Yeni oryantalizm ya da yerli-milli
“Milli ve yerli” söylemi iç ve dış düşman tehdidinin artık bir hayat memat meselesi haline geldiğinin içselleştirilmesine yarar.
Nuray SANCAR
18. yüzyılda Napolyon Mısır seferine çıkarken yanında antropologlar, ressamlar, arkeologlar ve tarihçileri de taşımıştı. Bu meslek gruplarında yer alanların görevi sömürgeleştirilecek toprakların geleneğini- kültürünü tanımak sömürgeciye raporlaştırmak ve Doğu’yu sömürgecinin gözünden yeniden tasarlayabilmek için işlenebilir verileri toplamaktı. Aynı zamanda sömürülenin kendi kültürüne bakışını da biçimlendirecekti bu çalışma. Elbette sömürgecinin gözünden. Yağmaya hak kazanmış cehalet, gerilik ve becerisizlikle sömürgeci memura davetkar egzotik albeni arasında gidip gelen ilkel oryantalizm, Doğunun yüzyıllarca sömürülmesine yardım etti. Toplumların organik bütünlüğü bozuldu, gelenek ve göreneğin iç evrimlerine sermayenin çıkarına uygun bir biçimde müdahale edildi.
Sömürge karşıtı bir bilince ise tersine çevrilmiş bir oryantalizmin icad edilmesi eşlik edecekti. Doğulunun batıya ilişkin yarattığı kötücül bir imge, anti emperyalist mücadeleler sırasında yerli kültürel değerlerin sürekliliğine, benzemezliğine dair bir ön kabulü teşvik ederek ulusal kültür ve tarihin sömürge siyasetiyle kesintiye uğramış bütünlüğünü kurmayı vaat ediyordu. Ama nihayetinde kendisini sömürgecinin tuttuğu aynadan görmenin kurallarını yazan oryantalizm ile sömürgeciyi karikatürleştiren bir oksidantalizmin elbirliğiyle ortaya çıkardığı yaralı bilinç doğrusu epey hasar bıraktı.
Türkiye hiç sömürge olmamış bir ülke olsa da bu yaralanmadan muaf değildir. Kemalist Devrim’in önüne büyük bir özgüvenle koyduğu kalkınma ve kültür stratejisi batılılaşma ve muasırlaşmayı hedeflerken bunun alt metninde gizli bir oryantalizm, Batılı-sömürgeci kapitalizme yetişememe endişesi yer almış aynı zamanda anti-Batı refleks de birikmiştir. Bugün önümüze çıkan, eski elbisenin ters yüz edilmesinden ibaret bir “milli-yerli” siyasetin ideolojik yakıtını bu kadim çatışmadan aldığı rahatlıkla söylenebilir.
Ancak bu topraklarda 19. veya 20. yüzyıldaki gibi bir sömürge geçmişi yoktur. Milli ve yerli bir otantikliğe dönüş vaadi, geçmiş devlet zulmünden elini temizleyerek yeni bir sayfa açtığını ilan eden siyasi iktidarın, Cumhuriyet ile birlikte gelişiminin kesintiye uğradığını iddia ettiği organik bir topluma geri dönüş miti de aslında bir kurgudan ibarettir. Hem bu geri dönüş olanaksız olduğundan hem de geçmiş ritüel ve sembollerin kültürel atmosfere gelişigüzel monte edilmesinin yerli ve milli olmak anlamına gelmeyeceğinden. Tersine yerli ve millinin her telaffuz edilişi iktisadi olarak neoliberal kapitalizme tam entegrasyonu, biçimsel eşitliğin bile tasfiye edilişini, toplumun büyük bir kesiminin siyasi iktidarın manivelası olarak yeniden dizaynını, içeride ve dışarıda düşman sayısını artırma hedefine kitlesel katkıyı sağlamayı amaçlamıştır.
400 YERLİ VE MİLLİ VEKİL SÖYLEMİ VE DÜŞMANLAŞTIRMA
2015 seçimleri propagandasında AKP adına konuşan Cumhurbaşkanı “verin 400 yerli ve milli milletvekili kaos bitsin” derken bir yandan Kürt, diğer yandan Batılılaşma-muasırlaşma söylemi içinde politika üreten sosyal demokrat rakiplerini bertaraf etmeye çalışıyordu. Seçimin bu mutlak hakimiyet tablosunu sağlayamaması toplumsal kesimlerin önemli bir bölümünün düşmanlaştırılması ile sonuçlandı. Geriye kalan yoksulların payına ritüel ve semboller etrafında inşa edilen kardeşleşme, sahte bir iktidarla özdeşleşme adına sınıfsal sınırların belirsizleşmesi düştü.
“Milli ve yerli” söylemi iç ve dış düşman tehdidinin artık bir hayat memat meselesi haline geldiğinin içselleştirilmesine yarar. Kürtlerin talepleri, Pensilvanya darbesi, Suriye’deki Kürt oluşumları, IMF borçları… giderek kadınların kıyafetleri, yargının bağımsızlığında görülen “başıboşluk”, Che Guevera simgesi, doğrucu davutlar, gazeteciler, akademisyenler hepsi bu hükümeti yıkmaya çalışan dış dünyanın ve iç düşmanın uyutulamadığının göstergesidir. Bunlar dış ve iç politikanın başarısızlığını, dibe vurmayı, işin aslını-astarını durmaksızın hatırlattıkları için iktidar etrafında kenetlenmeyi sekteye uğratan etkenler arasında sayılır. Oysa iktidarın başarı hikayelerine ihtiyacı vardır. Dört bir yanı düşmanla çevrili bir ülkenin devasa projeleri, bunlara hasetle bakan, kıskanan yerli-milli olmayan unsurların yıkıcı eleştirisinden korunmalıdır.
Köprüler, yollar, metrolar, havaalanları, savaş sanayisinin her bir mamulü, bu kaotik atmosferde aslında ekonominin tıkırında olduğunun, istikrarın sürdüğünün göstergesi olarak allanıp pullandıkça gazetelere düşen “sanayiciler milli ve yerli ekonomi için işbaşında”, “milli ve yerli tanksavar geliyor” vb biçimindeki haberlerin arka planı gizlenebilir. Bu yerli ve milli mamullerin büyük çoğunluğu yüzde 51 ortaklıkla uluslararası tekellerle kurulmuş ortaklığın yani hiç de yerli ve milli olmayan üretim süreçlerinin sonucudur. Yani dışarıdan kimsenin “Türkler bunu nasıl yaptı” diye haset etmediği, tersine nemalandığı bir süreçtir aslında.
‘DÜŞMAN’LARA KARŞI ÜRETİLEN SÖYLEM
Batı’nın (emperyalist kapitalizm diye okuyun) hegemonyasından, dayatmalarından bir adım dışarı atamayacak olan bir hükümetin, bu hegemonyanın istasyon şefleriyle, kendi taleplerini emperyalist politikalarla uyumlulaştırmak için yaptığı mekik diplomasileri de pek milli sonuçlar doğurmamış; her seferinde Türkiye siyaseti “üst akıl”ın tedarikçisi konumuna düşmüştür.
İcat edilmiş düşmanlara karşı üretilen AKP oksidentalizmi “yerli ve milli” söylemi içinde, sadece her siyasi ve iktisadi girişime çarpıtılmış bir mana kazandırmıştır. Geçen yıl kadar yakın bir geçmiş bununla temize çekilir, her kötülük iç-dış düşmana havale edilir; seçmenin gözünde kurtarıcı ve kollayıcı bir kült inşa edilir. Daha önemlisi seçmene, iktidarla arasında kader ortaklığı kurmayı kolaylaştıracak bir kendine bakış yöntemi imal edilir. Kanun Hükmünde Kararnameler statüsünün altını her gün biraz daha oyarken, yükselen inşaatta şanlı bir gelecegin, bu geleceği önceden kendisine müjdeleyen tarihle kesintisiz ve organik bir bağın kanıtını gören emekçide perçinlenen oksidental ruh, onun evrensel kazanım olarak heybesine atmış olduğu her şeyi düşman görmesini kolaylaştırır.
Oysa şimdi kötülenen laiklik, demokrasi, eşitlik, kuvvetler ayrılığı vb. bütün evrensel temalar ve türevleri emekçi kardeşliğinin uzun süren mücadelelerinin sonucu elde edilmişti. Sosyal güvenlik, iş güvencesi, kıdem tazminatı ve daha birçoğunu önemsizleştiren evrensel düşmanlığı, bu kazanımlar kadar onları kazanmak için verilen mücadeleyi de emekçiye düşmanlaştırır; onu uyuşturur. Che Guevera’yı kötüleyen zihniyet, yoksul seçmenin avadanlığına Osmanlının yükselme dönemi padişahlarının silüetini yerleştirirken ona “yerli-milli” bir kökle buluştuğunu temin eder ama bu milli buluşma daha fazla sömürü, yoksulluk, kültürel birleşme vaadinde gizlenmiş bir sınfsal parçalanma, her kenetlenmenin artırdığı kapitalist kâr adına kof bir böbürlenme demektir.
Özetle emekçiyi kendi geçmişinden ve geleceği için mücadele etmekten uzaklaştırarak kendi sınıf düşmanlarına bağlayan AKP’nin pompaladığı türden “yerli-milli” en çok, sınıf mücadelesinden korkan emperyalistin/kapitalistin işine yarar; onun yeni oryantalizminin kaynağına bulunmaz bir katkı sağlar. Bunu hiç unutmamak gerekir.