Demokratikleşme mi, ‘Allah’ın lütfuyla’ diktatörlük mü?
Erdoğan, bu düzenlemelerin 'yeni askeri darbeleri önlemek, sivilleşme ve demokrasiyi güçlendirmek için atılan büyük bir adım' olduğunu söylüyor.

İskender BAYHAN
Sivilleşme ve demokrasi üzerine bir kez daha yoğun bir propaganda rüzgarı estiriliyor ve yalan balonu bir kez daha sınırları sonuna kadar zorlanarak şişiriliyor.
15 Temmuz’da gerçekleşen başarısız darbe girişiminden beş gün sonra ilan edilen OHAL’in ardından Kanun Hükmünde Kararnameler (KHK) arka arkaya geldi. OHAL’in anti demokratik bir uygulama olmasının doğal bir sonucu olarak çıkarılan KHK’lar da her açıdan anti demokratik bir karakter taşıyor.
Bu KHK’lardan birisi de Genelkurmay Başkanlığı ve MİT’in Cumhurbaşkanı’na, kara, hava ve deniz kuvvetleri komutanlıklarının Milli Savunma Bakanlığı’na (MSB) bağlanması, askeri liselerin kapatılması, Milli Savunma Üniversitesi kurulması vb. düzenlemeleri içeren KHK’dır. Gündeme geldiği andan itibaren önemli tartışmalara yol açtı ve bir yandan uygulanırken bir yandan da tartışılmaya devam edecek görünüyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, hükümet ve arkasındaki kapitalistler bu düzenlemelerin “yeni askeri darbeleri önlemek, sivilleşme ve demokrasiyi güçlendirmek için atılan büyük bir adım” olduğunu söylüyor ve işçi, emekçi halk kitlelerinin alkışlamasını istiyor. Egemen güçlerin bir kesimi ise bunun “emperyalistlerin hesapları doğrultusunda Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) bitirilmesinin bir adımı” olduğunu iddia ederek karşı çıkıyor. Oysa bu iki yaklaşım bir madalyonun iki yüzünü oluşturur. Bu tartışmanın bütün milliyetlerden ve inançlardan işçi, emekçi halk kitlelerine sunduğu tek bir seçenek vardır. O da, öyle ya da böyle egemen sistemin ve devletin güçlendirilmesinin arkasında saf tutma yolunda, yapay bir saflaşmanın esiri olmaktır.
CUMHURBAŞKANI VE HÜKÜMET BUNU HEP YAPIYOR
Bugüne kadar bir çok defalar olduğu gibi, darbe girişimi ve sonrasında da Cumhurbaşkanı Erdoğan, hükümet ve egemen güçlerin aynı taktiğiyle karşı karşıyayız:
Geçmişin ve şimdiki zamanın bütün çirkin, kötü, tepki çeken olay ve uygulamalarına bütün gücünle sövüp, sayacaksın. Halkın tamamının ya da en azıdan büyük bir çoğunluğunun gözünde teşhir olmuş, vicdanlarda mahkum olmuş tarihi ve güncel kimi konularda avazın çıktığınca bağıracaksın. Dahası bu tür sorun ve konulara en çok sen karşı çıkacaksın ve iktidardayken muhalefetin ve mağduriyetin baş aktörü olacaksın. Bu konuda kimse eline su dökemeyecek ve herkes kendini unutup, hatta kaybedip senin arkandan sürüklenecek.
Bir yandan bunu yaparken, bir yandan da hem sistemin hem de kendinin işine gelen düzenlemeleri adım adım gerçekleştireceksin. İşin özüne dokunmayacaksın ama yaptığın biçimsel değişiklikler üzerinden adeta bir bardak suda kıyamet koparacaksın. Hele bir de MHP ve CHP gibi egemen sistemin sadık savunucusu olan, seni tamamlayan rakiplerin varsa işin çoğunlukla rast gider. Sonuçta herkesi etrafına toplamış bir şekilde eskiyle ya da eskimekte olanla kıyasıya kavga ederken yeniyi çaktırmadan, tartıştırmadan ya da en az tartıştırarak yolunda yürürsün.
