31 Ağustos - 2 Eylül: ‘Otoriter kalkışma’
Bu ülkenin geleceğinde 31 Ağustos ve 1-2 Eylül günlerinin üzerinde, 15-16 Temmuz günlerinin üzerinde durulduğu kadar durulacaktır.
Hakkı ÖZDAL
Eğer bu ülkenin sözcüğün gerçek anlamıyla bir “geleceği” olacaksa, 31 Ağustos ve 1-2 Eylül günlerinin üzerinde, 15-16 Temmuz günlerinin üzerinde durulduğu kadar durulacaktır.
Elbette, 15 Temmuz’dan bu yana neredeyse her gün, ‘olağanüstü’ olayların ve gelişmelerin yaşandığı bir gün oluyor. Hatta Türkiye bu olağanüstülüğü, 15 Temmuz’dan sonra daha ‘sıkıştırılmış’ halde olmakla birlikte, yaklaşık 3 yıldır yaşıyor. Öyle ki, buralara çok yabancı hayali biri, kırmızı zemine beyazla “Son Dakika” flaş bantlarını ülkenin bayrağı zannedebilir!
Ama 31 Ağustos ve 2 Eylül arasındaki 3 gün, Türkiye’nin 15 Temmuz sarsıntısından sonra girdiği yolu ve gittiği istikameti açıkça gösteren gelişmelerle doluydu.
31 Ağustos günü, Türk dilinin yaşayan en büyük dilbilimcilerinden biri olarak kabul edilen Necmiye Alpay, “bölücü terör örgütü propagandası yapmak” suçlamasıyla tutuklandı. Alpay’ın hangi araçla, ne zaman ve ne demek suretiyle “bölücü terör örgütü propagandası” yaptığını bilinmiyor; ama yazar Aslı Erdoğan’dan sonra onun da tutuklanmasının, Kürt halkıyla dayanışma gösteren Türk aydınlarına bir ‘mesaj’ içerdiği biliniyor.
Aynı gün, şu sıralar “Fetullahçı Terör Örgütü’nün tanım aralığı”nın başladığı tarih kabul edilen 17-25 Aralık’tan sonra göreve getirilmiş bulunan İçişleri Bakanı Efkan Ala, ayrıntıları bilinmeyen, şeffaflıkla açıklanmayan bir süreç sonunda görevden alındı. Hükümete yakın ya da değil, birçok Ankara gazetecisinin birbiriyle örtüşen ‘duyum’ ve yorumları, değişikliğin Saray tarafından yapıldığını ve yürütmenin başı olduğu varsayılan Başbakan’ın da bunu ilan etmekle görevlendirildiğini teyit ediyordu. Ala’nın görevden alınması –zaman zaman gerilimli aksamalar yaşansa da– 2014 ağustosundan bu yana süren bir durumun artık gizlenmesine gerek duyulmadığını açığa çıkardı: Yürütmeye ilişkin tüm tasarruflar cumhurbaşkanının elinde…
Ertesi gün, 1 Eylül’de, adli yıl açılışı yapıldı. Ancak açılış töreni, daha önce görülmemiş bir şekilde, cumhurbaşkanlığı sarayındaydı. Yüksek yargı mensuplarının, “düğmesiz cüppe”lerinin önünü iliklemeye çalışarak alkışladıkları cumhurbaşkanı, daha önce defalarca, aslında anayasal tarafsızlığının bir yük olduğunu söylemiş, kurucusu olduğu partiye gönülden bağlılığını bildirmiş ve tüm davranış ve uygulamalarıyla da bu sözlerinin hakkını vermişti. Bu haliyle ‘külliye’, açıkça siyasal bir pozisyonu simgelemekteyken yüksek yargı mensuplarının adli yılı orada başlatmakta beis görmemeleri, bilakis bunu eleştirenlere tepki göstermeleri, bir gün arayla yürütmenin yanında yargının da ‘konumunu’ göstermiş oldu.
Ve bunların üstüne 2 Eylül günü 672 ve 673 sayılı “Kanun Hükmünde Kararname’ler yayımlandı. Bu iki kararname ile 40 binden fazla kamu personeli işten atılırken, “belediyelere, mahkeme kararına da gerek duymaksızın kayyum atama yetkisi” kanunlaştı. Üçüncü gün itibariyle yürütme ve yargının ardından yasamanın da “by-pass edilmek suretiyle aynı ele” verildiği, bir kez daha, alenen ilan edilmiş oldu.
