Suriye, işçi mücadelesi ve yoksulluk
Halep’te yaşananlar Britanya parlamentosunda tartışıldı. Almanya’da yoksulluk artıyor. Fransa'da işçi temsilcilerinin temyiz mahkemesi var.
Bu hafta Britanya’nın gündeminde Brexit, İskoçya’nın bağımsızlık referandumu talebi ve sterlininin değer kaybı vardı. Yeni Başbakan Theresa May, Brexit müzakere sürecinin Mart ayında başlayacağını açıkladı. Ama ülkedeki çalkantılı süreç uzun süre devam edecek gibi görünüyor. Yanı sıra Halep’te yaşananlara Britanya’nın nasıl yaklaşması gerektiği konusu parlamentoda tartışılıyor. Ancak milletvekillerinin Irak, Libya ve Suriye’den hiçbir ders çıkarmadığı yaşanan tartışmalarda bir kez daha görülüyor.
Almanya’da gündem, mülteciler ve terör tartışmaları arasında gibi görünse de en önemli konulardan biri yoksulluğun artması. Çeşitli kurumlardan art arda zenginlik-yoksulluk raporları geliyor arcak bu konu bir türlü ülkenin ana gündemleri arasına giremedi. Zaman zaman konuya el atanlar da sorunu mültecilerin gelmesiyle başlamış gibi ele almayı, bir iç sorun değil dışarıdan getirilen bir sorun gibi tartışmayı tercih ediyor. Halbuki yoksulluk toplumun alt kesimlerinde yaşayan gençler, kadınlar ve yaşlılar arasında Alman-göçmen- mülteci ayrımı yapmadan hızla yaygınlaşıyor. Freitag gazetesindeki bir analizde yoksulluğun başka bir yüzü, sağlık alanına yansıması, ele alınıyor.
Fransa’da fabrikalarının kapanmaması için mücadele eden Goodyear işçileri, 30 saat boyunca fabrikanın iki beyaz yakalı çalışanını alıkoyunca, mahkeme Ocak 2014’de 8 işçi önderini 9 ay hapis cezasına çarpmıştı. İktidara geldiği 2012’den itibaren her türlü toplumsal mücadeleye karşı savaş açan sözde “solcu” hükümet, işi ve aşı için mücadele eden işçilere bir mesaj vermek istiyordu. Air France işçilerinin, insan kaynakları müdürünün gömleğinin yırtılması davasında da görüldüğü gibi Hollande ve Valls Hükümeti, kendi çizgilerine yakın olmayan sendikaların mücadelelerini kriminalize etme konusunda kararlı.
Özellikle de CGT (Genel İş Konferedasyonu) sendikasına karşı ciddi bir savaş açmış durumdalar. El Khomri adı verilen yeni iş yasasına karşı mücedele sırasında estirilen polis terörü ve sendikanın terörist ilan edilmesi bunun en somut örneği oldu.
19 ve 20 Ekim’de 8 Goodyear işçileri temyiz mahkemesine çıkacaklar, bu vesileyle CGT sendikası tüm işçileri mahkeme önünde düzenlenecek mitinge davet etti ve ülkenin 4 köşesinden otobüs kaldırma kararı verdi.
BİRLEŞİK KRALİYET SURİYE KRİZİNE NASIL YAKLAŞMALI?
Lindsey GERMAN
The Guardian
Halep’teki yıkım devam ederken The Guardian gazetesinin aracılıyla ünlü ismiler bu konuyu tartıştılar. Uçuşa yasak bölge etkili olur mu veya barış anlaşması Rusya ve Suriye’nin masada olduğu koşulda mümkün olur mu gibi sorular ele alındı ve ‘Birleşik Kraliyet, Suriye krizine nasıl yaklaşmalı?’ sorusu soruldu. Bunun cevabı daha fazla savaş olmamalı.
Avam Kamarası’nda (Britanya Parlamentosu) savaş meselesi her tartışıldığında sanki bu konu hiç önceden tartışılmamış gibi davranılıyor. Bu hafta Salı günü yine savaş tartışıldı ve aynı tavır devam etti. Tartışmalara bakılınca milletvekilleri daha üç ay önce, savaşla ilgili üç ayrı raporu parlamentoda konuşmamış gibi yaklaşıyor. Chilcot gibi resmi bir rapor ve parlamentoda görevlendirilmiş komite Libya ve Suriye ile ilgili eski başbakanlara; Tony Blair ve David Cameron’a ağır eleştiriler getirmişti. Parlamentonun sevinçle karşıladığı işgalleri bu raporlar ağır bir şekilde eleştirdi ama Salı günü parlamentoda yaşanan tartışmalar bunları hiç kayda almıyor gibi.
