16 Ekim 2016 10:25

Foti BENLİSOY

I.
“Olağanüstü hal savaş, devrim veya başka felaketlerle ortaya çıktıysa, hüküm süren prens başından itibaren diktatoryal bir iktidar uygulamaya yazgılıdır” diye yazar Walter Benjamin. 1940’ların hemen başında kaleme alınmış bu satırları günümüzün Türkiye’sine tercüme edersek: AKP iktidarını mümkün kılan dahili ve harici ittifakların çözülmesinin (darbe girişimiyle ortaya çıktığı üzere) devletin kurumsal mimarisini kırılganlaştırması, ancak “diktatoryal” yöntemlerle telafi edilebilir. Bizdeki “olağanüstü hali” ortaya çıkaran, devletin kurumları ve personeli arasındaki iç savaşın ve hâkim sınıf içi fraksiyonlaşmanın iktidar bloğunu çatırdatmasıdır. Erdoğan’ı, yine Benjamin’in ifadesiyle, “zorbalığa yönelerek kendini gerçekleştirmek zorunda” bırakan işte bu durumdur. 
İstibdadın norm haline getirilmesini ve dolayısıyla da devletin yeni bir mimariye kavuşarak yeniden örgütlenmesini mümkün kılansa savaştır. Savaşın süreklileşmesi, olağanüstü halin olağanlaştırılmasını ve yeni bir normalde “normalleşmeyi” mümkün kılan kaldıraçtır. Erdoğan/AKP savaş aracılığıyla tarihinin en büyük krizini aşmış, devlet içi ittifakları kendi lehine yeniden tanzim etme ve toplumu siyaseten saflaştırarak derleme imkânını bulmuştur. Savaşın sürmesi ve yaygınlaşmasının nedeni, emperyal bir nostalji ya da bir “hilafet” özlemi değil, bu siyasal gerekliliktir. Böylece rejim, savaşın en büyük amili olduğu “istikrarsızlıkta istikrar” aracılığıyla baskıcı kapasitesi yüksek, şefçi bir “hâkim parti” modeline doğru evrilmektedir. Marx’ın, Louis Bonaparte için “iktidarı sınıf savaşını sömürerek çaldı ve onu dışarıda periyodik savaşlarla sürekli kıldı” demesine benzer şekilde, muhafazakâr popülizminin kışkırttığı “kültür savaşlarıyla” sınıf savaşını çarpıtan Erdoğan, şimdi savaş aracılığıyla rejimini pekiştirip süreklileştiriyor. 

II.
Walter Benjamin’in “Tarih Kavramı Üzerine 8. Tezi”, “ezilenlerin geleneği bugün yaşadığımız ‘olağanüstü halin’ kural olduğunu gösterir bize” diye başlar. Sonra da “zaten faşizmin şansı, hasımlarının, tarihsel bir norm olarak algılanan ilerleme adına onunla mücadele etmesidir. Yaşadığımız olayların 20. yüzyılda ‘hâlâ’ olabileceğine şaşırmanın hiçbir felsefi yönü yoktur” diye devam eder. Yine Türkiye’ye tercüme edersek: Mevcut “olağanüstü hali” tarihsel bir istisnadan ibaret sayan, onu bir tarihsel anomali addeden konformizm başımızın belasıdır. Olağanüstü halin “kurucu” karakterini, onun “yeni normali” aktif bir biçimde inşa ettiği gerçeğini es geçerek AKP’nin kendi çelişkilerinin kurbanı olacağına dair her beklenti, apatiyi beslemekten başka bir şeye yaramayacaktır. 

Hâlihazırdaki siyasal güçler dengesinin sosyal-sınıfsal güçler dengesi değişmeden değişmeyeceği, yani otoriter cendereden çıkışın kolay olmayacağını kabul etmekte hiçbir beis yoktur. Mevcut otoriter-şefçi rejimin önümüzdeki dönemde istikrar kazanabileceği tahmini, elbette kötümser bir öngörüdür. Ancak “devrimci” sıfatını haiz bir kötümserlik, tarihin “doğal” seyrine bel bağlayan bön bir iyimserlikten çok daha etkili bir müşevviktir. Burada kastedilen, toplumsalı dönüştürme çabasından sarfınazar etmeye götüren bedbinlikten ziyade, uçuruma düşmemenin ancak kendi eylemlerimizle mümkün olduğunu savunan aktivist bir kötümser duyarlılıktır. Bu, olabileceklerin en kötüsünü kabullenmek değil, mücadele etmezsek olabileceklerin en kötüsünün kaçınılmaz olduğunu savunan bir kötümserliktir.

