11 Mayıs 2012 14:00

Gazeteci Sait Faik

Türk hikayeciliğinin önde gelen yazarlarından sayılan Sait Faik Abasıyanık, ölümünün 58. yılında anılıyor. Abasıyanık, çağdaş hikayeciliğe yaptığı katkıların yanı sıra gazeteciliğiyle de tanınan ve edebiyata gazeteciliğiyle de katkı yapan bir isim.28 Nisan 1942 ile 31 Mayıs 1942 tarihleri arasında, Haber-Akşam Postası isimli

Gazeteci Sait Faik
Paylaş

28 Nisan 1942 ile 31 Mayıs 1942 tarihleri arasında, Haber-Akşam Postası isimli gazete adına muhabirlik yapan Abasıyanık, deri işçilerinin ve çeşitli emekçi kesimlerin haberlerini öykü tadında haberleştirdi. Mahkemelerde yaptığı röportajları ve oralarda edindiği izlenimleri ise “Mahkemelerde” başlığı ile gazetede yayınladı. Bu yazıları daha sonra 1956 yılında Varlık Yayınları, Mahkeme Kapısı ismiyle kitaplaştırdı.


SAİT FAİK'İN KALEMİNDEN EMEKÇİ HİKAYELERİ

“Kazlıçeşme’ye doğru giden tren fakir İstanbul’dan geçer. Kafesli pencereler, fesleğenli balkonlar, yamalı çamaşırlar, kansız insanlar... Şairane İstanbul! Yıkık bir Bizans hamamı, kapısında incir ağacı bitmiş bir Bizans kilisesi, bir baca görürsünüz. Leyleğin yuvası boş. Bir hüzündür kaplar insanı: Bir işçi kızın siyahı kırçıllaşmış çorabı bir balkonda mahzun...
İçinizde biraz sonra göreceğiniz bir insanoğlu hali, bu Piyerloti aptallığının sözde şairliğinden muaf tutar.”
Sait Faik’in “İnsanoğlunun Haline Doğru” başlıklı yazısı bu satırlarla başlıyor. Yeni Dünya gazetesindeki bu röportaj 4 Aralık 1945 tarihinde yayımlanmış. Öykücümüz, deri işçilerinin durumu ile ilgili röportajlarının devamını “İnsanlığın Haline Doğru” başlığıyla Gün gazetesinde 1946 yılında yayımlamıştı. Bu öykü benzeri röportajlar Varlık Yayınevi’nin 1965 baskısı “Mahalle Kahvesi-Tüneldeki Çocuk” cildinde yer almıştı.
Dört kişiye bir kepçe
Emek Öyküleri’nin Üçüncü Cildi “Motorize Köleler”de de okuyabileceğiniz bu yazıların ilki olan “İnsanoğlunun Haline Doğru”da yazar o yıllarda verilen işçi yemeğini anlatıyor. Kazlıçeşme’nin parti başkanı (Tek parti dönemi, CHP) ve muhtarı “Bugünkü işçi vaziyetinin gayet iyi olduğunu, hatta öyle ki kendi vaziyetinden bile üstün bulunduğunu” söyler. Verilen yemeğin “işçiye bol bol kafi” olduğunu da ekler. O dönemde fabrika sahiplerinin işçiye yemek vermesi zorunlu duruma gelmiş. Yemek “birlik mutfağı” denilen bir yerde veriliyormuş. Bu “birlik” işverenler birliği olmalı. Sait Faik, işçiye bol bol yeten yemeği biraz alayla anlatıyor; “Aşçı, işçilere verilen yemeği gösterdi. Bugün kuru fasulye verilmiş, dört kişiye bir kepçe düşermiş... Kepçeyi gördüm pek büyük değildi.”
Sait Faik hükümetin fabrika sahiplerini işçiye yemek vermeye zorlamasının, yemeklerin maliyetini, kalitesini kontrol etmeyince, yeterli olmayacağını sayılarla da açıklıyor: “Bugün 523 kişiye yemek verilmiş. İşçi ekmeğini kendi getirirmiş. Yemek bir kapmış. Bugün kuru fasulye verilmiş. İşte rakamlar: 523 kişiye 25 kilo et, 65 kilo kuru fasulye,17 kilo margarin, 15 kilo soğan, 5 kilo salça. Bu rakamları bay muhtarın bordrosundan çıkardım. Adam başına ben şöyle hesap ettim: 20 gram et (kemik dahil), 120 gram kuru fasulye, 25 gram margarin, 25 gram soğan , 5 gram salça=197 gram.”
Yazar biraz sonra işçilerle yemek konusunda konuşur: “Birliğin verdiği yemekte yağ falan yoktur. Suyuna tirittir. Et verdiklerine gelince: Adam başına 10 gram ya düşer ya düşmez. Öğle yemeği diye verdikleri sabah kahvaltısının yerini bile tutmaz. Ya çorba verirler ; yahut iyi pişmemiş patates, yahut mercimek... Cumartesi günleri de yalnız aşure verirler. Yapayalnız aşure; insan onu yiyince büsbütün acıkır.”
Sait Faik işçilerle söyleşirken işçilerden yemekte hiç pirinç pilavı verilmeyişinden sebzelerden yalnız patlıcan pişirilişine, hastalanan işçileri patronun vicdanına göre tedavi ettirişine gelir söz. Yazı patronunu mahkemeye veren bir işçinin, Murat Kesedar’ın öyküsüyle sonlanır. “13 senelik işçiyim. Bana angarya çok iş veriyordu. Biz de insanız, insan söylenmez olmaz mı? Biraz söylenecek oldum. Ertesi gün fabrikaya varınca bana ‘Sana burada artık iş yok’ dedi. Beni işten çıkardı. Şikayet edeceğimi söyledim. O zaman bana ‘Bana bak !’ dedi. “Ben bin lira harcar, senin yüz lira hakkını vermem. Vallahi bin lira harcarım; seni haksız çıkartırım... Benimle başa çıkamazsın. Dünya bir araya gelse seni yine işe almam, bunu böylece bil!’ dedi.”
Sait Faik, Murat Kesedar’ın mahkeme gününü öğrenirse yazacağını söyler. Bir bakıma Yeni Dünya okurlarından deri işçileri için destek ister.
“Hikayecinin Kaderi”, Sait Faik’in bir tanesini örneklediğim gazete ve dergi yazılarından oluşuyor. Elli yıl öncesinin işçi sorunlarını, emekçilerinin öykülerini, sanatçılarının tartışmalarını öğrenmek için (ve bugünle karşılaştırmak için) okunması gereken bir kitap bu.

*Sennur Sezer’in 21.07. 2005 tarihli yazısı.


AYAĞIMA DOLAŞAN RÖPORTAJ

Bizim sekreterle matbaadan çıkmış, yokuşu iniyorduk. Yedigün’ün sekreteri çekik gözlü, orta boylu, ihtiyarlığında tin tin olacak, kendisine yavaş yavaş alışılan, alışılınca da ondan vazgeçilemiyen bir arkadaştır. Düşünmeyi sever. Kendi düşünceleri başkasınınkilerle ayni bile olsa aykırı imiş gibi gözükerek başkasının düşüncelerini öğrenmeyi sevdiğini sanıyorum.
Sekreterle dünyadan, geçimden, insandan söz açmıştık. Başka şeyler düşünülmiyen günlerde yaşıyoruz. Aşktan söz etsek hemen ayıp oluyor. Çiçeklerden söz açılsa olmuyor, tutmuyor.
Sekreter şöyle diyordu:
- Allah herkesin rızkını verir dostum. Yoksa sokakta açtan geçilmez.
Ben:
- Bu işe Allah karışmaz... diyor; devam etmeye çalışırken:
- Evvelâ inanır mısın, inanmaz mısın?
Bu suale hemen derhal cevap verebilecek kadar o gün kuvvetli değildim sanırım.
- ... O başka mesele! Yalnız şunu söyliyebilirim ki, Allah her sabah kalkıp şu Hasana, şu Ahmede, şu Hristoya, şu Moize, şu Kirkora diye pay etmiyor herhalde.
- Ya ne yapıyor?
- Onun ne yaptığını bilmem. Ama insanlar sabahleyin kalkıyorlar... - Hattâ kilerini doldurmuş olanlar bile- kalkıyorlar, o gün ne yapacaklarını çarkı nasıl döndürebileceklerini düşünüyorlar. Kimi koşup terliyor, kimi kafasını, kimi adalelerini, kimi bacaklarını, kimi sırtını, omuzunu ortaya koyuyor...
- Ama Allah da rızkını veriyor.
- Rızkı Allah göndermiyor. İnsanlar onu terle, yorgunlukla, didinme ile hakediyorlar.
- Elbette. Elleri böğründe otururken de gönderecek değil ya!
- Peki karaborsacılara nasıl gönderiyor dersin?
- Kamyonla!... diyor, gülüşüyoruz.
Babıâlî yokuşundan inilmiş, Allahın insan oğluna gökten zenbille hediyeler göndereceği ikimiz tarafından da kabul edilmeden Yeni Postahanenin kapısına varılmıştır.
Sekreter etrafı gösterdi:
- Hepsi koşuyorlar, görüyor musun şu insanları? Ekmek parasına. Bu kargaşalık, bu kovalamaca hep (koltuğunun altına üç çeyreklik bir ekmek sıkıştırılmış olan bir hamalın ekmeğini göstererek) onun için.
Beyaz ceketli bir lokanta garsonu elinde bir tepsi hızlı hızlı bir yazıhaneye yemek götürüyor. Arkadan kolları sıvalı ceketsiz bir delikanlı âdeta koşarcasına elinde bir kâğıdı sallayarak yürüyor, daha arkadan da elinde bir ekmeğin dörtte üçü ayakları çıplak bir hamal, öteki elinde ipi sallayarak gidiyordu. Birdenbire -öyle sanıyorum ki o gömleği sıvalı ceketsiz bir tüccar kâtibi olduğu her şeyinden belli genç, belli belirsiz lokanta garsonuna çarptı- garsonun elindeki tepsi yere yuvarlandı. Tabaklar kırıldı. Asfaltın üzerinde bir beyinle yeşil salatalar, üç biber dolması seriliverdi.

Lokanta garsonu tepsiyi yerden kaldırdı. Etrafına çabucak toplanmış olanların yüzüne bakmadan elleri böğründe, tepsi kalçasında, gözü dolmalarda durakladı.
Garson bir müddet öylece durdu. İçinden geçenleri kestirmek zor birşey değildi. Hepimizin aklından garsonun onları tekrar tepsisine alacağı düşüncesi geçiyordu. Onun da aklına ilk gelen bu oldu. Dolmalara baktı. Tozlanmış beyine döndü. Ona: “Ah sen, ah sen! Bütün kabahat sende!” der gibi baktı. Kıpkırmızıydı. Şaşkındı. Bir yandan ustasını düşünüyordu. Dokunsan ağlayacak gibi bir yüz bağladı. Sonra içinden geçen bir söze, bir karara uydu. “Ne yapalım? Kaza usta!” der gibiydi. Kırık tabaklardan bir kısmını birşey yapmış olmak için topladı. Dolmalara bir daha göz attı. Beyine bu sefer hiç bakmadı. Yürüdü gitti.
Şimdi dolmalarla beyinin başında düşünen iki çocuk, üstü başı tertemiz bir efendi, bir ihtiyar hanım vardı. Biz de karşı kaldırımda duruyorduk. Hepimiz yere düşenlere bakıyorduk. Garsona adamakıllı bakmamıştık bile. Bugün bile iyice yüzünü hatırlamıyorum. Kaç yaşında gözüken bir adamdı? Nasıl bir adamdı? Uzun muydu, kısa mı? Zayıf mı şişman mı? Hepimiz dolmalarla beyine, onun yanına düşmüş ince ince kıyılmış filiz salataya bakıyorduk. Sanki dolmalara kabahat işlemiş çocuklar gibi: “Ayıp değil mi, piç kuruları?​” der gibi bakıyorduk. “Bu yaptığınız yakışır mı size?​”
İşte tam bu sırada, garsondan on, on beş adım geride yürüyen koltuğunun altına üç yüz dirhem ekmeğini sıkıştırmış hamal da dolmalara yaklaşmıştı. -Belki anlatırken aynı sür’ati veremiyorum- Bütün bu hâdise hemen bir yirmi saniye içinde olup bitmişti. Hamal yürüyüşünü hiç bozmadan, acele etmeden sallana sallana geldi. Yerdekilere bizim gibi, onlarla konuşur gibi bakmadı. Hemen eğildi. Garsonun yarısını topladığı tabak kırıntılarından en büyüğünü seçti. Yerden kaldırdı. İçine beyini koydu. Sonra biraz ilerideki salataya uzun, kuru, kemikli sert bir bilek uzandı. Yeşil salataları da beyinin üstüne koydu. Bizim uzaktan epeyce seçemediğimiz bir ufak sarı şeyi eline alıp baktı. Bu bir limon parçası idi. Sonra ayağa kalktı. İpini beline soktu. Tekrar eğildi. Yere koyduğu ekmeğini öptü. Tabak tutan elinin koltuk altına yerleştirdi. Boş kalan eliyle dolmaları kavradı. İhtiyar hanıma:
- Günah teyze, yazık! Bir kursağa girsin hiç olmazsa... dedi.
Yürüdü gitti.
Sekreter bana; ben sekretere baktım. O:
- Gördün mü? dedi. Nasıl gönderirmiş Allah herkesin rızkını?
Bunun bir tesadüften başka bir şey olmadığını bilmiyor değildik. Hakikaten garip bir tesadüftü. Ama bizim bir az evvelki düşüncelerimizin üstüne düşmüş bir tesadüftü. Dünya boyuna dönüyordu. Yine de insanlar rızklarını çıkarabilmek için yırtınıyorlar, çırpınıyorlardı. Yine de günden güne daha çok çalışmaları, daha çok didinmeleri lâzım geliyordu. Yukarıdan bunu tanzim eden hiç bir kuvvet yoktu. Ancak insanlar birbirlerinin hakkını yemekle bu işe çare bulabilirlerdi. Bütün dünyada mesele gelip buraya dayanmıştı.
Bütün dünyada insanlar bu işi düşünüyorlardı. Harpler bunun için oluyordu. Ancak insanların birbirlerini düşünmesi, haksızlık etmemesi birbirini sevmesi, her insan oğlunun kendisi gibi bir varlık olduğunu anlaması şartıyle bu ekmek ve katık işi halledilebilecekti. Her gün tabaklar kırılmaz, dolmalar yere düşmezdi.
Amma... Gök yüzünden inmiş bu güzel tesadüfün, sakalları uzamış bir ip hamalının yüzüne serptiği tatlı gülümsemeye de can dayanmıyordu. Ama işin bir de öteki tarafı vardı. Belki lokantacı garsonu koğmuştu. Belki de haftalık kazancından bir kısmını kesecekti.
Sekreter de benimle beraber böyle düşünüyordu, ama yine de beni kızdırmağa çalışıyordu:
- Allah sabahleyin kalktı. Hamal Hasanın, yahut Hüseyinin beyin salatasıyla biber dolmasını Nefaset Lokantası Aşçısı Bolulu Mehmet Efendiye hazırlattı!... diyordu.
Sonra bana baktı. Ben anladım:
- Öyle, dedim. Sait kuluna da bir beyin salatası ile iki biber dolmasına oturup bunu yazmak düştü.

(Yedigün, 21,12.1947) - Sait Faik, Tüneldeki Çocuk, Varlık Yayınları, Mart 1955 (İlk Baskı), İstanbul kitabından alıntıdır. Sf. 65-70

ÖNCEKİ HABER

Umutlu renklerin ressamının kumsalı

SONRAKİ HABER

MICHA işçisi sendikalaşıyor

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa