7 Haziran'dan önce, savaştan sonra: HDP’nin suçu ne?
7 Haziran sürecinde olduğu gibi iktidar partisi önündeki en büyük engel olarak Kürtleri görmeye devam ediyor. Peki HDP'nin suçu ne?

Faruk AYYILDIZ
İnsan Hakları Derneği’nin (İHD) son bir yıllık savaş sürecinde Kürdistan’da yaşanan hak ihlallerine ilişkin yayınladığı rapor çarpıcı ve savaşın boyutlarını gözler önüne seriyor. Rapora göre; sivil, polis, korucu, milis, gerilla dahil 1552 kişi hayatını kaybetti, 1683 kişi de yaralandı. 440 kişiyse ‘yargısız infaz’la öldürüldü.
Uluslararası Kriz Grubu’nun (International Crisis Group) raporuna göre ise, yaşanan son 1 yıllık çatışma süresinde tespit edilebilen toplam ölüm sayısı 1958. Savaşan tarafların kayıplarını olabildiğince minimize ederek kamuoyuna duyurduğunu da hesaba katarsak son bir yıllık savaş sürecinin büyük bir yıkıma ve ölüm dalgasına sebep olduğu açık.
2013 – 2015 yılları arasındaki çatışmasızlık sürecinden kaynaklı rahatlama hali, savaşın boyut değiştirip büyümesiyle tepetaklak olurken, pek çok politik çevre, “savaştan önce – savaştan sonra” travması yaşadı, yaşıyor. Bu travma o kadar ciddi ki, çatışmasızlık dönemi, 7 Haziran seçimleri ve günümüze yansıyan söylemlerde, alınan pozisyonlarda ciddi değişimler oldu.
ÇÖKEN BİR TEZ: ‘KÜRTLER AKP İLE ANLAŞTI’
Çatışmasızlık ve 7 Haziran sürecinde, “HDP’nin seçimlere parti olarak girmesi Türk solunu satmasıdır” açıklamaları yapan sosyalist camianın önemli hocalarından, çözüm için İmralı heyetinde yer alan HDP’li Milletvekilini “postacı” diye aşağılayan solcu / demokrat gazeteciye kadar sayısız söylem karşımıza çıkıyor. Bu söylemler, birey beyanlarından öte temelini, “Kürtler AKP ile anlaştı” tezinin oluşturduğu bir damardan alıyordu ve bu parlak teze göre “Al özerkliği ver başkanlığı” anlaşması kapsamında Kürtler özerkliği alacak, karşılığında da Erdoğan’ı başkan yapacaktı. “Ulusal sorun ve savaşın muhatapları” konusunda ciddi kafa karışıklığı yaşayan bu damarın çatışmasızlık döneminde “AKP ile anlaşıyorsunuz” diyerek suçladığı Kürt hareketini son bir yıllık süreçte “neden savaşıyorsunuz?” diye suçladığını ekleyelim. Türkiye solunun bir bölümünde de karşılık bulan bu damar, elbette savaş çığırtkanlığı yapma derdinde değildir ancak savaşın bir tarafı olmasından kaynaklı muhatabın da devlet cephesinde AKP olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Yani Kürtler için müzakere adına çok daha iyi seçenekler varken, tercih AKP’den yana kullanılmış gibi bir durum söz konusu değildi. Tüm bu süreci Kürtlere dair soru işaretlerini çoğaltarak geçirenlerden en ufak özeleştiri duymak da mümkün olmadı. Sadece, bu tezleri dillendiren bazı isimlerin sosyal medyada muhatap oldukları, “o dönem böyle diyordunuz” sorularına, neredeyse geçiştirme kalıbına dönmüş olan “Öngörüde bulunduk, yanlış çıktı. Biz sürecin şeffaf, kamuoyuna açık yürütülmesini istiyorduk” cevabını verdiklerine tanık olabildik. Oysa çatışmasızlık süreci boyunca Kürtleri iktidar karşısında yalnız bırakıp, suçlamanın karşılığı “Sürecin şeffaf yürütülmesini istiyorduk” olmamalıydı, nitekim sürecin kamuoyuna açık ya da şeffaf yürütülmemesinin sebebi Kürtler değil, iktidardı. Sonuç olarak geldiğimiz noktada Kürtler, ne Erdoğan’ı başkan yaptı, ne de AKP ile anlaştı. 7 Haziran sürecinde olduğu gibi iktidar partisi önündeki en büyük engel olarak Kürtleri görmeye devam ediyor.
