi” lirizmin kılcal damarlarına kadar inip Akdeniz’in portakal kokulu bahçelerinde gezdirmişti okuru. Umut doluydu ama umutsuzdu da. Aşk doluydu ama var mıydı ki seveni? Evinde mutluydu ama doğa saksıdan ibaret değildi. Sinoplu bir balıkçı kadar seviyordu ülkesini. Yesenin’den de besleniyordu, Nâzım’dan da Pavese’den de. Türkçenin sol bekinde yazıyordu şiirlerini ama en fiyakalı rövaşata gollerine de imza atıyordu.
“Bizim yazınımız humour’a, alaysamaya, bıyık-altı bemollerine pek alışık değildir. Hele şiirde ona kolay kolay rastlayamazsınız. Güldürücü şiirler görülmüştür ama, şiirlerini gizli bir alay arkasına çeken pek olmamıştır. Ahmet Erhan, onun meyanesini iyi biliyor. Urpu turpu hepsi içinde.” Ne güzel anlatmış Salah Birsel.
“er-han boz-kurt
1976’da ilk şiirini yayımladığından beri Ahmet Erhan’da/ karar kılıyorsun/ bir gün soyadı kanununa muhalefetten yargılanacaksın/ ya da beni öldürmekten/ sokaklarda sekizgenler çizerek geceleri ardında/ bıraktığın salyangoz izlerini kimsenin görmediğini mi/ sanıyorsun (…) //Nüfus cüzdanın bile yok, yalan mı/ ama resmiyet baskınlarında sorarlarsa söylersin/ Ahmet İzzet’ten olma Emine’den doğma/ Aklını başına topla/ Ahmet Erhan”
Sonra “Resimli ‘Ahmetler’ Tarihi” gelmişti. Şubat 2001. Girdiğim ilk kitapçıdan cebimdeki son parayla almıştım. Şimdi az ilerideki sokakta, Ankara treninden vapura deplase olup Taksim’in arka sokaklarından birinde İstanbul’un küçük harfli şiirlerine şaşırarak bakacağı zamanı yudumluyordu.
“Ula beni de sinemacı yaptın” demişti “Hüseyin Alemdar İçin Siyah-Beyaz Bir Şiir”inde. “Konyağa vurdum son günlerde Hüs/ Meral’e söyle, herkese söyle, senin dilin uzun/ Ben İstanbullu değil, Galatasaraylıyım”.
Kucaklaşmalar. Tanışmalar ve söyleşmeler. Kaç şair yazdığı gibidir ki?
Olması gereken herkes oradaydı o sabah ve elbette Murat Koçak da…
.  .  .
Kısa sürede bütün gazeteler Ahmet Erhan’dan bahsetmeye başladı. Onunla söyleşi yapmak için Cihangir’deki evini aşındırdı kültür sanat muhabirleri. Edebiyat tayfası, Ülker Sokak 14/2 numaralı adresinde eyleşti bir zaman. “Ankara-İstanbul Karatreni” adını verdiği denemeleri Ağustos 2001’de, “Bugün de Ölmedim Anne” adlı toplu şiirleri Eylül 2001’de çıkınca usul usul ve usulünce kendi kabuğuna çekildi etrafındaki insanlar. Sevenleri hep baki kaldı.
Abartısız söylersek “Buz Üstünde Yürür Gibi” adıyla Haziran 2006’da yayımlanan toplu şiirleri her şairin rüyasını süsledi. Şimdiye kadar hiçbir şaire bu ölçekte, bu kapakta, bu özende bir kitap tasarlamadı yayınevleri.
Sonrası bir gönüllü sürgün. Aşk da var işin içinde. Silivri ve Beylikdüzü yılları. Hastane odaları at yarışları, Galatasaray maçları, bol tütün, bol alkol…
Öncesi mektuplar, zamanın hoyrat davrandığı yıllarda ve yangında yitirdiklerimizden kalan boşluk, uzun masalarda büyük şişeler boyu suskunluk…
4 Ağustos 2013’te hayata gözlerini yumduğunda, içimizde Gezi’den kalma bir gurur ve buruklukla omuzladık tabutunu. Karatrenle geldiği İstanbul’dan cenaze arabasıyla geri döndü Ankara’ya. Yanında yine Hüseyin vardı.
Hep bir “Kalıt” bıraktı geride, “kalırsa bir soru kalır benden/ yanıtı var mıdır bilmem” demenin sözcüklerini sürdü meyhanelere ve yazdı Ahmet Erhan:
“Göreceksen şimdi gör beni
Çünkü tabutlar ışık geçirmez”

Ahmet Erhan’ın kitaplarında yer almayan şiiri Ağır Ol Bay Düzyazı,
Kasım-Aralık 2001 Sayı 6,
Sayfa 34

Evrensel'i Takip Et