04 Eylül 2016 04:50

Bütün ülkelerin işçileri, ezilenler ve mülteciler birleşin

Faruk Ayyıldız, Ercüment Akdeniz ile Evrensel Basım Yayın'dan çıkan “Ölüm koridorundan mülteci pazarlığına: Sığınamayanlar” kitabını konuştu.

Paylaş

Faruk AYYILDIZ

Suriye’de savaş tüm şiddetiyle devam ederken, savaştan kaçan milyonlarca mülteci kamplarda, sokaklarda ve Avrupa’ya gidebilmek için denizlerde yaşam mücadelesi veriyor. Türkiye’de işçi sınıfının da önemli bir parçası haline gelen mültecilerle ilgili Ercüment Akdeniz “Mülteci İşçiler”in ardından ikinci kitabını yazdı: “Ölüm koridorundan mülteci pazarlığına: Sığınamayanlar” Ülkeler arası politikaların şantaj unsuru haline gelen mültecileri ve kitabını Ercüment Akdeniz ile konuştuk. 

Mülteci İşçiler’in ardından ikinci kitap okuyucularla buluştu. Kitabın hazırlanması sürecinden bahseder misin... 
Kitapta da “Mülteci politikalarının aşamaları” diye bir başlık, bölüm var. Bu bölümü dörde ayırdım: Birincisi; Türkiye’nin Suriye’de vekalet savaşına taraf olması ve oradaki iç savaştan kaçan göçmenlere kapıları açması. İkincisi; Coğrafi çekinceydi. 1951 Cenevre sözleşmesine koyduğu coğrafi çekinceyi sürdürdü. Buna göre Türkiye sadece Avrupa üzerinden gelenleri mülteci olarak kabul ediyor, doğu ülkeleri dolayısıyla da Suriye’den gelenlerin mülteci, sığınmacı başvurusunu kabul etmiyor. Gelen üç milyon Suriyeli sığınmış ancak sığınma hakkı alamayan bir yaşam sürmeye başladılar. Bu süreç kayıt dışı işçi çalıştırmanın ve sömürünün yoğun olduğu bir süreçti ve Türkiye üzerinden gelen insanların Türkiye’de kalamadığı, kaçtığı dolayısıyla Türkiye’nin de transit bir ülke olduğu dönemdi. Mülteci İşçiler kitabı ilk iki aşamayı yakaladı. Daha çok işçiler üzerinde duran bir çalışma oldu. Sonra üçüncü aşamaya gelindi. O da, geçici koruma kanununun çıkmasıyla, geçici kimlik kartının verilmesi oldu. Kart verilince o geçicilik kalıcı olmaya başladı, de facto durum yasallaştı ve geçici bir çalışma izni çıkartıldı. Sığınmacıların geçici sömürülmeleri ve her türlü haklarından mağdur kalmaları da yasal çerçeve altına alınmış oldu.  O dönemi izlemeye başladım. Hemen ardından da vatandaşlık tartışmaları geldi. Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından vatandaşlık sözü verilince ırkçı tepkiler yaşandı. Dolayısıyla bunları bırakamazdım, takip etmeye devam ettim. İkinci kitapta son iki aşamayı aldık ve bitirmiş olduk. Bu kitapta yazım tekniğini biraz farklı kurguladım, hem bölümlere ayırdım hem de görsellerle destekledim. Daktilo vuruşlarının bir esprisi var kitapta, zaman zaman olayın dışına çıkıp dışarıdan bir anlatıcı oldum, zaman zaman içeriden anlattım. Biraz belgesel tadında olsun, röportajlar da öykü tadında olsun istedim. Bu farklı bir denemeydi, amacım ise şu: Hem duyguyu kaçırmamak, hem de objektif olarak meseleyi ortaya koymak. İşçi bir arkadaşın kitabı rahat okuyabilmesi, bazı bölümlere daha çok yönelmesini de hedefledim. Tabii kitaba fotoğraflarla katkı sunan arkadaşlara da teşekkür ediyorum, önemli bir katkıydı.