Her savaş planı yapıldığında bizlere müdahalenin gerekli olduğu söyleniyor. Halep’te insanların yaşadığı acıyı durdurmak için daha fazla savaş, daha fazla füze saldırısı, daha fazla askeri müdahale olmamalı. Uçuşa yasak bölge askeri müdahalenin bir parçası ve işgalin parçası. Libya’daki hava saldırılarının kaynağı ve başlangıcı uçuşa yasak bölge oldu, 30 bin insan hayatını kaybetti, 5 yıl geçti ve iç savaş halen devam ediyor. Bunların hepsi Halepliler için daha fazla acı ve sefalet demek. Ülkenin durumu şu an gördüğümüzden daha kötü olma riski taşıyor.
Geçenlerde Dışişleri Bakanı Boris Johnson, Rus elçiliğinin önünde eylemler yapılması gerektiğini söyledi. Bu tarz yaklaşım Oxford Üniversitesinin tartışma salonlarında iyi bir karşılık bulabilir. Ama benim fikrim bu tür açıklamalarla, Halep’teki insanların acısını paylaşanları böyle bir çağırıyla eyleme geçirmenin mümkün olmayacağı. Kamuoyu, peş peşe gelen ve hüsranla sonuçlanan savaşlara haklı olarak kuşkuyla bakıyor. Bu bölge Rusya, Suriye, ABD, Türkiye, Birleşik Kraliyet ve Suudi Arabistan tarafından bombalanıyor, ama Boris Johnson bu komplike ve tehlikeli savaşın sorunlarını çözmek için pek bir şey yapmıyor.
Halep’teki insanlara yardım etmek istiyorsak bütün saldırıları kınamamız gerek, acil bir ateşkes ve dışardan gelen tüm müdahalenin çekilmesini talep etmeliyiz. Suriyeli tüm mültecilerin Avrupa’ya girişini de talep etmeliyiz ve Avrupa hükümetleri mültecilere yönelik insanlık dışı muamelesini derhal sonlandırmalı.
(Çeviren: Çağdaş Canbolat)
YOKSULLUK ÖLDÜRÜCÜ OLABİLİR
Fred-Jürgen BEIER
Freitag
Almanya’da unutturulmaya çalışılan zenginlik-yoksulluk tartışması sevindirici şekilde yeniden sürdürülmeye başlandı. Ancak bu tartışmanın karanlıkta kalan bir yanı var: Zenginlerle yoksullar arasında sağlık ve yaşam süresi farklılığı! Bilim insanları zengin sanayi toplumlarında yoksulların sağlıklarının zenginlere göre çok kötü olduğunu ve onlardan oldukça erken öldüklerini çoktan kanıtladı halbuki. Ve bu fark giderek de artıyor üstelik.
Robert-Koch Enstitüsü geçen yıl Almanya’da Sağlık adlı bir rapor yayınladı. Rapora göre yoksul kadınlar zengin kadınlara göre 8 yıl erken ölüyor. Erkeklerde bu fark 11 yıl. Bu sonuç Almanya’nın tümünü içeriyor. Dünyanın en zengin ülkelerinden biri olan Almanya’da zenginler geç ölürken yoksullar erken ölüyor kısacası...
Toplumsal eşitsizlik başka hiçbir alanda bu kadar açık ortaya çıkmıyor. Sözkonusu olan bir kişinin yeni bir otomobil satın alıp alamayacağı değil, kapısının önünde ne zaman cenaze arabasının duracağı. Sağlık hizmeti verilen bir kişiye sosyal durumunun sorulmaması gerektiği konusunda hemfikiriz. Ancak yoksul birinin oldukça erken ölmesini kader diye geçiştirmekte de üstümüze yok...
Neden böyle yapıyoruz? Neden demokratik biçimlendiği söylenen bir toplumda yoksulluk nedeniyle yaşam süresinin böylesine kısalması politik bir konu yapılmıyor? Geçen yıllarda toplumsal sağlığın düzeltilmesi için uygulamaya sokulan önlemler iyi niyetli girişimler ama maalesef kaplumbağa hızıyla iş görüyorlar.
Toplumsal durumları kötü olan mağdurlar politikaya yeterli baskı yapamıyorlar. Günü nasıl kurtaracaklarıyla uğraşıyorlar. Ayın sonunu nasıl getirecekleri, çocuklarını nasıl doyuracakları öncelikli sorunları. Gelecek için kafa yormak, zorlu günlük mücadelelerinde olmayan boş zaman ve sakin kafa gerektiriyor.
Hastalık ve ölüm Almanya’da da bireysel alın yazısı olarak algılanıyor. Sınıfsal kadere ters düşen örnekler öne çıkarılıyor, örneğin yoksul ama sağlıklı birinin çok zengin ama kansere yakalanmış birinden mutlu olduğu; hangi sınıfa, katmana mensup olurlarsa olsunlar insanların en az 80 yaşına kadar yaşayabildikleri ile avunuluyor.
İstatistikler de düzenli olarak sakinleştirici etkisi yapan sayılar sunuyorlar: Örneğin Almanların yaşam süresi daha da uzadı. Bugün doğan bir kız çocuğunun 83, erkek çocuğunun 78 yıllık bir yaşam sürdüreceği gibi... Son 30 yıl içinde yaşam süresi 7 yıl arttı. Ortalama rakamları aşmak ise sosyal duruma bağlı. Zenginlerin yaşam süresi sürekli artarken, yoksulların yaşam süresi sürekli azalıyor.
Halk sağlığı araştırması, sağlıkla toplumsal durum arasındaki bağı araştıran küçük bir bilim dalı. Kamuoyunda sağlık konusunda genel bilgiler veren ve hastalıklardan nasıl korunacağını; gelir, yaşam farkı gözetmeden açıklayan sağlık bilimi olarak tanınır. Kimse uzun süreli işsizin, üç, dört vardiya çalışan işçinin, evden çıkamayan veya bir işten diğerine koşan kadının sağlığının nasıl korunacağına kafa yormaz. İşte halk sağlığı araştırmasının hedefi budur, toplumsal farklılığı, yaşam, çalışma koşullarını dikkate almak, bunların yol açtığı hastalıklar, erken ölümler için çözüm önerilerinde bulunmak!
Daha sağlıklı yaşam tarzı ve daha sağlıklı yaşam koşulları, eğitim, toplumsal durum, var olan maddi kaynaklarla iç içedir. Bize empoze edildiği gibi en fazla kalp krizi riski olanlar menejerler değil, akar bantta çalışan vardiyalı işçi ve toplumsal zorluklar içinde yaşayan uzun süreli işçidir. Klasik risk faktörleri olan sigara, yüksek tansiyon, şişmanlık, sınıf ve katman farkı olmadan herkes için geçerlidir ama zenginler açısından bunlara karşı mücadele etme şansı/ maddi koşulları çok daha yüksektir. Yoksullukla boğuşanların yaşadıkları stres kadar sağlık bozan bir şey yoktur.
Ne yapmak gerekir? Maddi durumla sağlık arasındaki ilişkiyi tüm açıklığıyla ortaya koyacak araştırmalara ihtiyacımız var. Hastalık nedenleri ve çözüm stratejileri üzerine kafa yormamız zorunlu.
Ancak bilimsel sonuçlar pratikte uygulanmadıkça bir işe yaramaz. Bebeklikten itibaren fırsat eşitliği sağlayacak koşullar yaratılmalı. Okul sistemi, parası olanın başarılı olacağı, toplumsal sistem de yoksulluğun miras olarak bırakılacağı durumdan çıkarılmalı. Yoksullar, kendi aralarında kalacakları, her şeyi kadere bırakacağı gettolardan, ilişkilerden kurtarılmalı. Dayanışma temelinde yaşanacak bir sistem, tabi ki sağlık sistemi de, oluşturulmalı.
Kısa süreli ve göz boyamaktan öte gitmeyen ulusal önlem planları yerine yaşam koşullarını dikkate alan, herkesi sigortalı yapan, sigortalı hastalara da sağlık hizmetlerinden eşit yararlanmayı sağlayan, yoksulu, göçmeni dinleyen, kültürel ve sınıfsal farklılıklara göre çözüm üreten, öneren bir sağlık sistemi kurulmalı.
Sağlık sisteminin perestroykaya ihtiyacı var ama yoksullarla değil yoksullukla mücadeleyi esas alan bir politika olmadan perestroyka da işe yaramaz.
(Çeviren: Semra Çelik)
AMIEN GOODYEAR İŞÇİLERİNE HAPİS CEZASNA HAYIR
Cyprien BOGANDA
Humanite dimanche
Haber, 12 Haziran’da bir bomba gibi düştü. Amien şehrindeki Goodyear fabrikasının eski 8 işçisine, 2014 yılı başında işyerlerinin 2 yöneticini alıkoymaktan dolayı 9’u hapis cezası olmak üzere 24 ay ceza verildi. Fabrikada çalışan bin 143 işçi işyerlerinin kapatılmasının tedirginliğini yaşarken ve öfkelerin arttığı koşullarda üretim müdürü ve insan kaynakları müdürü 30 saat boyunca fabrikada alıkonulmuşlardı. Hiçbir türlü şiddete maruz kalmamışlar, ve bunu kendileri de kabul etmişlerdi. […] Mahkemenin ocak ayında verdiği hapis cezasını Sosyalist Partinin solunda bulunan tüm siyasi parti ve örgütler tepkiyle karşılamış fakat hükümet, kadın hakları bakanı Pascale Boistard’ın twitterden yaptığı bir açıklamasının dışında sessiz kalmayı tercih etmişti.[…]. Mahkemenin kararının siyasi boyutu o kadar açık ki, karar çok uluslu tekelin davacı olmadan vazgeçip mahkemenin devam edip etmemesini Adalet Bakanlığına bağlı olan savcının sorumluluğuna bırakmasından sonra verildi. Ceza verilmiş işçilerden olan Reyrald Jurek, ısrarla cezalandırılmanın niyetini iki cümlede şu şekilde özetliyor: “Hükümet bizi bir karşı örnek yaparak işçilere şu mesajı vermek istiyor; eğer işinizi korumak için mücadele vermek istiyorsanız dikkat edin, size işte böyle süründürürüm.”
François Hollande’ın cumhurbaşkanlığı, sendikal mücadelenin kriminalize edildiği bir dönem oldu: Air France işçilerinin gömlek yırtması davasından tutun da el Khomri’ye karşı mücadele edenlerin yoğun bir şiddete maruz kalmasına kadar sendikacılar büyük baskılar yaşadılar. Fakat Goodyear davasının, verilen cezalar göz önünde bulundurulduğunda, ayrı bir niteliği var. Fransa tarihinde işini savunan işçilerin bu kadar ağır cezalandırılmasının çok nadir örnekleri vardır. Amien de verilen cezalar kadar ağır ceza örneklerini bulmak için, Fransız işçi sınıfın tarihçisi Michel Pigenet’ye göre ta 1948’de maden işçilerin grev örneğine kadar gitmek gerekiyor. O dönem “kömür yüzlü işçilerin” grevini kırmak için hükümet orduyu göndermişti ve işçiler inanılmaz bir şiddete maruz kalmıştı. Michel Pigenet’ye göre “yapılan araştırmalara göre o dönem 1073 işçi cezaya çarpıtılmış, bunların yüzde 10 ise 1 yıldan daha düşük hapis cezalarına çarpıtılmışlardı”.
Amien duruşmasında olduğu gibi Air France duruşmasında da işçilerin sözüm ona başvurduğu bir şiddet yine hükümete yakın odaklar tarafından uzun uzun kınandı. Fakat kendilerinin başvurduğu ve sonuçları açısından çok daha kaba ve dramatik sonuçlara yol açan sosyal şiddeti görmemezlikten geliyorlar. Amien fabrikasının kapanması 1143 işçiyi işsizliğin pençesine itti. Çok uluslu tekelin verdiği verilere göre bu 1143 işçiden sadece 250’si iş bulabilmiş. Her zaman olduğu gibi bu işten atmalar büyük dramlara yol açtı ve açmaya devam ediyor. CGT İşçi Temsilcisi Evelyne Becker, mahkeme kararının açıklanmasından sonra bu işçiler içerisinde boşanma oranlarının arttığına dikkat çekiyordu. Daha da kötüsü fabrikanın kapanmasından bu yana bu işçilerin 12’si ölmüş. Bunlardan 9’u hastalıklardan dolayı hayata göz yumarken… diğer 3’ü ise intihar etmiş… Peki, bu şiddetin hesabını kim verecek?
(Çeviren: Deniz Uztopal)