Ancak 2 Eylül tarihli kararnameler yasamanın by-pass edilmesine dair bir “biçimsel” anlam taşımıyordu sadece. Zaten olağanüstü hal ilanından bu yana tüm ‘acil ihtiyaçları’nı KHK’lar ile karşılayan iktidar, OHAL’den önce de bir onay otomatına çevirdiği Meclis çoğunluğuyla istediği yasaları çıkarıyordu. 2 Eylül kararnameleri bir başka açıdan daha çarpıcıydı…
Öncelikle, 15 Temmuz’un hemen ardından, büyük bir güvensizlik ve kaygı içinde olan iktidarın muhalefet partilerine karşı takındığı “mutabakat” tutumunun terk edilmesi anlamına geliyordu. Zira kısa süre önce TBMM’ye yasa teklifi olarak gelen, ancak muhalefetin itirazları üzerine geri çekilen “belediyelere valilik kararıyla kayyum”, bu “mutabakat”ın gerçekten de “görüntü” olduğunu açığa çıkartacak şekilde KHK marifetiyle kanunlaşmıştı. Valilere bu yetkinin, özellikle ve öncelikle HDP-DBP’li belediyelere yönelik olarak kullanılmak üzere verildiği, ancak ‘ihtiyaç halinde’ CHP’li belediyelerin de kayyumdan payına düşeni alacağı biliniyor. Meclis’teki itiraz da bu yüzdendi. Böylelikle, örneğin yüzde 60’ın üzerinde oyla seçilmiş Hakkari, Şırnak belediyeleri HDP/DBP’den, tüm hormonlu takviyelere rağmen sandıkta alınamayan İzmir belediyesi CHP’den; bir mahkeme kararına, suçun sabitliğine ihtiyaç duymaksızın, o illerin valilerinin ‘takdiriyle’ alınabilecek. Bu uygulamanın “darbeyle mücadele” adı altında yürütülen bir süreç kapsamında hayata geçirilmesi ise, ileride “tarihi bir ironi” olarak görülecek elbette.
2 Eylül’ün KHK paketindeki ikinci “büyük turp” 40 bini aşkın kamu görevlisinin görevden uzaklaştırılmasıydı. Bunların arasında 2 bini aşkın öğretim üyesi de bulunuyordu ve bu “ilk parti tasfiye”de, daha önce saray ve hükümetin büyük tepkisini çeken “Barış için Akademisyenler” bildirisinin 41 imzacısı da yer aldı. Bırakın Kürt siyasetini, siyasetçilerini desteklemeyi, “barış istemek” dahi “darbeci/terörist” torbasına konmak için yeterli sebepti artık.
“Cerablus’u IŞİD’den kurtarmak için” Suriye’ye girip, neredeyse tek kurşun atmadan ve yarım günde kasabayı aldıktan sonra bölgedeki Kürtlere yönelik askeri pozisyon almaları gibi; “devleti FETÖ’cülerden kurtarmak için” çıkardıkları kararnameler de –başta Kürt siyaseti olmak üzere– sol muhalefete yöneliyorlar.
Bu ‘otoriter kalkışma’, karşısında demokratik, cumhuriyetçi bir gelenek bulmadığı için giderek bir fırtınaya dönüşüyor ve “dal budak kırarak” ilerliyor.
Türkiye’nin laik-cumhuriyetçi siyasi kampı, 15 Temmuz’un hemen sonrasında, “süre gelen siyasetsizliğin” sonucu olarak bir tür “gönülsüz mecburiyetle” saflarına dahil olduğu “mutabakat”ın; şimdi kendisine ihtiyaç kalınmadığı koşullarda burnuna vurulan bir kapı olduğunu görmüş olmalı. 7 Haziran 2015 ile 15 Temmuz 2016 arasında “siyasetsiz” kalınmasının temel nedeni, bu geleneğin özellikle “Kürt sorunu” konusundaki tutumuydu. Cumhuriyetçi-laik muhalefet, Kürt sorunu karşısındaki “devlet geleneğine yatık” refleksleri yüzünden paralize olurken, 7 Haziran’da büyük bir başarı elde etmiş olan “Kürtler ve sosyalistler ittifakı” da yaygın şiddet ortamında siyaseten etkin olamadı. Türkiye’nin devlet ve siyaset geleneği bir kez daha sağcı muhafazakarların lehine sonuç üretti; ama bu tek yanlı beslenme de, 15 Temmuz’da “iki dinci kliğin ölümcül kavgası” olarak infilak etti. Şimdi taraflardan biri, “ortamın tekinsizliği” geçmekteyken ve kazanmış olmanın özgüveniyle, kendine benzeyenlerden başka kimseye yaşam hakkı tanımayacak bir noktaya gidiyor.
Nazi vahşetinin, (faşizm yenilmiş olmasına rağmen) İkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa toplumu ve kültüründe yarattığı yılgın, yorgun, inançsız tablonun bir benzerine razı olmadan, “barış, demokrasi ve laiklik” eksenli bir direnç duvarı örebileceğimiz oranda durdurabileceğiz bu gidişi. Oldukça zorlu, ama “bir geleceğe sahip olacaksak” mecburi bir yol bu…