25 Eylül 2016 05:28

Adnan ÖZYALÇINER

YAYALARIN KALABALIĞI

Bayramda İstanbul boşaldı dedilerdi. Bir bakıma doğruydu. Arabalılar çekip gitmişlerdi. O yüzden ana yollar –ana arteller dedikleri- açısından boş denecek kadar tenhaydı. Benim bulunduğum semtte –Merter’de- bile Bağcılar – Kabataş tramvay yolunun iki yanındaki Güngören asfaltı da öyleydi. Karşıdan karşıya geçmek için trafik ışıklarını –şu vır vır konuşanlardan- kullanmaya gerek yoktu.

Yollar bu durumdayken kentin alanları tıklım tıklımdı. Topkapı, Beyazıt, Sultanahmet, Gülhane, Eminönü, Taksim, Gezi, Üsküdar, Salacak, Kadıköy, Bostancı gibi bildik alanlarla parkları, kıyıları bir de adaları yayalar tıka basa doldurmuştu. Adım atacak yer bırakmamışlardı. Her zaman iş güç diyerek kent merkezilerine inemeyen, gezinti yerlerine gidemeyen varoşların, uzak sapa semtlerin, kenar köşe mahallelerinin insanlarıydı bunlar. Banklarda, çimenliklerde oturan, ayakta dikilip duran, alanı turlayan, Ayasofya, Yerebatan, Topkapı Sarayı’nın kapılarında kuyruk oluşturanlar; sonra oturdukları yerden denize bakarak çekirdek çitleyen, bol susamlı akşam simidini kemiren, çimenliklere uzanarak çevre kahvelerden getirttikleri çayları yudumlayanların, kiraladıkları bisikletlerle ada yollarında dolaşarak, faytonlara binerek sefa sürenlerin, çamların altına serilerek serinleyenlerin, adaların tadını çıkaranların oluşturdukları yaya kalabalığı. Yani kenti iki kat kalabalıklaştıracak olanlar. Kentin asıl sahipleri.

ÖĞRETMENLERLE ÇOCUKLAR

Benim çocukluğumda –sizinkini bilemem- biz, öğretmenlerimizden çekinir, biraz da korkardık. Aykırı bir şey yapmamaya çalışırdık.

Şimdiki çocuklar öğretmenleriyle pek sıkı fıkı. İçten, gönülden bağlılar birbirlerine. Bizim gibi pek korkmuyorlar, çekinmiyorlar sanki. Şimdi tersine büyükler –başımızdaki büyükler- korkup çekiniyor öğretmenlerden. Çocuklarla olan içiçeliklerinden, onlara insan olmayı, sevmeyi, sevilmeyi öğretmelerinden korktukları için binlercesini kıyıyorlar, sürüyorlar, hapse atıyorlar. Çocukların/çocuklarımızın insan olmasını istemiyorlar

KAN KIRMIZI

Eskiden ne çok renk bilirdik ana renklerden başka. Gökmavisi, denizmavisi, yaprak yeşili, ördek başı, cam göbeği, limon sarısı, bal rengi, turuncu, kavuniçi gibi daha ne kadar ışık saçan aydınlık renk varsa hepsini.

Şimdi unutturdular bütün o renkleri. Sildiler. Bir kan kırmızısını bıraktılar gece karanlığı ile birlikte.

ABDÜLHAMİT HAN

Haydarpaşa Askeri Hastanesi’nin sivillere de açılarak Sağlık Bakanlığı’na bağlanmasının ardından adının Abdülhamit Han konmasını, ecdadımız da olsa, yakıştıramamıştım.

Geçenlerde, hastanenin halkın hizmetine açıldığını belirten bir televizyon haberinde, hastanenin kapısı önünde, nöbetçi askerin karşısında, ayağı çakşırlı, uzun cübbeli, başı sarıklı, seyrek kara sakallı birinin sırıtarak dikildiğini gözlerimle gördüm. Abdülhamit Han, adının hastaneye –yakıştığından kelli- yakışmadığını kim söyleyebilirdi artık.

KARABASAN

Düşlerinizde gördüğünüz karabasanlar, sizi gayya kuyusuna da itse, çok fazla korkmanıza, tedirgin olmanıza gerek yok. Korku da, şiddet de uyandığınızda nasılsa sona erecekti. Zifiri bir karanlıktan güneşli bir aydınlığa uyanacaktınız.

Bugün yaşadığımız –yaşatılan- kardeş kavgasından, kanlı savaştan, şiddetle korkulardan, ölümlerden, öldürülmelerden, ölümcül haksızlıklardan, dayatılan bu karabasandan uyanmanın olanağı yoktur.

YAŞAMASIZLIK

Bugün yaşadıklarımızın anlamı -anlamsızlığı da denebilir- nedir diye soracak olursanız, tek bir karşılığı vardır: Yaşamasızlık. 

Evrensel'i Takip Et