Aldatan kim, Aldatılan kim?
Ejderha gibi şey ile yıllar yılı ortaklık yaparken, bu bilgileri kamuoyundan saklarken, bugün acaba gerçek bilginin ne kadarı kamuoyuna yansıtılıyor?
Cevriye AYDIN
Çok hızlı değişen Türkiye’nin gündeminde 15 Temmuz darbe girişimi, getirdikleriyle ve götürdükleriyle yerini koruyor. 15 Temmuz’dan bu yana; Türkiye’nin Cerablus’a askeri müdahalesi, Kürt hareketine yönelen operasyonların Aslı Erdoğan’a, Necmiye Alpay’a ve Kürt özgürlük hareketine destek veren aydınlara uzanması, TBMM Başkanı Kahraman’ın Che’nin kişiliğine hakareti, adli yıl açılışının ilk kez bu kadar güdümlü bir şekilde Saray’ın himayesinde ve külliyesinde yapılacak olması ve “Bunda ne var?” diyen bir Yargıtay Başkanı’na sahip olmamız, İçişleri Bakanı’nın görevden alınması, 1 Eylül Dünya Barış Günü’nün artan önemi gibi her biri ayrıntılı değerlendirmeler gerektiren pek çok yeni gelişme oldu. Ancak, 15 Temmuz darbe girişimi dolayımıyla Türkiye’nin geçirmekte olduğu yapısal değişimi ve bunun dayanaklarını sorgulama ihtiyacı da güncelliğini koruyor.
Cumhuriyetin kuruluşundan sonraki çeyrek yüzyıl ve 1980 sonrası dışında askerin sürekli ülke yönetme hevesine kapıldığı bu topraklar, ABD’nin elinin altında karıştırıldı, durdu. ABD her daim işin içinde. O derece ki, 27 Mayıs 1960 askeri darbesini Amerikan basını birkaç gün önceden haber veriyor, “olacak” diye... 12 Eylül 1980 askeri darbesini ise CIA Türkiye Masası Şefi Paul Henze’ye haber veren ABD’li diplomatın “Bizim çocuklar işi bitirdi” dediğini yazdı, M.Ali Birand. 15 Temmuz darbe girişiminin göbeğinde de ABD’nin olduğu anlaşıldı.
SAHTE NUTUKLARIN KİMSEYE ZARARI YOK!
Yeniden 15 Temmuz’a dönersek; iktidara nasıl geldiğini ve iktidarda kaldığı süreci hafızalarımızda tekrar canlandırdığımızda, AKP ile ABD ilişkilerinin 15 Temmuz’a kadar kâh sarmaş dolaş, kâh limoni ama her zaman “iyi” olduğunu görüyoruz. 15 Temmuz darbe girişiminde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ABD’ye Fethullah Gülen’in iadesi konusunda daha çok ülke içi tribünlere seslenen sitemkâr sözleri dışında iki devlet arasında neredeyse sorunsuz bir süreç yaşandı. Cerablus’a müdahale meselesi nedeniyle Türkiye’ye gelen ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden, “Darbenin arkasında ABD var” türünden suçlamaları hâşâ reddettikten sonra “ABD Türkiye’yi her zaman desteklemektedir”, “... Türklerin Amerika’dan daha iyi bir dostu yok…” diyerek Türklerin kendi dostlarını derecelendirme iradesinin dahi ABD’nin elinde olduğunu zımnen ifade etmiş oldu.
Erdoğan’ın “Darbenin arkasında ABD vaaar!” diye “ABD’yi yeniden keşfetmiş gibi” iç kamuoyuna yönelik sözlerinin gerçekten kendisini izleyen ve destekleyen kitleleri geçici olarak anti Amerikan bir duyguya yönlendirmekten başka bir işlevi olmadığı açık. Hani, dostlar alışverişte görsün bari!.. “Hristiyan ve sömürgeci ABD! Yeni Haçlı Seferi!” Bunları haykırmanın kimseye bir zararı yok, ABD’ye dahi! Aynı cümleden olmak üzere 1968’de Amerikan 6. Filosu’nu denize dökmeye giden devrimcilere “Kanlı Pazar”lar döşeyenlerin, 15 Temmuz’dan sonra miting meydanlarında, meclis kürsülerinde attıkları nutuklara bakıp anti emperyalist olmadıklarını da biliyoruz. 14 yıllık iktidarları süresince ABD ile tutkulu beraberlikleri gözler önünde ve Joe Biden son noktayı koydu: “... Türklerin Amerika’dan daha iyi bir dostu yok…”
İKTİDAR MASUM, MAĞDUR VE MAZLUM MU?
Evet, kabul; oyun çok büyük. Evet kabul, uluslararası sermayenin çok büyük bir operasyonu idi, 15 Temmuz. Sermaye belki “at değiştirmek” istemişti. Belki tümden bir iç savaşa oynamıştı. Türkiye’nin Ortadoğu’da tarihinden coğrafyasına, savaşından barışına her konuda çok önemli bir nirengi noktası olduğu çok açık. Bu yüzden de kesin bir tanı koymak için erken. Ama her halükârda darbenin başarısız olması son derece hayati bir önemde ve değerdedir. Buna da evet. Yalnız, bu süreçte AKP’nin rolü, bize pek de Erdoğan’ın “demokrasi nöbetleri” ile günde beş vakit anlattığı gibi masum, mağdur ve mazlum görünmüyor.
Neden?
Birincisi; denize düşenin yılana sarıldığı gibi derhal OHAL gibi antidemokratik bir yola saptığı için. İkincisi; antidemokratik bir rejim olan OHAL’in işkenceyi koruyan ve kollayan hukuki zeminini derhal oluşturarak, gözaltı süresini 30 güne çıkarmasıyla OHAL’in bir zorunluluk değil tercih olduğunu ispat ettiği için. 30 günlük gözaltı süresinin kimler ve ne için, nasıl kullanılacağının belli olmadığı ve hiçbir yetkilinin OHAL dönemindeki eylemlerinden dolayı yargılanmamasını güvenceye alan kararnameleri derhal yürürlüğe koyduğu için. Anayasa, temel haklar askıda. Ne için? Darbe girişimcilerini hukukla bağlı olmaksızın kovuşturabilmek için? E sizin onlardan ne farkınız kaldı? Onlar da darbeyi başarmış olsalardı yapacakları kısıtlamalar bunlardı; onların yerine siz yapıyorsunuz. Bu kısıtlamalar kime uygulanacak? FETÖ’cülerle birlikte tüm halka uygulanacak. Halkın suçu, günahı ne? Siz onlarla ortaklık yaptınız, siz büyütüp beslediniz; şimdi sözde sizin “gözünüzü oyuyor” diye tüm halkı antidemokratik bir rejime neden mecbur ediyorsunuz?
Neden?
Her şeyden önce CIA’nın emrinde, 1999’dan beri de Pensilvanya’da ikamet eden ve belediye başkanlığı döneminden beri Erdoğan’a siyasi, dini, maddi-manevi desteğini esirgemeyen Fethullah Gülen’in ve cemaatinin AKP iktidarına bütün devlet bürokrasisi içinde tam destek olduğu yalan mı oldu? En az on yıl AKP’nin Gülen ve cemaatinden, Gülen’in de Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin en az 100 ülkedeki diplomatik ilişkilerinden yararlanarak birbirlerini her yönden besledikleri yalan mı oldu?
Daha sayabileceğimiz haddi hesabı olmayan olay vardır ki, AKP ve Gülen Cemaati bir ve beraber, el ele, kol kola, uyum içinde, hakkın hukukun hiçe sayıldığı, dostluğun baki olduğu nice işlere birlikte imza attılar.
ÖKÜZ ÖLDÜ, ORTAKLIK BİTTİ... GERİSİ MEÇHUL
Bu arada 2010’lu yıllar içinde her ne olduğunu her iki tarafın da bir türlü açık etmediği bir çıkar kapışması nedeniyle kanlı bıçaklı düşman oldular. Ayakkabı kutularında paralar, lokum kutularında rüşvetler, Reza Zarrab’lar, MİT TIR’ları, yargı savaşları gibi bize ancak patlayınca aşikar olan, patlamadıkça bir iktidar içi kapalı savaş görünümünde süren hesaplaşmalar en son 15 Temmuz darbe girişimi olayıyla dikiş tutmaz hale gelince ortaklık sona erdi. Halkımızın deyimiyle “öküz öldü, ortaklık bitti” ama o arada kim, neyi götürdü, kim neyi kaçırdı, kim neyi kurtardı, bu kısımlar bize meçhul!
Kamuoyunun gözü önünde cereyan eden kayyım atamalara, el koymalara bakılırsa, özel sektörde yaklaşık bin firmanın doğrudan veya dolaylı olarak Gülen’in ve cemaatinin kontrolü altında olduğu ve devletin bunların üzerine gittiği söyleniyor. TV, gazete, dergi, yayınevi gibi onlarca propaganda ve yayın kuruluşunu da unutmayalım. Yine hükümet yetkililerinin açıklamalarından öğrendiğimize göre “…1964 yılından bu yana faaliyet gösteren örgüt ‘ılımlı İslam’ ve dinler arası diyalog söylemini esas alan söylemleri ve eğitim odaklı faaliyetleriyle tanınmıştır. Tüm dünyadaki faaliyetleriyle insan sermayesi ve kurumsal yapısını büyütmeyi başaran örgüt, yıllık yaklaşık 25 milyar dolarlık ciroya ulaşmayı başarmıştır. Ayrıca birçok legal ve illegal istihbarat ve terör örgütüyle de ortak çalışmalar yürüten örgüt, faaliyet gösterdiği ülkelerde her türlü yasadışı dinleme ve izlemeler gerçekleştirmiştir.”