Kitap Alan Kurdî’nin ölüm yıl dönümünde çıktı. Yine Alan Kurdî kitapta da önemli bir yer tutmuş... 
Alan Kurdî hepimizi çok etkiledi. O görüntü ilk düştüğünde biz de haber merkezindeydik ve kendimizi toparlayamadık bir süre. Orada beni etkileyen iki temel unsur var. Birincisi; Alan Kurdî’nin annesi ve kardeşinin boğulduğu bot olayıyla ilgili dava. O davada işi organize ettiği için bir grup insan yakalanıyor ve 35 yıl hapisleri isteniyor. “Bu insanların yargılanması ve alacakları ceza adaleti getirecek mi?” soru buydu. Onun üzerine gitmeye çalıştım. Mesele sadece o insanlar değil, bir sistem sorunu. Ortadoğu’ya savaşlar, uçak gemileri, bombalar gittikçe oradan daha çok mülteci çıkıyor. Silah tekellerinin bazı bilançolarını çıkardım; hangi silah tekeli ne kadar kâr ediyor ki bu çocuklar yollarda ölüyorlar? Alan Kurdî’ye üzülenler, yaşananın basit bir olay olmadığını ve sistem sorunu olduğunu görmeliler. Ve bütün emperyalist devletlerle onlarla beraber hareket edenlerin ne kadar suçlu olduklarını bilmeleri için çalıştım.

İkincisi ise ki bu perçinledi beni; Alan Kurdî’nin öldüğü 2 Eylül ile 8-9 Eylül arasında bir haftalık zaman dilimi vardı ve o bir hafta farklı yaşandı. Alan’ın öldüğü gün, “Kıyıya vuran insanlık” diye herkesin üzüldüğü bir tarih oldu. Bir hafta sonra ise Türkiye’de Kürtlere dönük yoğun bir linç kampanyası yaşandı ve Alan Kurdî için gözyaşı dökenlerin bir kısmı Kürtlerin linç edilmesini destekledi. Mesela Cizre’de öldürülen ve cenazesi derin dondurucuya kaldırılan bir kız çocuğu vardı. Alan Kurdî’ye üzülenlerin bir kısmı yine o Cizreli çocuğun öldürülmesini alkışlamıştı. O zaman akla bir soru geldi: Nasıl ağlanmalı bu insanlık trajedisine? Kıyıya vuran sadece insanlık değil, bizim kıyılarımıza faşizm vuruyor ve faşizmle yüzleşmek gerek. 

Devletlerin mülteci politikalarını Nazizm ile kıyaslamışsın. Gerçekten bu politikalar Nazizm kadar sert mi?
İlk cümlem şu; daha sert. Bunu şöyle açayım; 1922’de İtalya’da faşizm iktidara doğru yürürken, Avrupa’da faşist hareket başladı. 1930’larda Almanya’yı sarmıştı. Mussolini ve Hitler faşizmi bütün kıta Avrupasını yıkıp, yakıp geçti. Bu savaşta 60 milyona yakın insan öldü ve insanlar Avrupa’yı terk ettiler. Göç o zaman ters yaşandı, insanlar Avrupa’dan kaçıyordu. Avrupa’da savaşın bitmesiyse Sovyetlerin ve müttefik güçlerin faşizmi yenmesiyle oldu. Bundan sonraki süreçte SS ve Nazilerin yargılanacağı Nürnberg duruşmaları gündeme geldi.  Bu arada faşizm mağduru 65 milyon mültecinin ne yapacağı sorusu da ortaya çıktı. 1945-46-47’den itibaren görüşmeler trafiği başladı ve 1951’de Cenevre sözleşmesi imzalandı. Mülteci haklarını güvence altına alan bir sözleşme ve bugün hâlâ o uygulanıyor. Neden Nazi döneminden daha kötü sorusunun iki cevabı var: 2000’de ‘Milenyum çağı’na girdik. 2000 yılının ilk 16 yılındaki mülteci sayısı 65 milyonu geçti ve 70 milyonun üzerine çıktı. İkinci Dünya Savaşı’ndaki rakamları 16 yılda geçti ve bir dünya savaşı da yok. 

