25 Eylül 2016 11:26

Aydın ÇUBUKÇU

Tarihsel kişilikleri yalnızca olayların akışı içinde eyledikleri ve söyledikleriyle biliriz. Çoğu kez, eğer bir resmi yoksa elimizde, boyunu posunu, kaşını gözünü de bilmeyiz. Hem büyük tarihsel eylemiyle çağını etkilemiş hem de anasını babasının kim olduğunu bilmediğimiz çok kişi var. Soyunu sopunu bilmeyiz, bir karısı, sevgilisi var mıydı yazılmamıştır… Yine de eğer, kişinin tam bir portresini çizemiyorsak, yarattığı olayları da anlayamayız, tarihin kendisine çizdiği yolda ilerlerken, bir dönemeçte neden öyle değil de böyle davrandığını kestiremeyiz gibi gelir… İlle de bilmek isteriz, nasıl biriydi?

BİR KEMİKTEN YOLA ÇIKARAK...

Günümüzde, bir kafa kemiği parçasından yola çıkarak, ait olduğu canlının temel özelliklerini, yüzünün, vücudunun neye benzediğini gösteren modeller yapılabiliyor. Bir maymun kafatasından kopmuş bir ense kemiği, bir cinayet kurbanının alnından arta kalmış parçalanmış kemikler, az çok tahminlerde bulunmaya yardım edebiliyor. Hatta soyunu, kavmini, bazen neler yiyip içtiğini bile bu kırık kemiğe bakarak söyleyebilenler çıkıyor. Kuşkusuz kemik tek başına hiçbir şey açıklamaz. 

Bulunduğu toprağın coğrafi mevki, orada yaşayan ve eskiden yaşamış halkların kültürleri, savaşları, siyasetleri, avladıkları hayvanlar, ya da ekip biçtikleri bitkiler hakkında da az çık bir şeyler biliyorsak, portreyi yavaş yavaş tamamlarız. 

Kemiğin kolayca saptanabilen yaşı, araştırmacıya coğrafyanın yanı sıra tarihsel boyut da verir. 

Ama her zaman bir şey eksik kalır...

BİRKAÇ KELİME, BİR KAĞIT PARÇASI 

Ancak hayal gücüyle tamamlanabilecek kimi özelliklerdir bunlar. İlişkiler, duygular, korkular ya da çılgınlıklar, zayıflıklar, heyecanlar... Toprağın altından çıkan kalıntılarda bunlar görülmez. 

O zaman arkeolog ya da tarihçi, bu alanda en kolay ve pervasız kalem sallayan romancılara, öykücülere başvurur. Ya da onlar zaten, toprak eşelenen her yerde çıkan her parçaya özel ve kimselerin düşünemediği anlamlar verebilmek için hazır bekliyorlardır. 

Yalnızca toprağın gizledikleri değil, kütüphanelerin unutulmuş depolarında, farelerin merakına, tozun toprağın insafına, kâğıt bakterilerin iştihasına bırakılmış yığınlar içinde bir küçük defter, bir yerlerden kopmuş bir sayfa, romancının düş gücüyle ciltler dolduracak kadar büyüyebilir. 

Bir kelimeye verilen anlam, isterse yazanın hiç düşünmediği bir şey olsun, başka derme çatma parçalarla birleşerek tarihin yeniden ve tamamen farklı biçimde yazılmasına kapı açabilir. Olsun, romandır ya da hikâyedir, bağışlanabilir. Tarihsel gerçeklerle uyumsuz pek çok hayal ürünü, böylece eleştirinin oklarından kaçabilir.

ROMANLARIN YARATTIĞI BÖRKLÜCE

Onun adını hepimiz önce Nâzım Hikmet’in harika destanından öğrendik. Belki ancak bir kısım resmi tarihçinin lanetle andığı Börklüce Mustafa, devrimcilerin, sosyalistlerin efsane dağarcığına hayranlıkla anılan bir kahraman olarak böylece girdi. 

Gerçekte kim olduğu o zaman da bilinmiyordu, bugün de kimliği üzerine tartışmalar sürüyor. Hiçbir zaman belki de tam olarak bilinemeyecek. 

Fakat “her şeyi hayal gücüyle halletmiş” şair ve romancıların elinde “eksiksiz” birkaç Börklüce Mustafa portresi var. Gerçi bunların hiç biri diğeriyle uyumlu değil. Çoğunlukla ona yakıştırılana “köylü” kimliği kabul görürken, açıklanamaz “kazasker kethüdası” rütbesi havada kalıyor. O çağda bir köylünün bırakın Kazasker Şeyh Bedreddin’in çocuklarını eğitmeye, mülkünü yönetmeye yetecek eğitim görmüş olması, elifi görse mertek sanmanın sınırını bile geçmiş olması pek olağanüstü bir özellik sayılırdı. 

Bunca savaş bilgisi ve yeteneğini nereden elde ettiği sorusunu ise, “askerlik yapmıştır elbet” deyip geçiştiriyorlar. Nerelidir, diye sorulduğunda pek çok yazarımız gözü kapalı, “Karaburunludur!” diyor.

Epeydir bir efsane gibi sözü edilen “Tasvirül Kulub” adlı tasavvuf kitabının ona ait olup olmadığı ise hâlâ bir bilmece… Ama o kitabı ona bir mağarada yazdıran tahayyül, bu kaba saba köylünün derin felsefi ve fıkhi problemlerle neden böyle uğraştığına açıklık getirmiyor. 

Bir romancı ise, Börklüce’yi tam anlamıyla bir sahtekâr, şeyhinin sırtından beylik kurmaya kalkışan bir fırsatçı olarak tanıtıyor. Torlak Kemal’le kafa kafaya verip Bedreddin’e tuzaklar kurduruyor, ondan habersiz isyana kalkışıp ölümüne sebep oluyorlar! 

Tarihsel kimlik, kurmaca bir biçimde yeniden inşa edilirken, elbette romancının kendisine biçtiği rolle uyumlu olarak, “hani gerçek nerede?” diye sormanın pek âlemi yok. 

Ama bütün bunları gerçeğin ta kendisi sanarak tarih yazmaya çalışmak nasıl bir sonuç verir acaba?

BEDREDDİN’İN FELSEFESİ UÇURUR!

Tasavvufun bir biçimi olarak ortaya çıkan çeşitli düşüncelerde kendilerine özgü bir doğacılık ve buna içkin bir maddecilik vardır. Ama bizim “solcu” romancılarımız bununla yetinmezler ve ona diyalektik materyalizmin bir ustası sıfatını yakıştırırlar. Bununla da yetinmeyen birisi, evrim teorisinin babalığını Darwin’den önce ona verir! İzafiyet teorisini de Einstein’dan önce o düşünmüştür! Marx’tan önce artı-değer teorisini bulan da odur mesela!

Her şey, başta Bizanslı tarihçi Doukas’ın isyancıların “malların ortaklığı” fikrini savunduklarını yazmasıyla başladı. Osmanlı tarihçileri de bu mal-mülk düşmanlığını isyancıları karalamak için her kalemi ellerine aldıklarında tekrarladılar. Bunda sorun yok. Gerçekten böyle bir adalet ve eşitlik bayrağını kaldırdıklarından kuşkulanmak için hiçbir sebep yok. 

Ama bu kadim özlemin modern bilimsel komünizmle eşitlenmesi tümüyle hayalcinin marifetidir. 

Bedreddin ayaklanmasından yaklaşık 70 yıl sonra, yine aynı koşullarda aynı temel ilkeleri, yani yoksulların zenginlere karşı isyanını ortak mülk temelinde savunan bir başka isyancı, Thomas Münzer, Voltaire’in ifadesiyle şöyle tanıtılıyordu: “Luther; prensleri, derebeyleri, üst kademe görevlileri Papa ve piskoposlara karşı ayaklandırmayı başarmıştı. Münzer’se köylüleri bütün bu kişilere karşı ayaklandırmıştı. O ve arkadaşları… bütün kalplerde yer etmiş olan ‘bütün insanlar eşittir’ tehlikeli gerçeğini yaymışlardı… üzerlerinden aşarın kaldırılıp bir kısmının fakirler için harcanmasını, onlara beklenmek için av ve balık tutma izninin verilmesini, hava ve suyun serbest kullanılmasını ve ısınmak için orman bırakılmasını yani insan türünün haklarını istiyorlardı… Fakat onlara vahşi hayvanlar gibi davranılmıştı.”

SORUN NASIL ÇÖZÜLÜR? 

Thomas Münzer üzerine araştırma yapanların, romanlar yazanların işi nispeten kolay. Çünkü başta kilise olmak üzere, Münzer ve yoldaşlarını ezenler ciddi kayıt tutmayı, belgeleri saklamayı ve gerçeğin karartılmasını önlemeyi önemli görüyorlardı. 

Bizde ise karartma, karalama, sövme ve ezme önemlidir. Yok edilen yalnızca isyancıların bedenleri değil, gerçekleri de olmuştur. 

Bu karanlıkta, ışığın hiç olmazsa bir parçasını yakalayabilmek için, tarihi bir bütün olarak ele almak, tarihsel kişiliğin bütün yönleriyle gerçeğe uygun olarak yeniden inşa edilmesinin ilk koşulu. Yalnızca birkaç ipucundan yola çıkarak ve hayal gücünü her şeyden fazla önemsemek ve güncel kavramları tarihsel olaylara uygulamak gibi temel yöntem yanlışlarının bir yana bırakılması gerekiyor. 

Bilimsel çalışmanın ilk adımı budur ve bu büyük isyancılara saygı bunu gerektiriyor. 

Evrensel'i Takip Et