III.
Engels 1866’da, Prusya’da gerçekleştirilen anayasa reformu üzerine kaleme aldığı bir mektupta, Benjamin’in “olağanüstü halin kural olduğu” tezini, çok farklı terimlerle ifade ederek Bonapartizmin “modern burjuvazinin gerçek dini” olduğunu vurguluyordu: “Burjuvazinin kendisini doğrudan doğruya yönetme yeteneğine sahip olmadığını ve İngiltere gibi herhangi bir oligarşisi bulunmayan yerlerde, devleti ve toplumu belirli bir bedel karşılığında burjuvazinin çıkarlarına göre yönetme işi için, Bonapartist bir yarı diktatörlüğün normal biçim haline geldiğini her geçen gün daha iyi görüyorum.” 

Engels’in, demokratik biçimleri kapitalizmin “olağan” üstyapısal ifadesi sayan “kaba Marksizme” aykırı bu sözlerini, Türkiye’ye tercüme edelim: Sermaye sınıfının “geleneksel” sayılabilecek siyasal temsil kurum ve mekanizmalarının (özellikle de “merkez” siyasal partilerin) krizi, toplumu kendi etrafında bütünleştirecek başarılı hegemonik projeler ortaya koyamaması ve devlet katında iyice görünür olan iç fraksiyonlaşması, devlet ve toplumun ancak yürütmenin “aşırı” özerkleşmesi-güçlenmesi formülüyle bir arada tutulabilmesine yol açıyor. Sermaye hâkimiyetine karşı aşağıdan aktif bir meydan okumanın olmadığı ama parlamenter kurum ve kuralların devletteki parçalanmayı durduramadığı koşullarda yürütmenin bu aşırı özekleşmesi-güçlenmesi, başkanlık ya da partili başkanlık gibi formülasyonlarla “Bonapartist bir yarı diktatörlük” halini alıyor. 

IV.
Benjamin’e dönelim. Ona göre, “faşizme karşı konumumuzu güçlendirecek” olan, “hakiki olağanüstü hali açığa çıkarmak”, yani mevcut olağanüstü halin karşısına “normali” değil, bir başka olağanüstü hali koyabilmektir. Geçmişe, yani parlamenter demokrasinin kurum ve kurallarının tıkır tıkır işlediği bir “altın çağa” dönerek “normalleşmek”, mümkün de istenir de değildir. Hele hele bugünkü olağanüstü halin karşısına Cumhuriyet devrinin ilk yıllarına dair özlemi, bir “modernlik nostaljisini” koymak, abesle iştigalden başka bir şey değildir. 

Gezi direnişi, bize has “hakiki olağanüstü halin”, yani siyasal despotizmin dayattığı depolitizasyona karşı aşağıdan bir yeniden siyasallaşmanın göz kırptığı bir andı. Mevcut koşullarda Gezi’yi tekrar etmek elbette mümkün değil. Şimdi gereken, somut güç ilişkileriyle alakasız hayali huruç harekâtları değil, sahici bir derlenmeyi mümkün kılacak mevzileri tutabilmektir. Benzer bir siyasal iklimi soluduğumuz Polonya’da kürtaj yasağına karşı yakın zamanda cereyan eden kitlesel mücadele bu hususta iyi bir örnek aslında. Beklenmedik yaygınlığı ve yaratıcı militanlığıyla hareket, ülkenin otoriter siyasal güç dengesinde küçümsenmemesi gereken bir çatlak oluşturmuş durumda. 

Polonya’daki hareket, neoliberal teknokratizmin “yaşam tercihi”, muhafazakâr popülizminse “kültür savaşı” konusu kılarak araçsallaştırdığı alanları yeniden siyasallaştırmayı hedefleyen “kısmi” mücadelelerin yaygınlaşarak merkez siyaseti etkileyebileceğinin bir örneği. Yani otoriter rejimin merkezini değil de onun “kanatlarını” hedefleyen mücadeleler, protesto olmaktan çıkıp bir “harekete” evrilebildiği, geniş toplumsal kesimlerin yeniden siyasallaşmasının vesile olabildiği koşullarda siyasal güç dengelerine etki edebilir. Sosyalist hareketin siyasete merkezi düzeyde müdahale edebilme olanaklarının iyice daraldığı koşullarda siyasal alanı kenarlarından kuşatmaya yönelen ve “aşağıdakilerin” somut talepleri öne çıkaran hareketlerin etkisi, soyut bir demokrasi savunusundan çok daha etkili olacaktır. Neticede bedbinliği bırakıp, sıfıra yakın bir yerden yeniden başlamakta fayda var. Marx’ın kullandığı “köstebek” metaforuna binaen şimdi “tünel kazma”, yani olası bir yeniden kabarış için siyasetin ana mecrasının uzağındaki mücadeleler aracılığıyla hazırlık yapma, açılmış kimi gedikleri genişletme zamanı. Yoksa olabileceklerin en kötüsüyle karşılaşmak mukadderdir.

Evrensel'i Takip Et