26 Eylül 2016 13:51

Ne çektiler? Niye çektiler?

Sayfamızda bu sayıda yönetmenlere yer veriyoruz

Paylaş

Ressamlarla başlayıp yazarlar, şairler ve müzisyenlerle devam ettiğimiz baskılara, toplumsal adaletsizliklere ve savaş koşullarına karşı tepkilerini sanatlarıyla anlatan sanatçılara yer verdiğimiz sayfamızda bu sayıda yönetmenlere yer veriyoruz. Daha önce de dediğimiz gibi, baskıcı ve antidemokratik yönetimleirn hüküm sürdüğü zamanlarda en büyük yüklerden biri de sanatçıların omzuna biner. 
Şimdi farklı zaman dilimlerinden, farklı ülkelerden yönetmenlerin baskılara ve savaş koşullarına karşı tepkilerini beyaz perdeye nasıl taşıdıklarına bir bakalım.

ROMAN POLANSKI
1933’te Polonyalı bir Yahudi ile bir Rus göçmeninin oğlu olarak Paris’te doğan Polanski, üç yaşında ailesiyle birlikte Polonya’ya taşındı. 1940’ta şehrin Almanlar tarafından işgalinin ardından ailesi toplama kampına gönderildi.
Babası sayesinden kaçmayı başaran Polanski, çevresindekilerin yardımıyla hayatta kalmayı başardı. Annesini Auschwitz’de kaybetti. 1950’de sinema okuluna devam etmek için teknik okulu bıraktı. Bu dönemde Krakov tiyatrosunda aktörlük yaptı. 1954’ten bu yana sinema alanında çalışmalarına devam ediyor.

“PİYANİST”
Polanski, 2002 yılında Wladyslaw Szpilman’ın hayatını anlattığı kitabın üzerine kurduğu “Piyanist” filmini yönetti. Filmde, 2.Dünya Savaşı’nda Yahudi olduğu halde şans eseri toplama kampına gitmekten kurtulan ve başarılı bir piyanist olan Wladyslaw, Varşova’nın varoşlarında yaşamaya başlar. Daha sonra bir Alman subayının yardımıyla hayatta kalmayı başarır.
Film, Altın Palmiye dahil birçok ödül kazandı.


YILMAZ GÜNEY
Çirkin Kral olarak tanınan Yılmaz Güney, 1937’de Adana’da doğdu Üniversite okumak için İstanbul’a gittiğinde Atıf Yılmaz ile tanışmasıyla sinema çalışmalarına başladı. Dergilerde öyküleri basılan Güney, bir öyküsünde komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle yargılandı, 1961’de bir buçuk yıl hapis cezası aldı. Hapisten çıktıktan sonra çalışmalarına devam etti, bu dönemde “Çirkin Kral” lakabını aldı. Filmlerindeki gerçekçi üslupla anıldı.
Güney, 1971’de Mahir Çayan ve arkadaşlarını sakladığı gerekçesiyle iki yıl hapse ve sürgüne mahkum edildi. İçeride kaldığı süre boyunca dergilere şiir ve öykü yazmaya devam etti. 1976’da 19 yıl hapis cezası aldı. 1981’de İsviçre’ye firar etti, daha sonra Fransa’ya gitti. Bu süreçte Türkiye vatandaşlığı iptal edildi. 9 Eylül 1984’te Fransa’da hayatını kaybetti.
Birçok filmi yasaklandı, 12 Eylül darbesinden sonraki süreçte birçok filmine devlet tarafından el konuldu. 2007’de Kültür Bakanlığı’nın yaptığı açıklamada, filmlerin “depolama ve saklama koşullarının yetersizliği” nedeniyle korunamadığı belirtildi.
“Duvar” filmi, Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye Ödülü’ne aday gösterildi, “Yol” filmiyle Cannes’da üç tane ödül aldı.

“UMUT”
Yılmaz Güney ve Şerif Gören tarafından yönetilen “Umut”, meçhul bir definenin peşinden koşan faytoncunun geçimini bağladığı atının araba çarpması sonucu ölmesini konu alır. Film, Türkiye’de devrimci sinemanın ve yeni realizm akımının dönüm noktası olarak anılır.
“Umut”, 1970 yılında “filmin esas konusu[nun] zengin ve fakir ayrımı” olmasından dolayı Sansür Kurulu tarafından yasaklanmıştır. Film, yasakla ilgili dava süreci devam ederken Adana Altın Koza Film Yarışması’nda ödül kazanmıştır. Bu süreçte, Tuncel Kurtiz ve Arif Keskiner’in anlatımlarına göre  Sansür Kurulu’nun yurtdışına çıkarma yasağına rağmen “bir hamala 1000 lira vererek” film Cannes’a kaçırılmış, Cannes Film Festivali’nde gösterilmiştir.