SAVRULMA EŞİĞİ
Şaşırtıcı olmasa da çatışmasızlık dönemiyle bugünü kıyasladığımızda, doğası gereği aldığı pozisyonu tamamen değiştiren/değiştirebilen bir kesim daha var; liberaller. Uzun yıllar boyunca “vicdan”, “insan hakları” temelli yaklaşımlarıyla Kürt tabanında ciddi takip edilir hale gelen bu insanlar, çatışmasızlık sürecinde bu takibi itibar kazanmaya evirmeyi başardı. Kürt hareketiyle ilişkisi kazan-kazan stratejisi üzerine kurulu olan bu grup, çatışmasızlık döneminde Kürdistan kentlerinde çok rahat hareket alanı buluyor, protokollerde ağırlanıyor, haber/röportaj için istediği tüm siyasilere kolayca ulaşabiliyordu. Kimi zaman Kürt mücadelesinde olan emekçilere ve dahi Kürt halkına kapanabilen kapılar, bu kişilere istedikleri zaman açılabilir durumdaydı. Hatta Kürtlerin izlediği televizyon kanallarında sık sık görünmeleriyle beraber, AKP’nin ana akım medyadan liberalleri temizlediği dönemden sonra halk arasında da ilk defa takip edilirlik oranları gözle görülür şekilde artıyordu. Bunun karşılığında da Kürt mücadelesinin meşruiyetine (kırmızı çizgileri olsa da) bir noktada görece katkı sunuyorlardı. Ancak geldiğimiz noktada ne çatışmasızlık süreci, ne de ağırlanabilecek protokol kalmadı. Hoş, protokol olsa da savaş koşullarında “Kürtlerle yan yana görünüp, devleti sinirlendirmemek” adına koltukların boş bırakıldığını son bir yıllık süreçte gözlemledik. Birçok liberalin savaşın başlangıç zamanlarında (Ağustos 2015) devletle, PKK’yi eşitleyip çatışmasızlık çağrılarıyla başladıkları serüven, savaş dozajının artması ve iktidar / devlet baskının şiddetlenmesiyle daha çok Kürtlere yönelik eleştiriler olarak sürmüş, devamında da HDP’ye “kurban edilebilir” muamelesi yapılan bir noktaya evrilmiş durumda. AKP iktidarının öfkesinden çekinen, PKK’ye de söz geçiremeyeceğine kanaat getiren bu çevre için hesap sorulabilecek, hırs çıkartılabilecek en ulaşılır politik aktör HDP oldu. Belki de yaşanan büyük savaşın en az sorumlularından birisi olan, demokratik siyaset zeminini geliştirebilmek için çabalayan HDP üzerine sayısız “Her şey senin suçun” temalı yazılar yazıldı, yorumlar yapıldı. HDP’ye savaşın sorumluluğunu yükleme eylemi çok rahatlatıcı olacak ki Kürtlerin Rojava’da bile Türkiye’nin askeri saldırısına uğradığı günlerde, Selahattin Demirtaş’ın eski Başbakan Ahmet Davutoğlu’ya attığı kısa ve ironi içeren tweeti üzerine eleştiri yazıları dahi yazıldı. Aynı yazıda HDP Eş Genel Başkanı Demirtaş, “Kürtler ölürken eğlenceli, mutlu tweet atmak” ile suçlanırken, yazının sahibi Levent Gültekin’e göre bu tweetlerin içeride de barışa hiçbir katkısı yokmuş. Burada yazara sormamız gerekiyor, gerçekten Demirtaş’ın tweetlerinin “içerideki çözüm / barış süreci”ne etki ettiğini düşünüyor mu? Yani çok güzel ve çözüm zemini vardı ancak Demirtaş’ın tweetleri mi bu ortamı sabote etmiş oluyordu? Levent Gültekin gibi Kürt meselesini politik statü talepleriyle, kolektif bağlamda değil bireylerin yaşadığı sorunlar ve karşılaştıkları zorluklar çerçevesinde vicdan meselesi olarak değerlendirenlerin savaş koşullarında devletin çizdiği korunaklı alana dönmesi elbette şaşırtıcı değil. Tabii bu konuda Gültekin yalnız değil. Çatışmasızlık dönemlerinde, Kürt tabanından gelen ilginin de etkisiyle “Selo başkanı yedirmeyiz” tadında kampanyalara bile katılanların, iktidarın savaşta ısrar zamanlarında “HDP, Kürt siyasi hareketinin bir uzantısı olmanın ötesine gidemedi” analizlerini okumaya devam ediyoruz. Çünkü Selahattin Demirtaş öncülüğündeki HDP, onların istediği argümanları ya da dili kullanmıyor. Bu çevrenin ısrarla üzerinde durduğu “Türkiyelileşme” sloganından anladıkları da Kürt halkının taleplerinin karşılandığı ve toplumsal eşitliğin sağlandığı bir ülke değil aksine Kürtlerin sorun çıkarmadığı ama savaşmadığı da bir pozisyona çekilmeleriydi, çünkü o koşullarda protokol aydınları olarak vicdan ekonomisini sorunsuz tüketmeye devam edebileceklerdi.
SOLUKLANMA ZAMANI GELDİĞİNDE...
Sonuç olarak, yaşadığımız ağır savaşı HDP başlatmamış ve sürdürmemiştir. HDP, elinde savaşı durduracak imkan varken bunu keyfi olarak kullanmayan bir pozisyonda değildir ve HDP’nin tek başına bu savaşı durdurabilmesi mümkün değildir. Her HDP eleştirisini “Demokratik siyaset zemininin gelişmesini istiyoruz” ile açıklayanlar, son bir yıllık süreçte HDP’yi eleştirmek dışında ne yaptıklarını, hangi yol / yöntemleri izlediklerini kendilerine sormalıdırlar. Demokratik siyaset alanının gelişmesi noktasında kilit konumda bulunan HDP’yi iktidarın dışlayıcı ve linç ettirmeye yönelik yarattığı ortamdan etkilenerek sürekli en geri noktadan tartışmak, demokratik siyasetin önünü açmaya hangi anlamda katkı sunmaktadır, düşünmemiz gerekiyor. Bu elbette HDP’nin “eleştirilemez” olduğu anlamına da gelmiyor. Ancak not düşelim ki, Rojava ile beraber, “varlık ve yokluk” savaşı veren Kürtler, yarın soluklanma fırsatı bulduklarında ağır OHAL koşullarında kentleri yıkılıyor, sokağa çıkamadıkları günler yaşıyorken Demirtaş’ın tweetini yazı konusu yapanları da, kendini korunaklı alana almak için zamanında ‘kullandıkları’ toplumsal adalet kavramını rafa kaldıranları da anımsayacaktır.
Evrensel'i Takip Et