Sokak köpekleri: İstanbul kent tarihinin asli unsurları
Dört Ayaklı Belediye: İstanbul’un Sokak Köpekleri sergisi 11 Mart 2017 tarihine kadar Beyoğlu Tepebaşı’daki İstanbul Araştırmaları Enstitüsünde...
Sevda AYDIN
İstanbul
“Galata’ya yanaştık; karaya çıkar çıkmaz rıhtımlardaki canlılığa, hamallar, tüccarlar, denizciler kalabalığına baktım. Kadınlara hemen hemen hiç rastlanmaması, tekerlekli arabaların yokluğu, sürü sürü sahipsiz köpekler, bu yaman şehrin ilk gözüme çarpan üç özelliği oldu.”
Fransız edebiyatında romantizmin kurucusu kabul edilen François-René de Chateaubriand, İstanbul’a dair izlenimlerinden bahsettiği bir yazısında böyle tarif ediyor kenti. Chateaubriand’ın bu alıntıladığımız izlenimine bugünlerde sokak köpeklerine atfedilen Dört Ayaklı Belediye: İstanbul’un Sokak Köpekleri isimli sergide karşılaştık. İstanbul Araştırmaları Enstitüsünün hazırladığı sergi hemen her dönemde gündelik yaşamın önemli bir parçası olan sokak köpeklerinin, dini, siyasi ve sosyolojik dönüşümlerle değişen serüvenine ışık tutuyor.
Küratörlüğünü Ekrem Işın’ın, danışmanlığını Catherine Pinguet’nin üstlendiği Dört Ayaklı Belediye: İstanbul’un Sokak Köpekleri sergisi, 19. yüzyıldan 20. yüzyıla uzanan bu süreci, fotoğraflar, seyahatnameler, kartpostallar, dergiler ve gravürler eşliğinde gözler önüne seriyor.
İstanbul kent tarihinin asli unsurları arasında yerini alan sokak köpeklerinin, birbirini izleyen iki farklı dönemini yansıtıyor.
Kentin bu dört ayaklı kalabalık grubu, 19. yüzyılın başlarına kadar bir mahalle sakini addedilen sokak köpekleri, Tanzimat ile birlikte gündelik hayatı dönüştürmeye başlayan batılılaşma sürecinde kentten uzaklaştırılmaya çalışıldılar. Avrupa tarafından sefaleti temsil eden köpeğin çağdaşlaşan sokakta yeri yoktu. 1910 yazında İstanbullara bedava bekçilik ve çöpçülük hizmeti veren 80 bin kadar sahipsiz köpek Hayırsızada/ Sivriada’ya atılarak ölüme terk edildi. Köpekler bir süre sonra açlıktan birbirlerini parçalamaya başladılar. O günlerde onların acı sesleri ve ulumaları İstanbul sahillerine kadar ulaşmaktaydı. Bir süre sonra ise sesler kesildi. Açlığa ve susuzluğa dayanamayarak öldüler...
‘ONLARIN ÖZGÜRLÜĞÜ BENİM ÖZGÜRLÜĞÜMÜN TEMİNATIDIR’
Serginin Küratörü Ekrem Işın, İstanbul köpeklerinin en az insanlar kadar şehir hayatının toplumsal serüvenine katıldıklarını, yönetim ve güvenlik sorunlarında uzmanlaştıklarını, kendilerine özgü bir ortak yaşam felsefesi geliştirdiklerini ifade ediyor. Işın, şehri ziyaret eden Batılı gözlemcilerin, hayvanları bile toplumsallaştıran bu kültürün inceliklerine merakla yaklaştığını vurguluyor. Dönem kaynakları incelendiğinde, İstanbul köpeklerine bakış açısı daha çok belediyecilik noktasında yoğunlaşıyor; kaynaklarda sokak köpekleri, şehir temizliğini sağlamakla yükümlü birer belediye memuru olmanın yanı sıra mahalle güvenliğini sağlayan birer bekçi olarak da görülüyor.
Serginin Danışmanı Catherine Pinguet, hayvan meselesini ciddiye alanlara yöneltilen “Bir hayvan için neden bu kadar lakırdı?” sorusunun, İstanbul sokak köpeklerinin dostu ve koruyucusu olanların çok iyi bildiği sıradan bir yaklaşım olduğunun altını çiziyor. Pinguet, John Berger’in Whylook at Animals? (Niçin Hayvanlara Bakmalı?) başlıklı derleme kitabının insanlara durmak ve bakmak konusunda bir çağrı niteliği taşıdığını belirtiyor ve soruyu şöyle cevaplandırıyor: “Çünkü onların özgürlüğü benim özgürlüğümün teminatıdır.”
GEZGİNLERİN GÖZÜNDEN İSTANBUL VE KÖPEKLERİ
Sergideki fotoğraflar kadar pano metinleri de dikkat çekiyor. Avrupalı gezginlerin en çok merak ettikleri şehirler arasında yer alan İstanbul, kentin farklı yüzlerine dair yazdıkları notlarla karşımıza çıkıyor;
Fransız; Şair, Yazar ve Gezgin Gérard de Nerval, birçok defa Türkiye’ye de uğrar. İstanbul’un en çok mezarlıklarını beğendiğini yazılarından öğrendiğimiz Nerval, 1843 tarihli yazısında İstanbul’un sokak köpeklerini şöyle tarif ediyor; “Şikayet edercesine bağıran yüzlerce köpek çayırda toplanmıştı. Biraz sonra omuzlarına aldıkları uzun bir sırıkla, ikişer ikişer, koskoca kazanları taşıyan topçu askerlerinin dışarı çıktığını gördük. Köpekler, sevinçle havlamaya başladılar. Yanımdan geçen bir İtalyan, ‘Köpeklere verilen çorba bu; şanslı bu yaratıklar’ dedi. Köpeklerin, Konstantinopolis’te gördüğü itibar, yolları, genellikle oralara atılan hayvansal maddelerden temizlemelerinden kaynaklanıyor. Onlarla ilgili dini vakıfların, köpeklerin camilerin girişinde ve çeşmelerin yakınında kolayca buldukları su yalaklarının başka bir amacı yok kuşkusuz.”
Fransız Şair, Oyun Yazarı, Romancı, Gazeteci ve Edebiyat Eleştirmeni Pierre Jules Theophile Gautier de yolu sıklıkla İstanbul’a düşen bir gezgin. Sergideki metinlere Gautier’in şu sözleri eklenmiş; “Köpek konusuna gelince;gelişimden sonraki ilk günlerde yolumu bulmak için sokak ortasındaki büyük bir çukuru temel işaret olarak bellemiştim. Bu çukurun dibinde kemirici cinsten iri bir köpek dört-beş yavrusunu, tam bir rahatlık içinde ve gidip gelen yayaları, atları hiçe sayarak emziriyordu.”
1912’de yayınlanan “İstanbul’un Esrarı” adlı polisiye romanın yazarı Paul de Regla ise İstanbul köpeklerini şöyle anlatıyor; “Türk şehirlerinin asli sakini olan hakiki yerli köpeği bulmak için Frenk mahallelerinden çıkıp İstanbul sokaklarını, şehrin etrafını dolaşmak gerek. Son derece muhafazakar olan İstanbul köpeği, yabancılardan nefret eder, modern medeniyeti yaratan her şeye şüpheli yaklaşır. Özgürlüğüne, haklarına düşkündür ama en azından görev dendi mi boyun eğmeyi bilir. Hiyerarşi duygusuna bile sahiptir, zira mahallenin elebaşını tanır, itaat etmeyi, karşısında ses çıkarmamayı bilir. Napoli’deki benzerleri gibi yaygaracıdır, tehditkardır, tartışmayı her an kapışmaya çevirmeye meyillidir, ama aslında bir çocuğu bile incitmez.”
Pierre Loti, 1910’da Hayırsızada’ya sürülen köpeklerin hikayesini şöyle kaleme alıyor; “Hayırsızada, Marmara’nın ortasında içecek bir damla su bulunmayan ıssız bir kaya parçasıdır; çılgınlık içinde birbirlerini parçalayıp yiyen köpekler orada yavaş yavaş açlıktan susuzluktan ölmüşler. Denizde, adanın yakınından geçenler olduğunda hep birden kıyıya iniyorlarmış ve iç parçalayan ulumaları işitiliyormuş; bu iki ay sürmüş, kayıkları, insanları daha uzaktan görür görmez safça yardım istemeye geliyorlarmış. Her şeye karşın insanların acıma duygusuna güvenişlerini, can çekişen zavallıların yakarışlarını, yanı başımda nargilesini içen başı sarıklı, düşünceli bir yaşlı adam anlatıyor; sözleri güneşte pul pul parıldayan mavi sulara karşı gölgede otururken daldığım düşleri alt üst ediyor. Hem sonra ben de bu köyün insanları gibiyim, tüm bunlar Türkiye’nin başına bir felaket getirmesin diye korkuyorum.”