İkincisi ise, küresel güçler, “1951 sözleşmesi 20. yüzyıla aitti. Bunu kaldıralım, mültecilere başka bir çerçeve sağlayalım” diyor. Bu, şu an Avrupa’nın yaptığıdır. Yani; duvarlar örmek, NATO gemilerini Ege’ye götürüp mülteci gemilerini batırmak. Toplamında da mültecilerin sığındıkları yerlerdeki uluslararası tüm koruma haklarından mağdur olacakları bir düzenlemeyi onaylamak. Burada talihsiz olan ise Türkiye bu işe soyundu. Küresel güçlere “1951 Cenevre sözleşmesini çöpe atın, bunun öncülüğünü de biz yapalım” denildi. Türkiye’nin önerdiği de Gaziantep sözleşmesi. Bu sözleşme, yaşanan de facto durumun uluslararası hale getirilmesini hedefliyor. 

Kitabında Suriyeli işçilerin Türkiyeli işçilerle sınıf kardeşi olduğunu da söylüyorsun. Ancak Türkiye’deki siyasi parti ve sendikalardan bunu çok duyamıyoruz sanki...
Kendisine sol, sosyalist diyen ancak Suriyeliler meselesine gelince olaya sınıf dışı bakan kesimlere hayret ediyorum. Sosyalistlerin dil, din, mezhep, etnisite farkı gözetmeden bütün işçilerin birliğini savunması lazım. Türkiye’deki proleter kitlenin önemli bir bölümü Kürt ancak Kürtlere bakışta da aynı yanlış var. Türk ve Kürt proleterlerin kardeşliğini savunmadaki yanlış anlayış doğal olarak Suriyelilere de yansıyor. “Suriye’den gelenler asalak”, “Kendi ülkesine hayrı olmayanın Türkiye’ye ne hayrı var” deniyor. Böyle değil. Gelen üç milyonluk kitlenin içerisinde resmi rakamlara göre 400 bin işçi var. Çocukları ve yaşlıları bir kenara koyduğunuzda bütün Suriyeliler çalışıyor demek. 400 bin insan kimin kasasını zengin ediyor? Dolayısıyla mülteci işçileri Türkiye proletaryası içerisine önemli bir dinamik ve sömürülen güç olarak girmiş durumda. “İşçi sınıfını örgütlemeyi düşünüyorum” iddiasında olan sosyalist sendikacılar, partiler varsa Suriyelileri gözardı ederek bunu yapamaz, mümkün değil. Bir sendika, parti işçi sınıfını örgütleme iddiasını taşıyor ve sanayi bölgelerinde Türkçe, Kürtçe yanında da Arapça bildiri dağıtmıyorsa onun sendikacılığından da şüphe etmek lazım.

‘SURİYELİLER KUTUPLAŞMANIN ORTASINA DÜŞTÜ’

Mültecilerin ülkede kutuplaşmaya neden olduğu yönündeki tartışmalar sürüyor. Kitapta da yer alan konulardan birisi. Mülteciler, kutuplaşmanın neresinde?
Suriye’de toplumsal kutuplaşmanın vardığı son nokta bir iç savaş. Bu bir anda olmadı, kutuplaşmayla oldu. Oradan kutuplaşmayla geliyor insanlar. Gelenlerin birçoğu kamplarda kalmıyor. Alevi mülteciler Sünnilerin, Kürt mülteciler de Arapların kendilerini katledeceğini düşünüyor. Korkuyorlar. Mesela İstanbul’da kaldıkları bölgelerde küçük mahalleler kurmuş durumdalar. Farklı dinden, mezhepten ya da kimliklerden oluşan gruplar değişik bölgelerde oturuyorlar. Mültecileri entegre etmek, yardımcı olmak, aralarındaki kardeşliği örmek varken bizde tersi oldu çünkü bizde de zaten toplumsal kutuplaşma var. “İç savaşa gider miyiz” diye tartışan Türkiye’de mülteci olarak gelenleri kendi kutuplaşmasına alet etmek isteyen siyasi aktörler ortaya çıktı. Biz zaten kutuplaşmıştık, Suriyeliler bu kutuplaşmanın üzerine geldiler ve taraf olmaya zorlanıyorlar. Taraf oluyorlar mı? Çok kolay da olmuyorlar. Bu durumdan çekmiş, mağdur olmuş insanlar başka ülkede hemen taraf olmazlar. Dolayısıyla “Araplar geldi düzenimiz bozuldu, gerilim arttı” vb. boş sözlerdir. Önce kendi iç dinamiklerimize bakmamız lazım.

Kutuplaşma tartışmasına ek olarak; Kürt ve Alevi bölgelerine mülteci kampı kurulması tartışması da sürüyor. Kaygılar var, tümden karşı olanlar var... 
ÖSO ve beraberindeki güçlerle Cerablus’a yapılan operasyondan sonra şöyle bir soru var; “Bu kadar savaşçı nereden, nasıl toplandı?” 5 bin kişiyle girildi deniyor. Bu 5 bin kişi kim? Savaşçılar mı, sığınmacılar mı? Bir kısmının kamplardan toplandığı ya da kamplara toplanarak götürüldüğü söyleniyor. Devletin bu sorulara yanıt vermesi gerek. Sığınmacıların koruma altında olması gerek, savaştırılmaları suçtur. Buraya bakınca; Alevi ya da Kürtlerin kaygıları hepten haksız, yersiz değil. “Bazı güçleri toparlayıp Suriye’ye müdahale düşüncesi varsa, benzer toplamalarla içeride de benzer yerlere müdahale niye olmasın” diye soruyor insanlar ve haklılar, bu kaygıya haksız diyemeyiz. Hükümetin güven veren iç ve dış politikası yok ama bundan yola çıkarak bütün kamplarda kalanlar cihatçıymış gibi refleks göstermek de doğru değil. Bazı kamplar şaibeli, milletvekilleri bile giremedi ama Türkiye’de 3 milyon Suriyeli var ve 260 bini kamplarda. Esas çoğunluk şehir aralarında, oralara bakmak lazım. Kamplarda kalanların çoğunluğunu kadın, çocuk ve yaşlılar oluşturuyor. 

Maraşta’taki Sivrice Höyük (Terolar) köyünde de yerel halkın düşüncesini, güvenini ve onayını almadan mülteci kampı girişimleri desteklenemez. Hükümet yanlış yapıyor, niyet olarak da yanlış şeyler çağrıştırıyor. Tabii mülteci kampına itirazda bulunan kesimlerin de savaştan kaçmış mağdur topluluklarla temas kurmaları, bu itirazı birlikte yükseltmeleri gerekiyor. “Biz istemiyoruz” yaklaşımı o kitleyi hükümetin ve cihatçı, cemaatçi diye suçlanan kesimlerin kucağına itiyor.

Röportajı kitabın son cümlesi olan ‘Bütün ülkelerin işçileri, ezilenler halklar ve mülteciler birleşin’ sözüyle bitirebiliriz...
Marx ve Engels 1848’de Komünist Manifesto’yu yazarken, “Dünyanın bütün işçileri birleşin” sloganını buldu. Şimdi onlar yaşasaydı yanına mültecileri koymazlardı herhalde. Bu teorik, kavramsal bir şey ben ironi olarak kullandım, haddimi aşarak. Burada şunu söylüyorum: Mültecilerin işçilerle birleşmeden kurtulma şansı yok. İşçi sınıfının da mültecilerle birleşmeden, onların sorununu çözmeden bu kapitalist düzenden kurtulma şansları yok. 

ÖNCEKİ HABER

Aslı Erdoğan, Necmiye Alpay ve somon balıkları

SONRAKİ HABER

Fransız demokrasisi ve burkini tartışmaları

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa