Lirik bir şiirdir Ernesto
‘Che’yi tanımak isteyenler, 1964 yılında yaptığı o konuşmayı dinlerlerse, onun nasıl bir eşkıya olduğunu anlayacaklardır.
Özgün E. BULUT
Şiir, Che’nin dağlarda soluklandığı anlarda, yüreğindeki derin seslerin, devrimci hissiyatın sessiz bir şekilde onu anlattığı her şeydir. Bir veda şarkısı gibi başlar, denizle konuşur, alacakaranlıktaki bir çan sesi gibi çınlar, rüzgarla inatlaşır, taze acılarından şaşkınlıklar büyütür.”
Bir söz söylenir ve o söz mizah dergilerine malzeme olursa zaten kafadan hükümsüz olmuştur. Bir de Akit’in manşetine girmişse kökten hükümsüzdür. Buradan Che için söylenen söze dair bir şey söylemeyeceğim. Ne yaptığına, kim olduğuna dair bir cümle de kurmayacağım. Ben başka bir yerden, Che’nin en çok ilgi duyduğu ve yazdığı edebi türden söz edeceğim. Tabi ki şiirden.
Che Guevara’nın şiirlerini Türkçeye çeviren Adnan Özer ve Vilma Kuyumcuyan kitabın giriş bölümünde şu bilgiyi verirler. “Bugün Küba’da yerli halktan hiçbir iz kalmamıştır. Jamaika’da yerli Arawakların Cromwel tarafından soyu tüketilmiştir. Santo Domingo Adası’nda fetih yılı olan 1494’te yerli halk 300.000 dolayında iken, 1548 yılına gelindiğinde sadece 500 kişi kalabilmiştir.” Bu bilgi bile Latin Amerika’daki devrimcilerin ne denli haklı olduğunu göstermektedir. Caninin kim olduğuna dair çok net bir bilgidir bu.
Daha önce şiir ve devrim üzerine çalışırken, yazdığım bir yazıda devrimcilerin, devrimi örgütleyenlerin sanatla, edebiyatla nasıl iç içe olduklarını yazmıştım. “Marks, Engels, Lenin, Stalin, Mao, Ho Şi Minh, Che, Jose Marti’nin yaşamlarına bakıldığında; salt ideolojik yoğunluk, stratejik hesaplar ve dünyayı değiştirme düşünceleri ile haşır neşir olmadıkları, sanat ve edebiyat ile de çok sıkı ilişkilerinin olduğu ve baş uçlarında önemli yazarların bulunduğu görülecektir. Hatta sadece okumayla kalmayıp zaman zaman edebiyat eleştirileri yapıp, romanlar ve şiirler üzerine de yazılar yazdıkları; bir adım daha atılırsa, şiir ile oldukça iç içe oldukları, şiir yazdıkları da görülecektir. Elbette, ömürlerini sosyalizme ve onun mücadelesine adayan bu insanlardan şair, eleştirmen, edebiyat kuramcısı olmalarını kimse beklememektedir. Ancak kayıtsız da kalınmayacak şekilde okumuş ve üretmişlerdir. Tümü de çağdaş edebiyatçıları izlemiş ve sırt çantalarında mutlaka şiir kitapları taşımışlardır.”
Dünyadaki bütün günlerin içini boşaltan, her şeyden para kazanmaya çalışan, düşleri bile insandan uzaklaştıran ve pazarlayan vahşi kapitalizmin ruhudur. Durum aynen bundan ibarettir. Che’yi ikonlaştıran, onu tişörtlere taşıyan kapitalizmin kendisidir. Devrimciler için ise Che düşünceleriyle vardır. Yaptıklarıyla, yazdıklarıyla, dünyayı yorumlayışıyla vardır. Che öyle kuru kuruya eşkıya olmamıştır. Bir kıtayı boydan boya gezerek kıta halkının nasıl yoksul ve sefalet içinde olduğunu görmüştür. İşte bu tanıklık onu Marksizme getirmiştir. Bu tanışıklıktan da şu sonucu çıkarmıştır: “Dünyayı anlamak yeterli değildir. Onu değiştirmek gerek”. Dünyayı değiştirmek isteyenlerle, değişimin ne olduğunu bilmeyenlerin aralarındaki en keskin viraj burasıdır.
Şiir sadece esin perisi olarak gezmez Ernesto Che Guevara’nın etrafında. Şiir onun dünyasında anıları sırtına yükleyerek, yeni biriktireceği anıların içine motosikletini sürerken ve bir puro dumanın keyfini de içine katarak, gökyüzü ile sohbet ederken saçlarına değen rüzgardır. “işte o zaman, dört duvar arasında/ solgun şair,/ evrenin şarkıcısı olacaksın/ ve sen bahtı kara, ince ruhlu, hasta şair/ halkın güçlü şairi olacaksın”.
Che, Birleşmiş Milletler’de sadece Küba adına konuşmadı. Mazlum milletler adına da konuştu. O kürsüdeyken sadece bir devrimci, değildi. Aynı zamanda bir doktordu, aynı zamanda bir şairdi. “geleceğe doğru neşeyle yürüyen/ ufuktaki kızıl yoldaşları gördüğümde/ şaşkınlıkla haykırmaya başlayacak kuşluk vakti/ o korkunç ve beyaz soğukkanlı kötüler/ şaşkınlığa uğramış gece gibi gerisin geri dönecekler”.
Che’yi tanımak isteyenler, 1964 yılında yaptığı o konuşmayı dinlerlerse, onun nasıl bir eşkıya olduğunu anlayacaklardır. Konuşmasını bitirirken son cümlesi ‘ya özgür vatan ya ölüm’dür. İşte bir eşkıya Birleşmiş Milletler kürsüsünde bu cümlelerle bitirmiştir ayakta alkışlanan konuşmasını. “Acılı haykırış, umutsuzluk ve inanç yüklü,/ sizlere geliyorum, kuzeyli kardeşlerim./ Biz “homo sapiens”lerin geldiği yerden,/ nice yol aldım göçebe ayinleriyle,/ bir haç gibi taşıdığım astımımla/ ve onun özüme yakışmayan mecazıyla”.
Şiir, Che’nin dağlarda soluklandığı anlarda, yüreğindeki derin seslerin, devrimci hissiyatın sessiz bir şekilde onu anlattığı her şeydir. Bir veda şarkısı gibi başlar, denizle konuşur, alacakaranlıktaki bir çan sesi gibi çınlar, rüzgarla inatlaşır, taze acılarından şaşkınlıklar büyütür. “Biliyorum ki tertemiz değerlerin kokusu/ bereketli kanatlarla dolduracak beynimi,/ Biliyorum ki hayata geçmesi mümkün olmayan/ fikirleri barındırmak gibi zevkleri bırakacağım/ Biliyorum ki ölümüne çarpışma günü/ halk çocukları benimle omuz omuz verecek”.
Öyle de oldu. Che, halk çocukları ile doğacak umutların peşindeyken katledildi. Şiire son derece yakın bir devrimcidir. Verlaine, Baudelarie, Leon Felipe, Neruda okuduğu şairlerdir. İlle de Cervantes ve Don Kişot. Edebiyatla yoğrulmuş bir hayatın sancılarıdır huzursuzluğu. “Düştün diye:/ Işığın daha az parlıyor değildir” der ya Kübalı şair Nicolâs Guillén. O ışık bugün de parladıkça parlıyor. O ışık “hangi güçtür seni ayakta tutan/ yüzyılların ötesinden” diyen, sadece devrimin değil, dünyanın takdirini ve sevgisini kazanmış çok az insandan biridir.