Sıla mevzuu: İki satırlık adamlar
İki satırlık adamları musallat ettik ömrümüze, Bundandır böyle dibe vuruşumuz.
Mehmet TARHAN
Cumhurbaşkanı’na göre “Allah’ın bir lütfu” olan 15 Temmuz darbe girişimi sonrası zaten uzun zamandır zıvanadan çıkmış memleketin iler tutar tarafı kalmadı. Yaklaşık 80.000 kamu görevlisi işinden uzaklaştırıldı, 16.000 tutuklama, 7000’den fazla kişiye “adli kontrol” kararı, binlerce okul ve kuruma kapatma kararı, tüm devlet memurlarına yurtdışına çıkış yasağı derken bir de tüm gazetecilerin pasaportlarının iptal edildiği haberi düştü. Hazır OHAL ilanıyla birlikte parlamento askıya alınmışken, sağ olsun sayın Cumhurbaşkanı bir darbe gerçekleşmesi halinde neler olacağını bizlere uygulamalı olarak gösteriyor. Evren’i aratmıyor hamdolsun: “Darbe olacaksa, onu da ben yaparım!”
Darbe itirafçılarının ifadeleri basına servis edilirken FETÖ itirafçıları da ekranlarda boy gösteriyor. Tabii “Ne istediler de vermedik!” diyen başitirafçıyı ekranlar kesmiyor; şöyle milyonları topluyor Yenikapı’da; yanında iki koltuk değneği ile. Hasılıkelam barış masasını devirerek başlattığı darbe mekaniğinin sonuçlarından kendisine yeni bir mağduriyet devşirmenin mutluluğunu yaşıyor. “Allah’ın lütfu” da bu olsa gerek. İhtiyaç duyduğu şeytanlaştırmanın nesnesi olarak tespit ettiği HDP hariç Kılıçdaroğlusu, Bahçelisi, Çillerine kadar orada. Tabii Cumhurbaşkanı sanatın toplumla kurulacak ilişkideki kıymetini biliyor. Her yıl en az iki defa sanatçılara küçük twitter infiallerine neden olacak yemek verir. Aralarından temsilci olarak seçtiği Uğur Işılak bile Cumhurbaşkanı’nın bu sanat aşkını gölgeleyemedi. Hani sanat dedikse tabii ki şarkıcı türkücü, oyuncunun televizyonda görüneninden; öyle edebiyattı baleydi toplumdaki karşılığı olmayan sanat taifesi değil. Bir de Selahattin Alpay, Nuray Hafiftaş, Coşkun Sabah gibi çocukluk anısı olarak yaşayanlar var; Tuğçe San’ın eksikliğini hissetmemek mümkün değil benim kuşağım için.
Tabii darbenin sivil kanadı kimdi, şimdiki hükümetin ve bizzat Erdoğan’ın sorumluluğu gibi konuları Allah ile Erdoğan arasına havale ettiğimiz için mevzumuz Sıla. Demiş ki “Böyle bir şovun içinde olmayacağım.” Katılmaması yetmiyor bir de günler öncesinden “final mitingi” “taçlandırıyoruz” “kim davetli kim değil” vs türlü PR çalışmalarıyla hazırlanan Erdoğan - pardon “Demokrasi Şöleni’ne “şov” demiş. Konserler iptal ediliyormuş. Albümden para kazanmanın neredeyse imkansız olduğu bir ülkede tabii belediye ve AVM konserleri önemli. Tabii bir de reklam anlaşmaları. Eğer muhalifseniz bu işler de elbette kesiliyor. Birkaç hafta, bilemediniz birkaç ay yüzünüz medyada görünmesin, maazallah Abdüllatif Şener gibi oluveriyorsunuz.
Şanlı Yenikapı mitingi katılımcılarından Özcan Deniz’le yaptığı içecek reklamına rağmen dinlemeye devam ettiğim bir şarkıcı Sıla. Kenan Doğulu’ya rağmen “Kendine güvenen şöyle gelsin” diyen bir kadın çok iyi hissettirmişti. Ama hep Sıla’nın arabeskini daha çok sevdim, bu da itirafım olsun.
Tarih 15 Temmuz 2010. Uluslararası Hrant Dink ödül töreni yapılıyor Cemal Reşit Rey’de. Şimdi FETÖ’cü diye tutuklanan Hrant’ın katlinin faillerinin, azmettiricilerinin Erdoğan ve hükümeti tarafından korunup kollandıkları, Gülen’e laf edenin darbeci diye derdest edildiği, şimdiki mağdurların Türkçe Olimpiyatlarında gözyaşlarına boğulduğu zamanlar. Türkiye Vicdani Ret Hareketi adına ödülü almak üzere davetliyim, diğer vicdani retçilerle beraber. Teşekkür konuşmasını ben yapacağımdan ziyadesiyle heyecanlıyım. Ortalık iyice kararıyor; birden “Hep karanlık, hep karanlık… Yeter artık yeter, bir avuç kar beyazı, bir adım yol bana…” diye inliyor ortalık. Bir kadın çıplak sesiyle söylüyor; yanında bir gitar. Işıklar yavaş yavaş açılıyor. Kadını tanıyamıyorum ama büyülü bir an. Şarkının Kayahan’ın ünlü şarkısı olduğunu bile kavrayamıyorum. Herkes aynı durumda olmalı, salondan çıt çıkmıyor. Ancak şarkı bittikten sonra anlıyorum o kadının Sıla olduğunu. Sonradan öğreniyorum ki; bir şeyler yapmak istediğini söyleyip kendisi gelmiş organizasyona, hani kimse kapısına rica minnet gitmemiş. Alain Delon’uyla dans etmişliğim de, Acısa da Öldürmez’iyle aşk yarası sarmışlığım da çoktur ama hala Sıla deyince aklıma gelen ses ve duruş odur. Hrant’ın doğum gününde, Hrant’ın dostları arasında olan Sıla.
Dağlar duvar olsa önüme,
Yollar kördüğüm düğümlense,
Dönmem, gözümü dağlasalar,
İpe götürseler,
Bir kuş uçur yeter!
Sen bir çağır yeter!
Neymiş efendim; Sıla 7 Ağustos mitingine “şov” demişmiş. Konserler iptalmiş. Can sıkıcı elbet, ama Sıla da o karanlıkta şarkı söyleyebildiği için Sıla. Yıllarca “sanat ile siyaseti karıştırmamak lazım” denen ama muhalifliğin cezalandırıldığı, devlet sanatçılığının olduğu bir coğrafyada sormuşlar, düşündüğünü söylemiş. Bir birey olarak reddetmiş güya siyaset dışı ama hep iktidarın ihtiyacına göre pozisyon alarak var olmayı. Bilmez mi yoksa o da gidip 10. yıl marşını coverlayıp dıptıs dıptıs laikçilere satıp sonra da Erdoğan mitinglerinde boy göstermeyi? Avrupa’da modellik yaparken adını daha Avrupai olanla değiştirip memlekette al bayraklara bürünmeyi? Ama bunları yapıp benim gibilerin diline düşeceğine şu koca linç kampanyasını göze alıyor. Olsa olsa hayıflandığı tek şey vardır; benim de sık sık dilime takılır -ki memleketin halinin özetidir:
İki satırlık adamları musallat ettik ömrümüze,
Bundandır böyle dibe vuruşumuz.