O otobüs kocaman bir aile
Geçen hafta en çok tartışılan konu, şort giyen kadının otobüste yaşadığı tekmeli saldırıydı. Sosyolog Selda Tuncer'e göre o otobüs kocaman bir aile.
Sevda KARACA
Bu haftanın en tartışılan konularının başında İstanbul’da bir otobüste şort giyen kadına “Sen şeytansın” diyerek, İzmir’de sokakta yaşanan tacize hayır diyen kadına “Kimse bana hayır diyemez” diyerek yapılan saldırılar geldi. Bu saldırıların gerçekleştiği otobüste ve sokakta saldırganların cüreti kadar saldırıyı sadece izlemekle yetinenlerin sessizliği de tartışıldı. Başbakan Yıldırım ise saldırganı “anormalleştirip”, yaşananların Türkiye gerçeğini göstermediğini söyledi ve ekledi; “hoşuna gitmeyebilir, mırıldanırsın.”
“O otobüs kocaman bir aile aslında” diyen Sosyolog Selda Tuncer’e göre kadınların ancak “aile içinde” varolabildiği muhafazakar toplumda kamusal alan erkeklerin “özel alanı” haline geldi. Bunda “Kadın-erkek eşit değildir” anlayışına sahip olan muhafazakar iktidarın saldırganlara “mırıldanma hakkı” yaratmasının da etkisi var elbette!
Bütün bunlarla birlikte, bu toplumsal siyasal iklimin kadınların bir araya gelmesinin önüne nasıl geçtiğini de konuştuğumuz Selda Tuncer sorularımıza şöyle yanıtlar verdi:
{{290383}}
İstanbul’da bir kadın şort giydiği için otobüste, İzmir’de bir kadın tacize “hayır” dediği için sokakta saldırıya uğradı. Bu saldırılara baktığınızda ne görüyorsunuz?
Toplumsal bir olgunun durup dururken bir anda ortaya çıkması mümkün değil. Olağanüstü halde yaşıyoruz, müthiş bir güvensizlik ortamındayız, muhafazakar değerlerin hayatın her alanına alabildiğine müdahale ettiği bir ortamdayız. Ama bunları sıralamak tabii ki tek başına yetersiz. Bu mesele biraz da “Kadınların sokağa çıkması” ile ilgili. Ve bu konu, bu toplumda hep bir problemdi.
Neden?
Kadınların sokaktaki varlığı sadece Türkiye’nin değil bütün dünyanın meselesi. Avrupa’nın, Amerika’nın ilk modernleşme dönemlerine ya da özellikle Güney Asya, Ortadoğu gibi geleneksel kodların çok daha fazla çalıştığı yerlere bakın; kadınların sokağa çıkması her yerde her dönemde düzenlenmeye çalışılmıştır. Bahsettiğimiz basitçe “Kadınların sokağa çıkmasının yasaklanması” değil. Nasıl çıkacaklarına ilişkin normların, kuralların düzenlenmesi.
Akşam kaçta eve gittiğimizden gündüz hangi sokaklara girdiğimize, şehrin hangi bölgesine giderken ne giymemiz gerektiğine kadar her şeyi belirleyen, bazen bir yere tek başına gimekten çekinip, yanında birilerini götürme ihtiyacı hissettiren bir düzenleme hep vardı. Bu düzenleme bir anlamda “Makbul kadınlığın inşası” olarak değerlendirilebilir. Makbul kadınlık değişiyor, ama kadınların sokaktaki varlıklarına karşı bu tutum değişmiyor.
Bugün kadınların sokağa çıkma kaygılarını daha fazla artıran bir şey yok mu?
Kadın konusu her zaman ideolojiler arası kavganın merkezinde durur. “Taraf” halinde olanlar, bir olayın bir kadın tarafından yaşandığı gerçeğinden uzaklaşarak, birbirine karşı ideolojik pozisyonlarını konuşturdukları bir tartışmayı ateşlerler. Başörtülü kadının kamusala girişi açısından bir eşik yaratan bu muhafazakar değişimde bile kadınlara, başörtülü kadınlara söz bırakmayan bir tartışma zemini söz konusuydu. Bugün de yine aynı şey yapılıyor.
Bir dönemin az görüneninin bugün daha fazla görünürlüğü var. Ama “yaşam tarzı” adı altında yükselen tartışmalar kadınlar arasında ciddi bir ayrıştırmayı meydana getirdi. Ve en önemlisi bu gündelik hayatın her alanında kendini gösterir hale geldi. Oysaki kamusal alanda herhangi bir kadına, ne giydiğinden ne yaptığından bağımsız, yapılan her türlü şiddetin, tacizin karşısında durmamız gerekir.
KAMUSAL ALAN ERKEKLERİN ÖZEL ALANI HALİNE GELDİ
Bu saldırılar gerçekleşirken otobüstekilerin, sokaktakilerin hiç müdahale etmediğini, sessizlikle “izlediklerini” görüyoruz. Bu sessizliği nasıl değerlendirmek lazım?
Son 10 yıldır kadına yönelik şiddet olaylarının arttığı, tacizlerin, tecavüzlerin, işkenceye varan cinayetlerin çok normalleştirildiği bir ülkedeyiz. Üstelik hukuken ceza almıyor bu erkekler, bu şiddetin yaptırımı çok az, iyi hal vakaları gündelik hale geldi. 10 yılı aşkın süredir şiddet konusunda böyle bir tablo yaşayan bir ülkede o otobüsten ses çıkmaması bana şaşırtıcı gelmiyor.
Bu sessizliği oluşturan dinamiklerin toplamını iyi görmek gerekiyor. Şortlu kadına saldırıyı tek başına “dinci gericilik” diye adlandırmak eksik kalır. Erkek şiddetinin cezasız bırakıldığı, üstüne bir de seküler hukukun kaybıyla kadınların tüm yaşamsal haklarının geriye götürüldüğü bir dönemde çığ gibi büyüyen ve gündelikleşen erkek şiddeti dinamiklerin çok kilit bir noktası. Ama bu, toplumsal hayatın muhafazakar dini değerlerle yeniden şekillendirilmesinden güç alarak bu düzeyde pervasızlaşan bir erkek şiddeti. Uyguladığı şiddetin bir bedelinin olacağını düşünmüyor saldırgan, sessiz kalan da bunu biliyor. Bir yandan da güvensizliğin, istikrarsızlığın, geleceğe dair umutsuzluğun bu kadar yoğun yaşandığı bir ülkede halihazırda cezalandırılmayacak bir eylemin -çünkü ceza gerektiren bir eylem gibi görülmüyor erkek şiddeti- neden karşısında durayım diye düşünüyor.
O otobüs kocaman bir aile aslında. Bizde kültürel olarak ev ve aile her zaman kutsal addedildi. Ancak son 10 yıldır artık kamusalın kendisi bile çok özel bir mevzu oldu. Özel alan giderek genişliyor, baskıcı anlamda yani. Eskiden özel alanı kamusalın içine dahil eden bir seküler hukuk vardı, bir şiddet vakası “Bu sizin özel hayatınız” diye geçiştirilemiyordu, bu kadın hareketinin mücadelesiyle kazanılmış bir şeydi. Ama şu an kamusalda olana bile müdahalemiz sınırlı. Niye? Çünkü kocaman bir aile olduk, evdeki akrabaların sessizliği kamusala taşındı. Ailesindeki kadına reva gördüğünü sokaktaki kadına daha çok reva görüyor erkekler. Otobüsteki saldırganın “Açık gezen kadın karımdır” diye yazabilmesinin kaynağı da bu.
Özel alanda yaşanan şiddetin kamusalın meselesi olarak görülmesini şart koşan bir hukuki yaptırım zorunluluğundan, ancak sosyal medyadaki feveranla -o da suçun tanımını değiştirerek- hukuki bir yaptırım sağlayabilen bir noktaya geldik. Özel- kamusal ilişkisi kadınların aleyhine işleyecek bir şekilde tüm kamusal alanın erkeklerin özel alanı haline geldiği bir ilişkiye dönüştü.
‘MIRILDANMA’YI MEŞRU GÖRMEK KADINLARA SALDIRILARI ARTIRIR
Başbakan Binali Yıldırım’ın yaşanan saldırıyla ilgili olarak “Hoşlanmayabilirsin, mırıldanırsın” sözleri çok tartışılıyor. Bu açıklamayı nasıl değerlendirirsiniz?
Bu olay sahiplenilebilecek bir olay değil, istediğin kadar muhafazakar islamcı bir hükümet ol, bu olayı sahiplenemezsin. Bakın bu olay “Dünyaya bizi rezil etti” başlıklarıyla haber oldu. Saldırgana “normal değil” teşhisi konularak olay münferitleştirildi. Bütün siyasal fikri “Kadının yeri ailedir”, “Kadın-erkek eşit değildir” üzerine kurulu olan bir anlayış sokağa çıkan, hele de makbul görünmeyen bir kadına “mırıldanma” hakkı yaratmayı meşru görür. Şortlu kadına saldırıdan iki gün sonra Bursa’da metroda bir gencin müzik dinlemesine müdahale eden bir erkeğin karşısına çıkan kadına savurduğu “Şortlu kadına olanı biliyorsun” tehdidi buna bir örnek.
Bundan kadınlar nasıl etkilenecek?
Kadınlar çok uzun zamandır kendilerini sokakta rahat hissetmiyor, bu kutuplaşma ortamı kadınların endişelerini daha da arttıracak. Zaten kadınların hukuki kazanımlarının giderek kaybedilmesi, mücadele alanlarının da daralması, endişeleri artırmıştı. Şimdi bu kutuplaşma ortamına tek çözüm olan kadınların birlikte hareket edebilmesi dinamiği de zayıflıyor. Tekme olayının yaşandığı gün sosyal medya erkeklerin “Ben de bulsam bir başörtülü kadın, ona tekme atsam bakalım ne olacak” yazılarıyla doldu taştı. Sen bizim taraftaki kadına, ben sizin tarafta kadına... Eee, olan yine kadına oldu. Bu ortam kadınların yan yana gelme zeminini ortadan kaldırıp erkeklerin kadınlar üzerinden yürüttükleri kavgaya meydan açan bir zemin. Bunu, bu tartışmanın iki tarafını eşitlemek için söylemiyorum. Çünkü biri iktidar. Ancak tartışmanın zemini bu olunca, kadın dayanışmasının olanakları daralıyor. Bu da kadınları daha güçlü kılmayacak.
TOPLUM SEMBOLE SAYGI DUYUYOR KADININ KENDİSİNE DEĞİL
Kadınlardan son zamanlarda şunu çok duyuyoruz, “toplu taşıma araçlarında başı açık kadınlara yer verilmiyor, ondan daha genç bile olsa başı kapalı kadınlara yer veriliyor. Başörtülü kadınlar otobüste korunup kollanıyor, başı açık kadın öteleniyor.” Bunun bir gerçeklik payı yok mu?
Kutuplaşmanın bu kadar derinleştiği bir toplumda bu hisse çok temkinli yaklaşmak gerekir. Eskiden başörtülü kadının kamusal alanda görünürlüğü daha azdı, bugün daha fazla. Bugün “Başörtüsü özgürlüğü var, kadınlar başörtüsü takarak okula da gidebilir, işe de gidebilir, kapanmıyorsa kendi tercihi” diye ifade edilen bir durum var. Ama aslında toplum, makbul kadının sembolleştiği şeye saygı duyuyor, kadının tercihine, kadının kendisine değil. Mesela aynı otobüste kadın başörtülü de olsa başörtüsüz de olsa tacize uğradığında birden “makbul olmayan” haline gelebilir. “Kimbilir ne yaptı, kesin kuyruk sallamıştır, tahrik etmiştir...” denebiliyor. Türkiye’de her kadının, üzerinde ne olduğu fark etmeden, tacize uğrama ihtimali var. Ama bugün kıyafetiyle, görünüşüyle şiddete ve tacize uğrama tehlikesinin katlandığı da bir gerçek. İşte bu ayrışmalar, esasen kadınların kamusal alandaki güvenliklerini, varlıklarını tehlikeye atan koşulların devam etmesine neden oluyor. Üstelik kadınlar arasındaki uçurumları da derinleştiriyor.