TASSOS BOULMETIS
1957’de İstanbul’da doğan Boulmetis, 1964’te ailesiyle birlikte Yunanistan’a göç etti. Atina Üniversitesi’nde fizik, Kaliforniya Üniversitesi’nde film yapımcılığı okudu. Çalışmalarına Yunanistan’da televizyon programları yaparak başlayan Boulmetis, kariyerine yönettiği filmlerle devam ediyor.

“BAHARATIN TADI”
Boulmetis’in senaristliğini ve yönetmenliğini yaptığı “Baharatın Tadı”, çocukluğu İstanbul’da geçmiş Yunan astrofizikçi Fannis’in yemeklerden yola çıkarak kendisine hayat dersleri veren dedesi için yıllar sonra İstanbul’a dönüşünü konu alıyor. Filmle ilgili yaptığı açıklamalarda senaryonun kendi hikâyesini olduğunu belirten Boulmetis, “Baharatın Tadı” ile birçok ödül kazandı.


MICHAEL MOORE
Moore, 1954’te ABD’de doğdu. Bowling for Columbine (Benim Cici Silahım), Fahrenheit 9/11 ve Hasta belgeselleriyle tanındı. Moore’un belgesellerinde ısrarla üzerine gittiği ve eleştirdiği konuların başında küreselleşme, çok uluslu şirketler, sivil silahlanma, Irak Savaşı ve ABD’deki sağlık sisteminin çarpıklığı gelmektedir.

“BOWLING FOR COLUMBINE” (BENİM CİCİ SİLAHIM)
Moore’un yönetmenliğini yaptığı “Bowling For Columbine”, Columbine Lisesi’nde iki öğrencinin silahlı baskın yaparak ondan fazla öğrenci ve bir öğretmeni öldürüp intihar etmesi olayını çıkış noktası alıyor. Belgesel, sadece ABD’deki bireysel silahlanma sorununa değil, aynı zamanda emperyalizmin ürettiği şiddet kültürünü de eleştiriyor.
Belgesel, Oscar ve César ödüllerini kazanmasının yanı sıra tüm zamanların en çok gişe yapan belgesel filmleri arasından yer alıyor.


KEN LOACH
İşçi sınıfının yönetmeni olarak anılan Ken Loach, 1936’da İngiltere’de doğdu. Oxford’da hukuk okudu. Eğitimini tamamladıktan sonra aktörlük ve yönetmenlik yapmaya başladı. Filmlerindeki toplumsal eleştiriler ve sosyalist fikirlerle tanındı. 70’ler ve 80’ler boyunca filmlerini dağıtma zorluğu, politik sansür ve ilgi yoksunluğu gibi sorunlarla karşılaştı. Yaptığı fimlerde işçi sınıfının maruz kaldığı sistemin acımasızlığına karşı mücadelesini, kendilerine dayatılan sistem karşısındaki duruşunu ele aldı.
6 kez Cannes Film Festival’inde büyük ödül alan yönetmen, 90’lardan sonra, Hidden Agenda (Gizli Gündem), Raining Stones, Nikaragua’daki Sandinist hareketi işleyen Carla’s Song (Carla’nın şarkısı), İspanya iç savaşına katılmış bir İngiliz’in hikâyesi Land and Freedom (Toprak ve Özgürlük), Çaresizliğin umut ile harmanlandığı My Name is Joe (Benim Adım Joe), İngiltere’de demiryollarının özelleştirilmesinin demiryolu işçilerinin üzerindeki etkisini anlatan Navigators (Demiryolcular) gibi filmleri yönetti.
2012 yılında Torino Film Festivali’nde yaşam boyu onur ödülüne değer bulundu ancak Loach festivali düzenleyen Ulusal Sinema Müzesi’nde, işçilerin taşeron şirket aracılığıyla çalıştırılmasını ve güvencesiz düşük ücretle çalışmaya direnen işçilerin işten çıkartılmasını görmezden gelemeyeceğini açıklayarak ödülü reddetti.
 

“I, DANIEL BLAKE”
“Ekmek ve Güller”, “Yağmuru Bile” ve “İşte Özgür Dünya” filmlerinin de senaristi Paul Lacerty’nin senaryosunu yazdığı, Ken Loach’ın yönettiği film, Mayıs 2016’da ilk gösterimini yaptı. “I, Daniel Blake”, geçirdiği kalp krizinden dolayı doktordan çalışamama raporu olan ve işsiz kalan 59 yaşındaki hasta marangoz Daniel Blake’in hayatını odak noktasına alıyor.
Film, 2016 Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye Ödülü’nü aldı. Loach, ödül konuşmasında insanlara umut vermenin bir zorunluluk olduğunu belirttiği konuşmasında şöyle dedi: “Şu anda bir umutsuzluk döneminden geçiyoruz Böyle umutsuzluk dönemlerinde aşırı sağ avantajlı olur. Biz yaşlı insanlar bunun ne gibi sonuçlar doğurabileceğini biliriz. Buradan bir umut mesajı göndermeliyiz. Başka bir dünya mümkün ve gerekli.”


BAHMAN GHOBADİ
Yeni nesil İran sinemasının önde gelen yönetmenlerinden Bahman Ghobadi, 1969’da İran’da doğdu. Ghobadi, öğrenimi sırasında radyoda çalıştı, sinema eğitimi almak üzere Tahran’a gitti.
İran’ın Emir Kusturicası olarak da anılan Ghobadi, yaşadığı coğrafyanın acılarla ve çöple dolu olduğunu her fırsatta dile getirdi. Filmlerini çekerken de birçok engellemeler ile karşı karşıya kaldı. Bazen 1-2 yıl kadar çekim izni için çabaladığı bile oldu. 
Kaplumbağalar da Uçar filmiyle, Berlin Film Festivali’nden Barış Ödülü, San Sebastian Film Festivali’nden de Altın İstiridye En İyi Film ve Senaryo Ödülü dahil olmak üzere birçok ödül kazandı. Yine, Sarhoş Atları Zamanı filmiyle de Cannes Film Festivali Altın Kamera Ödülü’nü aldı.

“KAPLUMBAĞALAR DA UÇAR”
Irak-Türkiye sınırındaki bir Kürt mülteci kampında geçen “Kaplumbağalar da Uçar”, ABD’nin Irak’ı işgali ve Saddam’ın devrilmesi sürecinde savaşı çocukların gözünden ve onların hayatlarına odaklanarak anlatıyor.
Ghobadi, bu filmini, “diktatör ve faşistlerin politikalarına kurban edilen tüm masum dünya çocuklarına” ithaf etmişti.


FRANÇOIS RUFFIN
Gazetecilik yapan Ruffin, 1975’te Fransa’da doğdu. 1999’da “Fakir” isimli gazeteyi kurdu. Hiçbir siyasi sorumluluğa ve kapitalizm eleştirisine yer bırakmayan gazetecilik eğitimine karşı çıktı. Ruffin, araştırmacı gazetecilik çalışmalarında çok uluslu şirketlere odaklandı. Bu şirketlerin yöneticilerini sorgulamak üzerine teknikler geliştirdi.

“MERCI PATRON!” (TEŞEKKÜRLER PATRON!)
Fransa’da 2016’da yayınlanan belgesel, Ruffin’in ilk dönem gazetecilik çalışmalarının bir ürünü olarak ortaya çıktı. Fransa’nın sermaye devi LVMH (Louis Vuitton Moet Hennesy) holdinginin patronu Bernard Arnault’yu hedef tahtasına yerleştiren film, LVMH imparatorluğunun yalan, sömürü ve haksızlık üzerinde nasıl yükseldiğini anlatıyor.
Filmin halka açık gösterimlerinin ve gösterimler sonrası yürütülen tartışmaların ardından Fransa’da yeni iş yasasına karşı eylemlerin örgütlenmesinde büyük bir ivme yaşandığı söyleniyor. Film, Nuit Debout protestolarını ateşleyen önemli faktörlerden biri olarak görülüyor.


DZIGA VERTOV
1896’da Bialystok’ta doğan Vertov, lise yıllarında müzik eğitimi aldı. 1915’te Petrograd’a giderek avant-garde ve fütürist gruplara katıldı. 1918 yılı başında yazar Mikhail Koltsov’un isteğiyle Moskova Film Komitesi’nde yazar ve kurgucu olarak çalışmaya başladı. Yazın Komite’nin Belgesel Bölümü sekreterliğine getirildi.
Sinemada “sine-göz” akımının kuramcısı ve Kinoglazz Manifestosu’nun yazarı olarak tanınan Vertov, sinemada kurmacaya olan karşıtlığıtla bilinir. Dramayı “burjuvazinin elindeki bir afyon” olarak nitelendirdi. Kameranın işlevini, sadece görüntüyü kopyalayan değil, “gözün güçsüzlüğünün aşılması için bir araç” olarak tanımladı.
Dziga Vertov’un belgesel sinemaya yüklediği en önemli işlevlerden biri, Bolşeviklerin kendini halka anlatma ihtiyacını karşılamak. Zaten filmleri de ajit-tren denilen özel bir trenin ülkeyi baştanbaşa kat ettiği uzun yolculuklarda halkla buluştu.

“LENİN İÇİN ÜÇ ŞARKI”
1934 yapımı “Lenin için Üç Şarkı”nın müzikleri Şaporin’e ait. Vertov’un geleneksel halk sanatının örneklerinden de yararlandığı film, Sovyetler Birliği halklarının Lenin’i nasıl gördüğünü ve onun hakkında söylenen üç şarkıyı konu alıyor.
“Yüzyıllar geçecek ve bir gün insanlar atalarının memleketlerini unutacaklar ama Lenin’in adını hiç unutmayacaklar.” (Filmin sonundan)

ÖNCEKİ HABER

Kapitalizmde zaman

SONRAKİ HABER

Bir dilde söyleneni öteki dilde duyuranların kulübü: BÜÇEV

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa