Hukuk artık bir hükümet etme mekanizması
Serpil İlgün'ün Pazartesi konuğu Prof. Dr. Atilla Güney: 10 Ekim'in amacı toplumu pasifize etmekti, başarıldı.

Serpil İLGÜN
Üzerinden geçen bir yıl içimizi yaran büyük katliamının acısını, travmasını değil kapatmak, azaltmadı bile. Hepimizin barışla, hakla, hukukla, ölümsüz, yıkımsız yaşaması talebini haykırmak için 10 Ekim 2015 günü Ankara’ya gidenler dünyanın en zalim, en korkunç saldırısının hedefi oldular. Ankara’nın yurdun dört bir yanına dağıttığı acı ve travma, daha sonra ne yazık ki başka saldırılar, şiddet ve çatışmalarla sürdü, sürüyor...
Pazartesi röportajının bugünkü konuğu olan Mersin Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Atilla Güney de o gün oradaydı. “Travmasını atlatmış değilim” diyen siyaset bilimci Güney’le 10 Ekim’e, katliamın ardından yaşananlar üzerinden bakmak istedik. Barış mitingi neden hedef seçildi? Saldırı neden engellenemedi? 10 Ekim, Kürt illerinden Batıya, “yüksek yoğunluklu” şiddet ikliminin önünü açmada nasıl bir “işlev” gördü? Hükümet ve yargı 10 Ekim’i nasıl ele aldı?... Prof. Dr. Atilla Güney yanıtladı.
Röportajımızın fotoğraflarını çeken Mersin Muhabirimiz Cemil Uğur, gazetecilik yaptığı için şu an tutuklu. Arkadaşımıza selam ve sevgilerimizi iletiyoruz.
O gün siz de bir siyaset bilimci olarak barış talebi için Ankara’daydınız. 10 Ekim’in sizdeki yansımasını anlatmanızı rica ederek başlayalım…
10 Ekim’le ilgili tabii, bir kişisel olarak yaşadıklarım, tanık olduklarım, bir de 10 Ekim’in talepleri ve genel olarak katılanlar üzerinden bir değerlendirme yapmak gerekiyor.
Biliyorsunuz Türkiye, 2012 sonundan itibaren adına müzakere süreci denilen bir barış süreci yaşadı. Arkasından tek taraflı olarak bu müzakere masası devrildi ve Türkiye, 2015 Haziran seçimlerine doğru ve sonrasında çok hengameli günlerden geçti. 10 Ekim mitinginin temel amacı, tarafları yeniden müzakere masasına oturmaya davet etmekti. Haziran seçimlerinde HDP’ye Batıdan, özellikle Orta Anadolu’dan, Karadeniz’den gelen oyların büyük kısmı barış talebiyle verilen oylardı ve 7 Haziran sonuçları herkeste heyecan yaratmıştı. 10 Ekim işte bu heyecanın üzerine gelmişti.
Mitinge katılanların taşıdığı umut ve coşku açısından nasıl bir gözleminiz oluşmuştu?
Şöyle bir özelliği vardı 10 Ekim’in, belki Türkiye’nin son 10 yıldır görüp görebileceği en katılımlı ve coşkulu mitingi olacaktı, eğer yapılabilseydi. Sadece emek demokrasi güçlerinin örgütlediği ve onların üyelerinin katıldığı bir eylem olma ötesinde, bireysel olarak katılımların da olduğu bir eyleme doğru gidiyordu. Sabah, patlamadan önceki izlenimlerim bu yöndeydi. Geniş bir halk katılımı vardı. Türkiye’nin birçok kentinden çok ciddi, coşkulu bir katılım vardı. Bu açıdan da Türkiye halklarının barışa ne kadar sahip çıktığını, barışın yeniden görüşülmeye başlaması yönündeki talebinin ne kadar güçlü olduğunu gösteren de bir mitingdi, eğer yapılabilseydi.
‘Bir barış mitingi neden hedef seçilir’ sorusuna bugünden baktığınızda nasıl yanıt verirsiniz? Zira, 10 Ekim arkasından yapılan 1 Kasım seçimleri, şiddetini artıran savaş, devam eden bombalı saldırılar, 15 Temmuz darbe girişimi derken, bugün muhalif televizyon ve radyoların kapatıldığı, KHK’lerle idare edilen bir Türkiye’ye varıldı. 10 Ekim katliamı bu örüntünün gelişiminde nasıl bir ‘işlev’ gördü?
Yapılan katliam tek başına 10 Ekim buluşmasına yönelik bir eylem miydi? Bunu elimize daha somut veriler geçtikçe daha iyi analiz edebileceğiz ama sadece 10 Ekim değil, özellikle müzakere masasının devrilmesinden sonra belirttiğiniz gibi arka arkaya gelen saldırıları düşünmek gerekiyor.
Terörün doğrudan siyasi bir takım mesajları olabilir, bu ayrı bir tartışma konusudur ama terörün en temel iki hedefi vardır: Bir, korku yaymak. İki, kitleler üzerinde ciddi bir travma etkisi yaratmak. Bence bu anlamıyla 10 Ekim katliamı hedefine ulaştı çünkü ciddi bir travma bıraktı Türkiye toplumunun üzerinde. Sadece orada hayatını kaybedenler, yaralananlar, onların akrabaları, dostları üzerinden, sadece o eyleme benim gibi katılan fakat sağ kurtulanlar üzerinde değil, olanı biteni gazete ve televizyonlardan izleyen halk üzerinde de izleri uzunca bir süre sürecek ciddi bir travma yarattı. Hala da bu travma bende devam ediyor. Bu tür eylemlerin yapılış amaçlarından bir tanesi de budur zaten. Kitleleri pasifize etmek, onları travmatik bir hale sokmak. Temel amaç bence buydu. Gerçekten de sonrasında yapılan mitinglere, eylemlere baktığımızda katılımın ciddi oranda düştüğünü gördük.
Dolayısıyla, 10 Ekim’in önemli etkilerinden biri sokak muhalefetini zayıflatmak oldu...
Evet. Korku ve travma en çok kimin üzerinde yaratılır? 10 Ekim eylemine katılan kitlede olduğu gibi, toplumun sorunlarına duyarlı olan, bu anlamda da gerek mensubu olduğu sendikasıyla, partisiyle, gerekse bireysel olarak tepkisini gösteren insanlar üzerinde etkili olur. Korku ve travmanın arkasından gelen şey de muhalefeti susturmak. Bu amacına da ulaştı zaten.
Katliamın hukuki sürecinin buna katkısı için ne söylersiniz? Aylar sonra hazırlanan iddianameye bakılırsa birkaç IŞİD’liden başka sorumlu yok. Katliamın yargı ayağının da korku ve travmayı perçinlediği tespitine katılır mısınız?
Baktığımızda katliamın arkasından başlatılan hukuk süreci, iddianamenin neredeyse 9-10 ay sonra hazırlanmış olması, iddianamede bu terör eyleminin nedenlerinin, kimler tarafından yapıldığının ciddi biçimde sorgulanmaması; katliamın siyaset tarafından, hukuk tarafından sorgulanması sürecinde yaşananlar... Evet tüm bunlar da travmanın sürdürülmesinde ve muhalefetin susturulmasında çok etkili oldu. Şunu da belirtmek istiyorum; biliyorsunuz yaşadığımız günleri sık sık 90’lı yıllarla karşılaştırıyoruz. Ama bugün hukuk öyle bir hale geldi ki, hukuk artık bir adalet mekanizması olarak kullanmanın ötesinde, bir hükümet etme mekanizması haline getirildi.
Somutlar mısınız?
Kastım şu; hukuk aracılığıyla muhalefet susturulmaya çalışılıyor. 10 Ekim’den bu yana yaşadıklarımıza bakın, biz 10 Ekim eylemine katılanlar ve oradan sağ kurtulanlar kentlerimize döndüğümüzde bu eylemi protesto etmeye kalktığımızda yargılandık. Bu, hukuku ya da adalet mekanizmasını işletme değil, hukuk üzerinden hükümet etme durumudur. Kitleler üzerinde, muhalefet üzerinde bir hüküm kurma, topluma ayar verme, muhalefeti dizayn etme, travmalarını dizayn etme mekanizmasıdır. Sadece 10 Ekim değil, işte Hrant Dink davasına bakın, Tahir Elçi davasına, 90’lardaki Uğur Mumcu ve diğer aydın, bilim insanı davalarına veya Sivas katliamı davasına veya Soma katliamı davasına bakın. Hiçbir sonuca ulaşamıyorsunuz. Bu da toplumsal muhalefet üzerinde ciddi bir pasifizasyon yaratır.
Hukukun yönetme aracı olarak kullanılmasının son örneğini televizyon ve radyoların kapatılmasında da yaşadık...
Doğru. Tüm bu uygulamalar sonucunda artık sadece toplumsal sorunlara duyarlı insanların değil, ortalama vatandaşın da hukuka inancı kalmadı. Çünkü dediğim gibi hukuk artık bir adalet mekanizması olarak çalışmıyor. Hukuk bir hükümet etme biçimi haline getirildi.
Hukukun araçsallaştırıldığına uzun zamandır dikkat çekiliyor ama durum, özellikle 15 Temmuz sonrasındaki uygulamalarla giderek ‘normalleşmeye’, rutin hale gelmeye başladı, ne dersiniz?
Tabii, bu Türkiye’de epey zamandır var. 17-25 Aralık’ı düşünün, Ergenekon-Balyoz operasyonlarını düşünün, MİT TIR’larını düşünün... Yargının sulandırılması, gayri ciddileşmesi sadece yargıya, hukuka olan güvenin zedelenmesi gibi bir sonuç doğurmuyor aslına bakarsanız, bu zaten Türkiye’de epey bir zamandır var. Benim ısrarla vurguladığım şey, 10 yıla yakın bir zamandır hukuk mekanizmasının başka bir biçimde, tam da bir yürütme organı gibi, bir kolluk kuvveti gibi çalışıyor olması. Artık ortalama bir sendika üyesi, bir öğretmen, bir doktor, toplumsal duyarlılığı olan bir insan, örgütünün aldığı bir kararla ya da bireysel olarak tepkisini dile getirmeye korkuyor. Kimden korkuyor, hukuktan korkuyor.
İnsanlar otosansür uygulamaya başladı, artık sosyal medyada yazacağınız şeylere dikkat ediyorsunuz. Bırakın yazmayı, paylaşacağınız şeylere dikkat ediyorsunuz. Ben aynı zamanda barış için imza veren akademisyenlerdenim, benim Mersin’de üç arkadaşım şu anda facebook paylaşımları nedeniyle, üstelik gazetelerde çıkan haberleri paylaştıkları için yargılanıyorlar. Üstelik kendilerine ait herhangi bir yorum yok, hükümete dair yazdıkları eleştirel bir yazı yok, sadece muhalif gazetelerde çıkan hükümetin uygulamalarına dair haberleri paylaştıkları için yargılanıyorlar. Hükümet etmek dediğim şey tam da böyle bir şey.
GEÇMİŞ İLİŞKİLERİ, AKP’NİN DARBE MAĞDURLUĞU KONUSUNDA MEŞRUİYETİNİ SORGULATIYOR
Tüm bu antidemokratik uygulamaları daha da artıran 15 Temmuz darbe girişimini ve AKP’nin darbeye yaklaşımını nasıl değerlendiriyorsunuz?
15 Temmuz darbe girişiminin çok tuhaf bir özelliği var, bugüne kadar darbe yapanlar arkasından kendilerini meşrulaştırma mekanizmasını çalıştırmaya başlarlar, yani darbeyi haklı göstermeye çalışırlardı. Başarısız olan 15 Temmuz darbesinden sonra ise, darbeye maruz kaldığı söylenen siyasal iktidar kendisini meşrulaştırma gayreti içinde.
Buna neden gerek duyuyor?
Çünkü darbe girişiminde bulunanlarla iktidarın geçmişte kurduğu siyasal ve ekonomik ilişkiler, AKP iktidarının darbeye maruz kalma mağduriyetini ciddi biçimde sorgulanır hale getiriyor. Sadece FETÖ’ye mensup oldukları iddia edilen öğretmenlerin ve kamunun diğer kurumlarında çalışan memurların tasfiyesinin hemen ardından KESK’e, Eğitim Sen’e yönelik tasfiyeler de meşruiyeti ciddi sorgulatır hale getiriyor.
İktidarın darbe mağdurluğu konusunda meşruiyetini sorgulatan ayaklardan biri de OHAL ilanı. CHP’si, MHP’si, HDP’si size destek vermişken, OHAL’e gerek duymadan bu işi çok daha hızlı ve sağlıklı halledebilirsiniz. Ama iktidar ne hikmetse bu yola girmiyor. O zaman toplumun kahiri ekseriyetinde, ‘Demek ki AKP, darbe girişiminde bulunanlar ve destek verenlerinin dışında, kendisine karşı gördüğü diğer toplumsal muhalefet odaklarını sindirmek, bertaraf etmek istiyor’ gibi bir algı oluşuyor.
Yine çıkarılan KHK’lere baktığımızda şu önemli icraatı görüyoruz; darbeden önce de sıkça gündeme getirdikleri kamu yönetiminde reform, devlet memurluğu kanunun tasfiyesi ve kamuda esnek çalıştırmaya geçiş ve taşeronlaştırmayı kamuya kadar yayma! Bunlar normal siyasal koşullar içinde yapılamayan şeylerdi. Şimdi OHAL koşullarında toplumsal muhalefetle karşılaşmaksızın yapıyorlar. Meşruiyetin sorgulanmasının üçüncü sebebi de şu; evet, mağduriyet edebiyatı yapmaya devam ediyorlar, ancak hem iç kamuoyuna, hem uluslararası kamuoyuna iktidara geldikleri günden bu yana FETÖ ile giriştikleri siyasi ve ekonomik ilişkilerin hesabını vermekten imtina ediyorlar. Kendilerinin dışındaki bütün örgütleri içlerindeki FETÖ unsurlarından temizlemeye çağırıyorlar fakat AKP’yi sorgulamaya kalktığınızda, deyim yerindeyse topu taca atıyorlar.
SAVAŞIN SINIFSAL BOYUTUNU GÖZDEN KAÇIRIYORUZ
Hükümetin 10 Ekim katliamı karşısındaki tutumu da tartışılmıştı biliyorsunuz. Daha sonra saldırının göz göre göre geldiğine ilişkin pek çok bilgi, belge yayınlandı. Hükümet bu saldırıyı neden engelleyemedi?
Hükümetin saldırıdan haberi vardı yoktu ya da emniyet güçlerinin haberi vardı gibi iddialar, büyük iddialar. Bu konuda elimizde bir veri olmadığından söyleyeceğimiz şeyler çok duygusal ve spekülatif olacak ama yine kendi gözlemlerimden şu kadarını söyleyeyim; ben Eğitim Sen ve KESK üyesi bir bilim insanıyım. Ankara’da yapılan tüm eylemlere olanaklarım elverdiği ölçüde katılmaya çalışırdım. Biz her zaman bulunduğumuz kentlerden yola çıktığımız andan itibaren emniyet güçleri tarafından tacize uğrardık. Kent çıkışlarında uğrardık, mola verdiğimiz yerlerde kimlik kontrolleri, otobüs aramaları vs yapılırdı. Ankara’ya girerken de uzun bekleyişler yaşatırlardı. Fakat 10 Ekim günü çok enteresan bir biçimde biz garın önüne gelene kadar tabiri caizse bir zabıtayla bile karşılaşmadık. Hatta bu nedenle aramızda espriler yaptık. Sadece Ankara Adalet Sarayı’nın önünde Sıhhiye Meydanı’na girişte kontrol noktaları vardı. Onları da patlamadan sonra o yöne doğru yürürken fark ettim. Dolayısıyla bu akılda birtakım sorular bırakıyor. 10 Ekim’i ve arkasından gelen diğer saldırıları topyekün düşündüğünüzde Ankara katliamı, barış sürecine geri dönülmesini ya da Türkiye’de kurumsallaşmış bir toplumsal barışın sağlanmamasını isteyen kesimler tarafından tasarlanmış olmasa bile, coşkuyla karşılanmış bir eylem olduğunu düşünüyorum. Bakın biz genellikle şöyle bir hataya düşüyoruz; barış isteyenler ve savaş taraftarları arasında ayrım yaparken sanki bir tarafta gerçekten iyi niyetle barış isteyenler, öbür tarafta kötü niyetle savaş isteyenler varmış gibi düşünüyoruz ama işin sınıfsal boyutunu gözden kaçırıyoruz.
Nasıl?
Öncelikle kişisel olarak hiçbir zaman başlatılan “çözüm sürecinin” en azından başlatılış ve sürdürülüş biçimi itibariyle barışla sonlanacak bir müzakere süreci olmayacağı kanaatinde olduğumu belirtmek isterim. Diğer yandan, Türkiye’de devlet ve örgüt çözüm konusunda anlaşmış olsaydı bile kişisel kanım odur ki, Türkiye’de toplumun belli sınıflarında buna ciddi bir muhalefet gelişecekti. İşte Kolombiya’da gözlemlediğimiz şey tam da buna örnektir. Kolombiya hükümeti ve gerillaların çok uzun, çetrefilli ve ciddi bedellere mal olan çatışmaların ardından barış masasına oturmalarının ve imzalamalarının arkasından referandumda ret çıkması, üzerinde ciddi ciddi konuşmamız gereken bir şey. Bakın Türkiye’de 50 yıla yakındır bir savaş devam ediyor ve bir savaş ekonomisi oluşmuş durumda. Burjuvazinin belli bir kesimi bu savaştan yarım yüzyıldır çok ciddi nemalanıyor.
BAŞKANLIĞA ŞU AŞAMADA GEREK YOK
Şu günlerde yeni anayasa çalışmaları nedeniyle yeniden tartışılan başkanlık sistemi meselesinde neler söylersiniz? Başkanlık yakın zamanda karşımıza gelir mi?
Öncelikle, başkanlık tartışmalarının Cumhurbaşkanı ve Hükümet tarafından kamuoyunun gündemine oturtulduğu günden bu yana bunun siyasi gündemi belirlemeye dönük bir tartışma olduğunu düşündüğümü söylemeliyim. Zaten darbe girişiminden önce de fiili olarak Türkiye’de kendi anladıkları bir başkanlık rejimi uygulanıyordu. Darbe girişimi öncesinde nasıl fiili bir başkanlık varsa, özellikle müzakere masasının devrilmesinden sonra Türkiye’de fiili bir OHAL’de vardı. Parlamento zaten uzunca bir süredir bypass edilmiş durumda. Bunu unutmamak gerekiyor. Haziran seçimlerinin sonuçlarının beğenilmeyerek iptal edilmesi, tekrardan 1 Kasım’da seçime gidilmesi de bir siyasi darbeydi ve bugün Hükümetin ve iktidar odaklarının çok sıkça belirttiği milli irade ya da egemenliğe, halkın iradesine karşı bir darbeydi bu. Parlamento Kasımdan bu yana neredeyse filli olarak zaten çalışamaz durumda. Meclisteki çoğunlukları nedeniyle istedikleri yasayı hızlı biçimde, tıpkı bugünkü KHK’ler gibi zaten geçiriyorlardı. Dolayısıyla ben seçim ya da referandum yoluyla başkanlık sistemine geçiş gibi bir gündemimizin epeyce bir süre olmayacağını düşünüyorum. Çünkü şu aşamada gerek yok.
FAŞİZM, KÜÇÜK BURJUVA SINIFI DESTEKLİ OLARAK YERLEŞTİRİLMİŞ BİR HALDE
Türkiye’deki demokrasi güçlerinin şiddet ve baskı iklimine müdahale çabaları sürüyor ancak etkisi sınırlı kalıyor. Toplumsal muhalefetin güçlenip etkinleşmesinin yol ve yöntemleri üzerine neler söylersiniz?
Türkiye’deki muhalefetin, özellikle de sol muhalefetin yapısal, tarihsel bir takım sıkıntıları var. Bunların başında da bölünmüşlüğü geliyor ve bunlar bir kere sinerjiyi öldüren bir şey. Güç birliği yapmaya çalıştığımızda, hepimizin karşı karşıya olduğu bu devasa anti demokratik uygulamalar karşısında çok sorgulanmaması gereken, geçici olarak parantez içine alınması gereken nedenleri o kadar büyütüp sorunsallaştırıyoruz ki, bu güç birliklerini bir şekilde kuramıyoruz. İşin bir bu yönü var. İkinci olarak da, genel olarak Türkiye’nin içinde bulunduğu toplumsal durumdan da kaynaklı bir yılgınlık var. Türkiye’de şu anda bir faşizm var. Ben faşizmi bir siyasal rejim, bir otoriter, totaliter rejim biçimi olarak tanımlamıyorum. Bir toplumsal ruh hali, bir yaşam biçimidir faşizm. Ve Türkiye’de bu, büyük oranda küçük burjuva sınıfı destekli olarak yerleştirilmiş bir halde. Bu da geleceğe yönelik kişisel olarak beni kaygılandırıyor.
Barış imzacısı olduğunuz için Mersin Üniversitesi tarafından siz ve imzacı arkadaşlarınız hakkında başlatılan idari ve adli soruşturmalarda son durum ne?
Mersin Üniversitesi’nde barış bildirisini imzalayan 23 akademisyenden 9 arkadaşımızın işine son verildi rektörlük tarafından. Sözleşmeleri yenilenmedi. Bunun dışında benimle birlikte 5 kişi farklı davalardan yargılanıyoruz. İki arkadaşım facebook paylaşımları nedeniyle yargılanıyorlar. Bir arkadaşımız ise Gezi döneminde paylaştıklarından dolayı hala yargılanıyor. Yani o kadar komik, o kadar irasyonel, o kadar akla hayale sığmaz davalar ki bunlar, hukuk üzerinden hükmetme derken tam da bunu kast ediyordum.
(Fotoğraflar: Cemil UĞUR)
Evrensel'i Takip Et