Olabildiğince özetleyerek ifade etmeye çalıştığımız bu taktik, Cumhurbaşkanı Erdoğan, AKP’si ve arkasındaki kapitalistlerin iç politikadan dış politikaya, ekonomiden sosyal politikalara, kültür ve tarihten spora kadar her alanda yıllardır başarıyla sürdürdüğü bir yönetme taktiğidir. İnanmayanlar, 12 Eylül Anayasa Referandumunu, yargı reformu adı altında bir kaç kez yapılan yasal düzenlemeleri, 17-25 Aralık yolsuzluklarını, YÖK ve rektörlük seçimlerini, Haziran Halk Direnişini, Kürt sorunu ve müzakere sürecini, Suriye ve İsrail başta olmak üzere izlenen dış politikayı, toplu sözleşme, sendika ve iş yasalarında yapılan değişiklikleri, asgari ücret ve vergi düzenlemelerini ve daha bir çok konuyu, bir de bu gözle yeniden gözden geçirsinler, ne kadar haklı olduğumuzu görecekler.
Erdoğan, hükümet ve yandaşları, darbe girişiminin sorumluluğu konusunda esas olarak Fetullah Gülen Cemaati’ni hedefe koyuyor. Darbenin ABD-CIA tarafından desteklendiğine yönelik çıkışlarını bile Gülen Cemaati üzerinden yapıyor. Öte yandan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın olağanüstü Din Şurası’ndaki konuşmasında söyledikleri Cemaate ilişkin en derli toplu ve tarihi itirafnamesiydi.
DİĞER CEMAATLER KORKMASIN!
Peki, şu ana kadar, Türkiye’de cemaat örgütlenmeleriyle devlet örgütlenmesi arasına küçükte olsa bir mesafe koyan; sivil, resmi, polis ve askeri bürokrasi ile cemaatlerin ilişkisini kesecek, okulla-eğitimle cemaatlerin ve dinin bağını biçimsel de olsa zayıflatacak düzenmeleri içeren bir KHK gördünüz mü? Devletin dinden, dinin devletten elini çekeceği, devletin dini inançlar karşısında gerçek anlamda tarafsız kalacağı, inaç özgürlüğü ile inanmama özgürlüğünü birlikte güvence altına alan hükümleri içeren bir KHK’nın önümüzdeki günlerde çıkma ihtimali var mıdır?
Elbetteki hayır. Cumhurbaşkanı, hükümet ve egemen güçler Gülen Cemaati’ni terör örgütü ilan etmişlerdir, kendilerinin ve devletin de uzunca bir dönem onun işbirlikçisi olduklarını itiraf etmektedirler ama cemaat-din-devlet örgütlenmesindeki iç içe geçmişliği de temize çıkarmak peşindedirler. Öyle ki, devlet örgütlenmesinin çeşitli alanlarında Gülen Cemaati’nin tasfiyesinden doğan boşluğu hangi cemaatlerin dolduracağının değerlendirmeleri uluorta yapılmaktadır. “Fetullah Gülen örgütlenmesine cemaat denemeyeceği, bunun diğer cemaatler için haksızlık olacağı, Gülen Cemaatine karşı yürütülen operasyonların diğer cemaatlere dokunmayacağı, korkmamaları, rahat olmalarının granti edildiği” çeşitli vesilelerle en yetkili ağızlardan söylenmektedir.
Darbenin püskürtülmüş olmasının halk kitleleri içerisinde yarattığı coşku, gerici-faşist emellerin gerçekleştirilmesi için dayanak yapılmaktadır. Yani yılların taktiği bir kez daha devrede ve sahiplerine hizmet için sınırsızca kullanılıyor.
TSK’YI BAĞLADIĞINIZ YERE GÖRE SİVİL VE DEMOKRAT OLAMAZSINIZ
Diyorlar ki; “Son KHK ile Genelkurmay Başkanlığı’nı ve MİT’i Cumhurbaşkanı’na bağlayarak, kuvvet komutanlıklarını MSB’ye bağlayarak, askeri liseleri kapatarak, Milli Savunma Üniversitesi kurarak darbeciliği tarihe gömmek, sivilleşmeyi ve demokrasiyi güçlendirmek yolunda ciddi adımlar atıyoruz.”
Peki, bugüne kadar bu sözünü ettiğiniz kurullar kime bağlıydı. Daha düne kadar, yani yaklaşık 12 yıl aynı koltukta oturan bugünün Cumhurbaşkanı Erdoğan’a bağlıydı. İki yıla yakın bir süre Ahmet Davutoğlu’na, son birkaç aydır da Başbakan Binali Yıldırım’a. Yani Anayasal ve yasal olarak TSK’nın bütün üst yönetiminin, terfi, görevlendime ve eylemleri başbakan ve bakanlık kurulunun emrinde, yetkisinde ve sorumluluğundaydı.
O zaman bu yaptığınızdan ve söylediğinizden şunları mı anlamalıyız: Bir; sivilleşmenin ve demokratikleşmenin ölçütlerinin başında iplerin Tayyip Erdoğan’ın elinde olması gelir. İki; başbakanlık sivil bir kurum değildir. Ancak Erdoğan’a ait veya bağlıysa sivil ve demokratik olabilir. Dün Davutoğlu sivil ve demokrat değildi. Bugün de Binali Yıldırım Başbakan ama sivil ve demokrat değil. Üç; Milli Savunma Bakanı daha sivil ve demokrat, o da Cumhurbaşkanı’na bağlı çalışmalı. Dört; artık Genelkurmay karargahı başarılı ya da başarısız darbe girişimlerinin merkezi olamaz. Emir komuta zinciri olmadan başarılı darbe olamaz. Biz onu biraz daha zorlaştırdık. Beş; artık darbelerin ve darbeciliğin merkezi Aksaray ve MSB olabilir. Çünkü Genelkurmay Başkanlığı ve kuvvet komutanlıklarını oralara bağlıyor ve fiziki olarakta başkentin dışına taşıyoruz.
Bu maddeler daha da artırılabilir. Ama sonuç değişmez ve bütün kapılar Cumhurbaşkanı Erdoğan’a çıkar.
Anlayacağınız, TSK’yı ve üst yönetimini nereye bağladığınıza göre sivil ve demokrat olamazsınız. Hatta bu çokta önemli değil. Mesala biz daha etkili bir bağlantı biçimi önerelim size. Asekeri ve polis karakollarını ve mahalle inzibatlarını, zabıtalar da dahil muhtarlara bağlayın. İlçelerdeki birlikleri kaymakamlara, illerdekileri valilere... Hatta kurduğunuz OHAL düzeni memleketin kalıcı düzeni olsun isterseniz.
Ama siz buna demokratikleşme diyorsunuz? Elbette diyebilirsiniz ve bu konuda da yeterince özgürsünüz. Ancak biz buna tek adam tek parti diktatörlüğü temelinde gerici, faşist bir politik rejime doğru koşmak diyoruz. Asıl canımızı sıkan ve tepemizi attıran da sivilleşme ve demokrasi kahramanlığı payesini yıllardır bu kadar ucuza kapmanızdır. Hatırlıyorsunuz değil mi 12 Eylül anayasa değişikliği referandumunda da aynı yavuz hırsızlığı yapmış ve darbelerle hesaplaşıp, darbeciliği tarihe gömdüğünüzü, sivilleşme ve demokrasi yolunda tarih yazdığınızı söylemiştiniz. Daha söylediklerinizin ve yazdıklarınızın mürekkebi kurumadan 15 Temmuz’da çıktı yalanınız ortaya. Şimdi “TSK üzerinde sivillerin egemenliğini artırmak” iddiasıyla daha da berbat felaketlere doğru sürüklüyorsunuz memleketi.
Ordunuz devletinizin, devletiniz sisteminizin bir uzantısıdır. Sisteminiz, milyonlarca işçi ve emekçinin alınterinin, emeğinin sömürüsü üzerinde kurulan servet, güç ve seçkinlik üzerinde ayakta duruyor ve dönüyor. Devletiniz, milyonlarca kamu emekçisinin ucuz emek gücü üzerinde örgütlenmiş seçkin, ayrıcalıklı, özel görevlilerden oluşan yüksek bürokrasinin zorbalığıyla dönüyor. Ordunuz da halk çocuklarının zorunlu hizmeti, karşılıksız emeği üzerine kurulmuş generaller, subaylar, paralı ve uzman kadrolar kastının ayrıcalıklı, özel kurulmuş, halka yabancı örgütlenmesi üzerinden dönüyor.
Derdiniz ne sivilleşme ne de demokrasi. Derdiniz, burjuvazinin sınıf egemenliği altında daha gerici bir diktatörlüğe doğru “Allah’ın lütfuyla” yürümek. Dün ‘dava için, din için, iman için para lazımdı, güç lazımdı, iktidar lazım’ diyordunuz. Ama uzun zamandır elde edilen serveti, gücü, iktidarı korumak için “dava lazım, din lazım, iman lazım” aşamasında kalmak için kavga veriyorsunuz.
İşçilerin, emekçilerin, ezilen ve sömürülen halk kitlelerinin çıkarlarını esas alan, demokratik bir toplum ve devlet düzeni inşa etmeden darbeciliği ve başarılı, yada başarısız darbeleri tarihe gömemezsiniz. Gerçek anlamda sivilleşme, gerçek ve tam demokraside, sınıfsız, sömürüsüz, savaşsız ve dolayısıyla devletsiz ve ordusuz bir dünya için mücadele ufkuyla, bu çarkların parça parça kırılması ve dağılmasıyla gelecek.
Evrensel'i Takip Et