İnsanın sorası geliyor; bu tarif edilen ejderha gibi şey ile yıllar yılı ortaklık yaparken, bu bilgileri kamuoyundan saklarken, bugün acaba gerçek bilginin ne kadarı kamuoyuna yansıtılıyor? Ayrıca verilen bu bilgilere göre ‘yıllık 25 milyar dolarlık ciroya ulaşmış ve en az 100 ülkede faaliyet gösteren birçok legal ve illegal istihbarat ve terör örgütüyle de ortak çalışmalar yürüten, faaliyet gösterdiği ülkelerde her türlü yasadışı dinleme ve izlemeler gerçekleştiren’ ejderhanın bu hale gelmesinde AKP’nin hiç mi katkısı yok? Hiç mi yararlanmadı bu devasa imkânlardan? Hani fıkradaki gibi “Hırsızın hiç mi kabahati yok?” Ve bu kadar büyük uluslararası bir organizasyon, uluslararası bir sermaye grubu haline gelmiş olan Gülen Cemaatinin, bu kadar yıl Türkiye’yi kendisi ile birlikte yönetmesine ses çıkarmazken, çatışmanın ortaya çıkması ile birlikte AKP yetkililerinin “aldatıldık” gibi masumane açıklamalara sarılması gerçekten durumu açıklıyor mu?
İşin bu boyutu nedeniyle de AKP’nin 15 Temmuz darbe girişimine karşı “Aldatıldık, ne yazık ki bizi de kandırdılar, biz de onlara herkes gibi destek olduk” açıklamalarının hiçbir samimi ve masumane yanı olmadığını, olayları objektif bir gözle inceleyen, samimi ve dürüst yorum yapan herkes söyledi, yazdı, çizdi. Ama onların sesi, iktidar borazanı medyacıların sesi kadar gürültülü çıkmadığı için ne yazık ki, siyasilerin, bunca boyutlu ve Türkiye’nin geleceğini tehlikeye atan askeri darbe gibi bir olayı, bu kadar basit “aldatıldık” sözüyle açıklamaya kalkışmaları, halkımızın AKP’ye destek veren önemli bir kesiminde yankı bulabildi! Oysa birazcık hafızalarımızı yoklasak, göreceğiz ki ortada ne aldatılan, ne aldatan var! Ortada bir “anlaşma” olması, karşılıklı sözlerin verilmesi gerekir ki, bir taraf sözünü tutmayınca diğer taraf “aldatıldım” diyebilsin! Hangi anlaşmaları, hangi sözleşmeleri yaptılar da, birbirlerine hangi sözleri verdiler de, kim, hangi sözünü tutmadı ki “aldatıldı”?
Her sözlerine inanıldığına, nasıl, neden aldatıldıklarını, hangi noktada neyin karşılığında söz alıp verdiklerini, kimsenin sorgulamayacağına o kadar güveniyorlar ki, “Allah da milletimiz de bizi affetsin!” deyip işin içinden çıkabiliyorlar. Darbecilerle ortaklık o kadar basit bir mesele mi?
Normalde küçük bir çocuğu bile ikna etmekten uzak bu açıklamaların ‘ikna ediciliğinin’ tek açıklaması var; o da demokrasi ilkelerinin ve adalet ölçülerinin tamamen yok olması nedeniyle, güce eğilimin ve güçlü olana boyun eğmenin egemen tutum haline gelmesi. Ortada bal gibi de bile isteye yapılmış ve sürdürülmüş bir “anlaşma” var ki, bozulmuş olsun! Ortaklığın bir yerinde muhtemeldir ki bize ne olduğu, içeriği açıklanmayan bir anlaşmazlık ve hatta büyük ölçekli bir çatışma var; darbe girişiminin kaynağı bu. Ve bize deniyor ki “aldatıldık!”
BİZ 14 YILDIR ALDATILMAKTAYIZ
E, o zaman biz 14 yıldır aldatılmaktayız! Bizim mağduriyetimiz, bizden gizlice kurulan anlaşmalar nedeniyle bile isteye bütün kamu kuruluşlarında halkın evlatlarının alınması gereken işlere binlerce ‘FETÖ’cüyü alan hükümetlerden şikayetçiyiz? Yerel ve yüksek mahkemelerde istihdam edilen ‘FETÖ’cü hakim ve savcıların yasalara ve adalete değil, kendi taraflı tutumlarına göre verilen adaletsiz kararlar ve haksızlıklar nedeniyle şikayetçiyiz! Aynı şekilde taraflı gözaltı, soruşturma, takip ve fişlemelerden dolayı en temel insan haklarımızın ihlal edilmesine göz yumduğu için 14 yıldır hükümet edenlerden şikayetçiyiz! Daha saysak nice sebepten şikayetçiyiz!
Peki, bu durumda aldatan kim, aldatılan kim?