Üniformasız militarizm tehlikesi kapıda
15 Temmuz nasıl bir dönemin başlangıcı olacak? Devlet sıfırdan nasıl inşa edilecek? CHP’nin yeniden inşadaki rolü ne? Yücel Demirer yanıtladı.

Serpil İLGÜN
Pek çok yazar, yorumcu 15 Temmuz darbe girişimini Türkiye siyasi tarihinde bir dönüm noktası, bir milat olduğu konusunda birleşiyor. Peki, 15 Temmuz nasıl bir dönemin, nasıl bir miladın başlangıcı olacak? Devlet sıfırdan nasıl inşa edilecek? CHP’nin yeniden inşadaki rolü ne? Türkiye işçi ve emekçilerini, demokrasi güçlerini nasıl bir süreç bekliyor? Pazartesi röportajında bu hafta, Kocaeli Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü Öğretim Üyesi, Doç. Dr. Yücel Demirer’le bu soruların yanıtlarına odaklandık. 2017 ile birlikte “faşizm”, “diktatörlük” kavramlarına daha fazla başvuracağımız bir döneme gireceğimizi vurgulayan Demirer, “Yenikapı mitingi yeni dönemin bütün işaretlerini verdi. Yeni milat, yeni bir militarizmin başlangıcı olarak da düşünülebilir. Üniformasız bir militarizm tehlikesi kapıda” diyor.
Darbe girişiminden sonra AKP iktidarının daha önce hazırlanmış programları uygulamaya geçirdiğine dikkat çeken Demirer, sivil ve askeri kurumların yeniden yapılandırılmasının yanında, içinden geçtiğimiz dönemin, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin de yeniden kuruluş dönemi olacağını söylüyor.
Yücel Demirer, 2016 başında “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı barış bildirisini imzaladıkları için Kocaeli Üniversitesi’nde gözaltına alınan 21 öğretim üyesinden biri olmuştu.
Bugün birinci ayını dolduran darbe girişimine ilişkin tartışmalar, yeni itiraflar, görüntüler eşliğinde devam ediyor ama hâlâ aydınlatılmayan pek çok soru var. Bu yönüyle de ele aldığınızda darbe girişimini nasıl değerlendirirsiniz? Türkiye neden 36 yıl sonra bir darbe girişimine sahne oldu?
Öncelikle pek çoğumuz gibi darbe girişimine şaşırdığımı, benim için de sürpriz olduğunu belirtmek isterim. Ülke ve dünyadaki genel gidiş, bana da “artık darbeler dönemi kapandı” dedirtiyordu. Böyle düşünmemde, devletin kurumları içerisinde bu derece büyük bir örgütlenmeden haberdar olmamak ve çelişkilerin bu seviyeye geldiğini bilmemek etkiliydi. Henüz darbe girişimine ilişkin kapsamlı bir değerlendirme yapmak için elimizde yeterince bilgi yok. Üzerinden bir ay geçmesine karşın bu darbe girişimi hakkında hâlâ çok az şey biliyoruz. Girişimin aktörlerinin kimliği, ilerleme süreci, ne gibi ittifaklar üzerinden yürütüldüğü, iddia edildiği gibi öne çekilmiş bir eylem olup olmadığını bilmiyoruz ve akademik bir değerlendirme için erken. Ancak, olup bitenin ülke siyasetinin temel dinamiklerini gerilettiğini, demokrasinin kalitesini çok düşürdüğünü söylemek mümkün.
Bilinmeyenlerin bir boyutu da siyaset ayağı. Bu darbe başarılı olsaydı başbakanı, bakanları kim olacaktı sorusu yanıtını bulmuş değil.
Evet, medya üzerinden ifade edilenler doğruysa, darbeden sonra TRT’nin başına, sıkıyönetim komutanlıklarına kimlerin geleceğini biliyoruz ama sivil listeler ortaya çıkmış değil. Uygulanan senaryonun net bir biçime ortaya çıktığı iddialarına rağmen henüz çok az biliyoruz ve bunların aydınlanması on yılları bulabilir.
Neden?
Bunun bence çok katmanlı nedenleri var. Birincisi, basından öğrendiğimize göre TSK personelini kapsayan operasyonlar dalga dalga yayılıyor ve henüz süreç bitmiş değil. Ayrıca, girişimin boyut ve kapsamının genişliği ile darbe girişimi sonrasında hızla başlatılan ve kapsamlı olarak sürdürülen devletin yeniden yapılandırılması nedeniyle bu dumanın dağılmasının epeyce süreceğini düşünüyorum.
Bunda Gülen Cemaatiyle AKP iktidarı ilişkisinin etle tırnak misali iç içe geçmişliğinin de etkisi var mıdır? Zira, siyasi ayağının ortaya çıkmasının AKP içindeki dengeleri oldukça sarsacağına dair yorumlar yapılıyor.
Kuşkusuz bunun da payı vardır. Darbe girişimi, Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarının 2002’den bu yana gündemde olan kudretli pozisyonunu ciddi bir biçimde sarstı. Buna yanıt olarak başlatılan çok ciddi bir yeniden yapılanma dalgasının ortasındayız. Yeniden yapılanmanın, bu çok katmanlı reorganizasyonun entelektüel, iktisadi, yönetsel ve benzeri pek çok boyutu var. On binlerle ifade edilen tutuklamalar, açığa almalar, kapatılan üniversiteler, gazeteler... Tüm bu alt üst oluş sırasında ve buna paralel olarak siyasal alan yeniden organize ediliyor. Bu yeniden organize sürecinde en önemsenmesi gereken konuların başında TBMM’de grubu bulunan HDP’nin siyasal mutabakat alanı dışında tutulması çabası geliyor. Bu tutumla, önümüzdeki dönemde nasıl bir Türkiye hayal edildiğinin sinyalleri veriliyor aslında. İçinden geçtiğimiz bu sıcak günlerin, önemli değişiklikler beklediğim ve 2017 yılından itibaren etkisini göreceğimizi düşündüğüm yeni bir siyasal dönemin yasama ve kurumsallaşma bağlamındaki hazırlık aşaması olduğu inancındayım.
Daha somutlaşması açısından, nasıl bir dönem olacak bu?
Öncelikle muhalif kesimde “faşizm,” “diktatörlük” kavramları bence biraz erken kullanıldı geride kalan yıllarda. 2017 yılıyla birlikte bu literatüre daha fazla müracaat edeceğimiz bir döneme doğru ilerlemekte olduğumuzu düşünüyorum. Darbe girişiminden sonra, belli ki daha önce hazırlanılmış ve düşünülmüş programların uygulamaya geçirildiğini görüyoruz. Çok kısa sürede bu kadar kapsamlı ve etkili operasyonların, tutuklamaların yapılabilmesi, bu konuda çok ciddi bir hazırlık yapıldığını gösteriyor. Belki de 2023 hedefleri denilen, önümüzdeki on yılı kapsayacak bir sürecin daha da hızlandırılıp, önümüzdeki birkaç yılda yaşanmasının imkanının doğduğu düşünülüyor iktidar kesiminde. Bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Bu Allah’ın bir lütfudur” demesinde olduğu gibi, çok kısa sürede bir yeniden yapılandırma faaliyetinin yaşanacağı görülüyor. Sivil ve askeri kurumların yeniden yapılandırılmasını yanında, içinden geçtiğimiz dönemin, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin yeniden kuruluş dönemi olduğunu düşünüyorum. Eksik bir biçimde merkez ve liderlik üzerinden değerlendirilen partinin önümüzdeki dönemdeki yerel örgütlenme biçimlerinde, özellikle gençlik faaliyetlerinde değişiklik ve çeşitlenmeler bekliyorum. Yorum yapmak için belki henüz erken ancak sokağa çağrılmış kitlelerin bir ayağının sokakta kalmasının, hem parti ve hem de ülke içi siyasette kullanışlı bulunacağını düşünüyorum.
Bu yeniden kuruluş, AKP’nin ideolojik temellerini de içerecek mi?
İdeolojik dönüşümün gündelik siyasete çok uzak olduğunu düşünmüyorum. Son sıralarda Erdoğan için sıkça yinelenen “Türkiye Cumhuriyetinin ikinci kurucusu Erdoğan” söylemi tesadüfi değil. Falcılık yapmak istemem ancak iktidar partisi içinde köklü dönüşümlerin eşiğindeyiz gibi geliyor bana.
Bu yeniden yapılanmada Erdoğan’ın pozisyonu, dolayısıyla başkanlık hedefi nerede duruyor peki? Örneğin, 15 Temmuz’un Erdoğan’ı güçlendirdiği, dolayısıyla başkanlık arzusunun önünde engel kalmadığı yorumlarına katılır mısınız?
Evet, Cumhurbaşkanı Erdoğan çok güçlendi. Kendisine 2002 zaferinin de önünü açan, yaşam biçimini koruma refleksi üzerinden partiyi destekleyen dindar muhafazakar kesimin partiyle bağları yeniden çok sıkılaştı. Ben, 15 Temmuz’dan sonra 17-25 Aralık meselesinin de artık çok buharlaştığını, önemini yitirdiğini düşünüyorum. Bunlara ek olarak, kişisel olarak bu kişilere yüklenen muhalefet misyonunu hiç ciddiye almamış olsam da, bir kesimin beklentileri olan Abdullah Gül, Bülent Arınç ve bunlara benzer aktörlerin de siyaset yön verme olasılıkları çok zayıfladı. Bu bağlamda Erdoğan’ın güçlendiği ve daha da güçleneceği bir dönemin arifesinde olduğumuzu düşünüyorum.
Ancak, Türkiye’de güçlü olma halinin başka ortamlardakiyle karıştırılmaması gerektiğini düşünüyorum. Türkiye’de siyasal alanın kurumsallaşma eksikliğinden kaynaklanan kendine has yanları var. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Başbakan Yıldırım’ın 15 Temmuz günü 24 saat içinde nereden nereye geldikleri hatırlanmalı. Örneğin Abdulah Gül, Bülent Arınç ve arkadaşlarının 14 Temmuz ile 16 Temmuz arasındaki değişen siyasal güçleri ya da Meral Akşener’in 14 Temmuz’daki durumu ile 16 Temmuz’daki durumu arasındaki farkın unutulmaması gerekiyor. Güçlü-güçsüz derken bunları akılda tutmak lazım.
15 TEMMUZ CHP İÇİN DE BİR KIRILMA NOKTASI OLABİLİR
“Milli mutabakat” argümanıyla yürütülen bu yeniden yapılandırma sürecinde CHP’nin rolüne ilişkin değerlendirmeniz ne? Erdoğan, örneğin Yenikapı’da CHP liderinin de olmasını neden bu kadar çok istedi?
Siyasal alanın işlerliği meşruiyet algısının yüksekliğine, meşruiyet algısının yüksekliği de siyasetçinin en geniş kesimlere hitap edebilme yeteneğine bağlıdır. Kitleleri harekete geçirmek, ikna etmek, desteklerini almak için hele de olağandışı durum ve dönemlerde en geniş kesimle yan yana durduğunuz izlenimini verdiğiniz politikalara ihtiyaç var. Bu açıdan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Türkiye devletini kurmuş bir ana muhalefet partisini yanına almak istemesinde şaşılacak bir şey yok.
Kemal Kılıçdaroğlu’nun, “gitmezsek bunu topluma anlatamayız” gerekçesiyle davete icabet etmesinin parti içinde yarattığı hoşnutsuzluğun CHP’ye nasıl bir maliyeti olur?
Siyasal tarihimiz ve siyasal parti düzenimizi oluşturan yasa ve gelenekler bağlamında pek azı dışında Türkiye’de siyasal partiler kendi içlerinde küçük koalisyonlar gibidirler. CHP de aslında bir koalisyon. Kılıçdaroğlu liderliğindeki parti yönetimi Erdoğan’ın formüle ettiği şekliyle bir istikrar ve mutabakat anlayışına ikna olmuş görüntüsü verdi. Ancak Yenikapı Mitingi’nin yapılış biçiminin simgesel detayları Kılıçdaroğlu’nu doğrular gibi görünmüyor. İçinden geçtiğimiz günlerin CHP içinde de yoğun geçtiğini düşünenlerdenim. Eğer hızla ikna edici bir siyaset üretilmezse, 15 Temmuz tarihinin CHP için de bir kırılma noktası olabileceğini düşünüyorum.
MİLLİYETÇİLİK VE İSLAM’IN ÇOK ÖZEL BİR SENTEZİ GÜÇ BULDU
Ordu içindeki cemaat yapılanmasının bazı iddialara göre yüzde 90’larda olması, toplumun özellikle de ordunun “laikliğin bekçisi” vasfına oldukça güvenen kesimlerine büyük bir şaşkınlık yaşattı. Laikliğin bekçisi hikayesinin öne çıkarıldığı bir kurumda dini bir yapının bu kadar etkinleşmesinin nasıl bir izahı var?
Türkiye’de siyaset okumaları ve politik ideolojik çözümlemeler yapılırken alt yapının belirleyiciliği sıkça unutuluyor. Aslında bu bağlam Cumhuriyetin başlangıcından itibaren sürmekte olan temel eğilimlere ilişkin kullanışlı çerçeveler sunmaya devam ediyor. Bu ülkenin polis ve askeri yoksul kesimlerden geliyor. Üst ve orta kesimden gelenler çok nadir. Dolayısıyla bu insanlar son tahlilde yaşadıkları ülkenin sokaklarında, fabrikalarında, tarlalarındaki dinamikler her neyse onları asker ocağına getirmekteler. Bu yüzden toplumdaki yaygın eğilimlerin, örneğin artan dindarlığın ordu içinde bu düzeyde etkili olması şaşırtıcı değil. “Laikliğin temel bekçisi” derken aslında pek de sağlıklı bir genelleme yapılmadığını fark ediş, benim aklıma ülkemiz toplumsal ikliminde güçlüden yana saf tutma eğilimini de getiriyor. Politik ideolojik söylem, “güçlü ordu,” “laik ordu,” nakaratını yinelerken araya pragmatik öncelikler ve güçlü olduğu düşünülenden yana saf tutma eğilimi giriyor bence. Bu darbe girişiminden sonra ordunun hiç de tek vücut olmadığını, hiç de laik hassasiyetlerle yüklü insanlardan olmadığını gördük.
Şunu da eklemeliyim; bu ülkede milliyetçilik ve İslam’ın çok özel bir sentezi güç buldu. Biz son 20 yılda hep kavramların önüne bir niteleme sıfatı koyar olduk. Artık herhangi bir tanım aralığı kişileri tanımlamada tek başına yeterli değil. Böyle olunca laiklik kavramının önündeki niteleme sıfatının versiyonlarının çeşitlenmesinin önü açılmış oluyor. Ne bileyim, “yeni Türkiye laikliği” bu şekilde olur diye düşünülüyor.
Bu çeşitlenmenin kökeninde yatan ne? Nedir “yeni Türkiye laikliği”?
Yeni Türkiye laikliği şu anda aklıma geldi. Bunu söylerken zihnimde bir popüler kültürel kavramsallaştırma eğilimi, bir yüzeysellik hali var. Adalet ve Kalkınma Partili yıllar boyunca pek çok kavramda olduğu gibi daha çok pragmatist gerekçelerle eğilip bükülen kavramlardan ve bunun alışkanlık haline gelmesi durumundan bahsediyorum. Özellikle popülist ve pragmatist tercihlerle, üzerinde çok düşünmeden türetilen, kısa dönem için işlevli kavram ve kurum üretmeler ikliminde laiklik derken de anlam kaymaları yaşanıyor. Örneğin, bundan 10 yıl önce Türk bayrağının asılması daha çok Adalet ve Kalkınma Partisi’nin eleştirildiği mitinglerde, eylemlerde ve hanelerde gördüğümüz bir durumdu. Temmuz 2016’da Türk bayrağı farklı konum ve tutumları temsil ediyor. Duvardaki Atatürk fotoğrafı dün başka bir şeyi temsil ediyordu, bugün başka bir şeyi temsil ediyor. Dolayısıyla bizlerin, kavramın kelime anlamı dışında, içinden geçilen dönemde belli kesimler için ifade ettiği anlama da kafa yormamız lazım.
YENİKAPI, YENİ DÖNEMİN BÜTÜN İŞARETLERİNİ VERDİ
Sokağın militerleşmesi olarak da okunan demokrasi nöbetlerinin “taçlandırıldığı” Yenikapı mitinginin belli başlı mesajları ne oldu?
Çok önceden başlatılan ve Süleyman Soylu örneğindeki gibi zekice müdahalelerle genişletilen, Türkiye’de merkez sağın erimesi artık zirve noktasında. Türkiye’de merkez sağın dönem dönem yeniden canlandırılması şeklinde girişimler oldu ancak bu alan tamamen doldurulmuş durumda. Merkezde olandan radikal olana, sağın değişik versiyonlarını içine alan bir koalisyonla, darbe girişimi sonrasında da sokağa inmiş bir versiyonuyla karşı karşıyayız. Yenikapı mitingi nicel ve nitel boyutlarıyla neredeyse simgesel bir ansiklopedi oldu. Alandaki iki büyük fotoğraftan birinin Atatürk’ün, diğerinin Erdoğan’ın olması, alandaki sanatçı, sporcu, iş insanı bolluğu, şölenin medyada sunulma biçimi içinden geçilen dönemin simgesel özeti olduğu kadar, gelecek dönemin temel dinamiklerini de haber verdi. Sık sık “milat,” “dönüm noktası” yorumları yapanlardan değilim. Ancak 15 Temmuz 2016 tarihinin, hakikaten bir yeni dönemin başlangıcı olduğunu düşünüyorum. Yenikapı yeni dönemin bütün işaretlerini verdi. Yeni bir milat, yeni bir militarizmin başlangıcı olarak da düşünülebilir.
Nasıl?
Militarizm üniformalı olmakla sınırlı bir kavram değil ve üniformasız bir militarizm tehlikesi kapıda. Demokratik değerlere, hukukun üstünlüğüne ve insan haklarına sahip çıkan, popülist pragmatizmin dev adımlarına evrensel ilkelere sarılarak karşı çıkan bir hat örmek kritik bir öneme sahip. Bu bağlamda demokratik güç birliği arayışlarını ve içinde bulunduğumuz durumun değerlendirildiği kongrelerin en kısa süre içinde organize edilmesini önemsiyorum.
KULLANILAN DİL MASUM DEĞİL
15 Temmuz sonrasında AKP medyasında ‘FETÖ’nün devletin tüm kurumlarındaki varlıklarının nasıl olduğu mevzusunun “sızma” kelimesiyle anlatılması dikkat çekici. İktidarın sorumluluğunun konuşulduğu başlıklardaki temel argüman ise “aldatılma ve kandırılma!” Bu tercihler neyin üstünü örtüyor?
Siyasal mücadele içinde kullanılan dil asla masum değildir. Kelimeler, kavramlar hep yüklüdür. İçinden geçtiğimiz günlerde verilen demeçlerin yalnızca içeriğiyle değil, kavramsal çerçevesiyle de bir hegemonya mücadelesi verildiği gözleniyor. Darbe girişiminin “aldatılmış olma,” “kandırılma” haline indirgenmesi bu konuda hesap verme kapılarını kapattığı için kullanışlı görünüyor olmalı. Kamusal meselelerde gündelik hayata ilişkin cümle kalıplarının kullanılması aslında çok yeni değil ve verdiğiniz örnekten daha sıkıntılı durumlar da yaşanmakta. Örneğin terör kavramının son derece geniş bir biçimde kullanılması, birbirinden farklı kategorilerin bu bağlamda fütursuzca bir araya getirilişi ve içine istediğiniz kategoriyi atabileceğiniz bir torba haline getirilmesi üzerinde düşünülmesi gereken konular. Tüm bu konularda, azsa az çoksa çok, başta HDP olmak üzere ÖDP, EMEP ve yan yana durmaya başarabilen tüm siyasi parti ve demokratik kitle örgütlerinin son derece çabuk biçimde, elden gelecek en geniş ölçeklerde bu konuların konuşulduğu, kavramsallaştırıldığı ortamlar yaratmasına ihtiyaç var. Bir de bu dönemde zor durumda olanın kimliğine bakılmaksızın ilkesel doğrular temelinde temel hak ve özgürlüklere sahip çıkılması gerekiyor. Bu türden dönemler siyasal ahlak için turnusol kağıdı işlevi görür. Hakkı ihlal edilen kim olursa olsun sahip çıkılması bir tercih değil, sorumluluktur. Türkiye’deki solun, sosyalistlerin tarihin her döneminde yaptıkları gibi, grup ve kategoriler üzerinden değil, ilkeler üzerinden temel hak ve özgürlüklere sahip çıkmaları büyük önem arz ediyor.
ÖNÜMÜZDEKİ ZORLU DÖNEME YÖNELİK CİDDİ HAZIRLIKLAR YAPILMASI GEREKİYOR
15 Temmuz’dan önce başlayan Hükümetin tüm anti demokratik uygulamalarına ve savaşa karşı güç birliği oluşturma çabaları giderek somutlaşıyor. Bu çerçevede geçtiğimiz hafta aralarında pek çok sendika, meslek örgütü ve siyasi partinin olduğu platform, Emek ve Demokrasi için Güç Birliği ilan ederek bir deklarasyon yayınladı. Önümüzdeki günlerde bunun daha da genişleyeceği belirtiliyor. Bu birliğin çekim merkezi olabilmesi için nasıl bir yol ve yöntem izlemesi gerektiği konusunda dikkat çekeceğiniz hususlar neler olur?
Bir öğretim üyesi olarak “meli, malı” şeklinde akıl veren, öğreten cümleler kurmaktan çok çekinirim. Ancak 2017’nin, 2015 ve 2016’dan özellikle sol, sosyalist, muhalif demokrat güçler açısından çok daha zor bir dönem olacağını bilerek, buna yönelik çok ciddi hazırlıklar yapılması gerektiğini söylemek benim görevim. Sorunuza dönersem; şu ana kadar muhalif kategoriler, emek ve demokrasi güçleri ellerinden geleni yapıyorlar, buna hiç şüphem yok. Ama daha çok hegemonyanın yüzeysel ve anlık yanıtlanması ya da tasviri şeklinde bir durum var. Ne kadar mütevazi olursa olsun, ne kadar küçük olursa olsun kendi platformlarını yaratan faaliyetleri çok önemsiyorum. Mesela, emek ve demokrasi güçlerinin Ekim veya Kasım ayında bir demokrasi konferansı yapmasını çok gerekli görüyorum. Bunların törensel, görünme eksenli olmaktan ziyade hem uzunluğuyla, hem de içeriğiyle sahici fikir üretme ortamları olarak düzenlenmesi lazım. Parti genel başkanları, milletvekilleri gelip, kendi konuşmalarından sonra ayrılacaklarsa, zaman kaybına hiç gerek yok.
Barış ve demokrasi vurgusu kadar, laisizm vurgusu da önemli, ne dersiniz?
Katılıyorum, içinden geçtiğimiz dönemde hiçbir hak ve özgürlük mücadelesini küçümsemeden ve açıkçası Erdoğan’ın yeniden yapılandırma söyleminden feyz alarak, Türkiye’deki sol muhalif söylemin de kendisini çok kapsamlı bir biçimde tanımlaması, içinden geçilen durumu ve ittifaklar politikasını belirgin kılması gerekiyor. Bu bağlamda hukuk, laiklik, özgürlük ve gündelik hayat bağlamında siyasal ve sosyal durumun tartışılması gerekiyor. Otoriter çoğunlukçu bir söylemin bu bayram günlerinde, Türkiye’de yaşayan sosyalistlerin, Kürtlerin, Alevilerin, eşcinsellerin, dini inancı olmayanların, Müslümanlık dışında dini inancı olanların yaşam alanlarına ve özgürlüklerine sahip çıkılması büyük önem taşıyor.
Evrensel'i Takip Et