MAKBUL KADIN DEĞİŞİYOR SOKAKTAKİ TEHLİKE DEĞİŞMİYOR
Feminist Sosyolog Selda Tuncer, “Sokağa Çıkmak: 1950-80 Dönemi Ankarası’nda Kadınların Gündelik Kamusal Mekân Deneyimleri” teziyle farklı kuşaklardan kadınların kamusal alanda neler yaşadıklarını, değişenleri ve değişmeyenleri incelemişti. Tuncer bugün yaşananların, “makbul kadınlık” değişse de kadınların sokaktaki varlıklarına karşı hep varolan saldırganlığın bir parçası olduğunu söylüyor. Ama, toplumsal hayatın muhafazakar dini değerlerle yeniden şekillendirilmesinin de gözden kaçırılmaması gerektiğini vurguluyor.
NE SADECE "GERİCİLİK", NE DE SADECE "YAŞAM TARZI"
Finlandiya'da bir otobüste bir kadının uğradığı tacizle, Bağcılar'da bir kadının yaşadığı şiddet aynı şiddet midir peki? Hepsine "erkek şiddeti" demek dinamikleri açıklamak için ne kadar yeterli?
Erkek şiddetinin yapısal olarak kaynaklandığı durumlar var. Erkek şiddetinin kaynağına, formuna, derecelerine bakmalıyız. 1960, 70, 80'lerde de şiddet vardı, bugün de var. Ama bugünkü erkek şiddetinin kaynağı ne, formu ne, nereden besleniyor? Muhafazakar değerlerin, toplumsal normların değişimini de tartışmalıyız elbette. Bugün kadınların başına gelenleri bütün Türkiye'de olan bitenden ayırmak mümkün mü? İnsanları sürekli şiddetin ortasında bırakan bir siyasal süreç, savaş koşulları, güvensizlik, olağanüstü hal... bu ortam en zayıfı, kadınları ezer öncelikle. Hele de geleneksel değerleri ezelden beri toplumun şekillenmesinde bu kadar önemli rol oynayan toplumlarda... İnsanlar yalnızlığının ve güvensizliğinin üstünü nasıl kapatabilir? En bildiği en yakın değerlere sarılarak. Ataerkil değerler en bilinen değerler. Bu tartışmada birçok erkeğin bunu erkek şiddeti görmek istememesi de aynı zeminden besleniyor. Bu anlamda, erkeklerin yaptığı kadının yaşadığı şiddetin failini ve toplumsal siyasal örüntülerini, eril dayanışma refleksiyle korumaya almaktır
Bu meseleyi erkek şiddeti demeden tartışmaya çalışınca o muhafazakarlığı besleyen ve bu kadar yaygınlaştıran dinamiklerin en önemlilerinden birini devreden çıkarırız. Bu meseleyi sadece “gericilik, yobazlık” gibi kavramlarla açıklamak, hele hele de yaşam tarzı gibi bir kavrama sıkıştırmak tümden zemini yanlış kurmak anlamına gelir. Sorunu iyi tanımlayamazsak ne mücadele edebiliriz, ne çözüm bulabiliriz. Kadınlar kendilerine yönelen saldırıları deneyimle, akılla, hisle gayet iyi biliyorlar ve uzun yıllardır bununla mücadele ediyorlar, kimsenin tanımına ihtiyaçları yok.