Meslek: Ev Kadını
Müslime Karabatak'ın "Meslek: Ev Kadını" başlıklı yazısı.
Müslime Karabatak
“Geldin kaç yaşına, hala yemek yapmayı bilmiyorsun!”, “Şu evin oturulacak hali mi kalmış, biraz elin temizliğe gitsin!”... Bu gibi cümleleri hayatınızda hiç duymadıysanız ya çok hamarat bir kadınsınız, ya çevrenizdeki insanlar sizi yaptığınız başka şeylerle değerlendiriyor, ya da bir erkeksiniz. Ha, unutmadan, o cümlelerin ardından “Evde kalacaksın!” uyarısı da gelir genelde. Evde kalacaksın, ev temizliğini iyi öğren. Evde kalacaksın, yağı kızarttıktan sonra doğradığın soğanları koy. Evde kalacaksın, git kendine koca bul… Hadi bulduk diyelim, sonra? Evde kalmamış oluruz, hatta iyi bir kadın olursak evli ve çocuklu bile olabiliriz.
‘FEMININE MYSTIQUE’
1950’li yıllarda koca bulmak da yetmiyordu. Zaten koca bulmamak gibi bir seçenek sanki yoktu. Bu evlilik oyununda bulduğun kocayı ‘elinde tutmak,’ yaptığın bebeğe mükemmel bakmak, daha güzel görünmek gibi etaplar çıkıyordu kadınların karşısına. Housekeeping Monthly dergisi 1955’te yayınladığı “İyi Eş Olma Rehberi’nde şunlar yazıyor: “Kocanız eve geldiğinde sıcacık yemekler bulsun, o gelmeden görünüşünüzü düzeltin, tüm gün sıkıcı bir iş yapan kocanıza karşı enerjik ve mutlu olun… Ona söyleyecek çok şeyiniz olabilir ama onun söyleyeceği şeyler sizinkinden çok daha önemlidir, önce o konuşsun… Onu şikayetlerinizle boğmayın… Aldığı kararları sorgulamayın. Evin reisi o, en iyisini o bilir… İyi bir ev kadını yerini bilir… Eviniz huzurlu, düzenli ve dingin bir yer olsun, kocanız fiziksel ve ruhsal anlamda yenilensin…” Bu adamı yoran, gerginleştiren şeylere, evi rehabilitasyon merkezi haline getiren nedenlere birazdan değineceğim.
Feminist gazeteci yazar Betty Friedan, 1963’te yayınladığı ‘Feminine Mystique’ (Kadınlığın Gizemi) adlı kitabında öğütlerin yazıldığı 1950’lerdeki bu ev kadınlarını inceliyor. Evlilik yaşı ve çalışan kadınların sayısı bu yıllarda savaş yıllarına oranla çok düşük. Bu kadınlar, aldıkları temel eğitimden sonra, bir şekilde kendilerini koca bulup aile kurmaya adıyor. Eğitimlerine devam etmeyi çok da istemiyorlar. O dönemi anlatan Amerikan filmlerinde gördüğümüz bahçeli geniş evlerde mutlu bir ev kadını, anne, eş olmak o dönemin kadınlarının rüyası, Amerikan Rüyası. Sağlıklı, genç, güzel, sadece kocasını ve çocuklarını düşünen, dikiş ve alışveriş yapan, çocuklarının derslerine yardım edecek kadar eğitimi olan, daha fazlasına ihtiyaç duymayan… Nüfus sayımlarında gururla ‘Meslek: Ev Kadını’ yazan kadınlar. Friedan’ın kitapta bahsettiği evli olup çalışan kadınların sayısı oldukça düşük. Onlar da genellikle part-time çalışıyor veya kocalarının veya çocuklarının üniversite parası için ya da evlerinin mortgage borçlarını ödemek için ‘ev ekonomisine yardım’ yapıyorlar.
Ancak, bu kadınlar yıllarca hayalini kurdukları bu ‘evli-mutlu-çocuklu’ evlerde ‘adı olmayan’ bir huzursuzluk yaşamaya başlıyorlar. ‘Adı olmayan’ çünkü mutsuz olan her kadın, diğer kadınların çok daha mutlu olduğunu, sorunun kendisinde ya da evliliğinde olduğunu düşünüyor, kimseyle paylaşamıyor. Ev kadınları arasında bu mutsuzluğun ortak olduğu Betty Friedan’ın yaptığı araştırmanın sonunda yayınladığı kitap ile daha fazla konuşulur oluyor. Kendilerini bomboş, yaşamıyor gibi, eksik hissettiklerinden, sürekli sinirli olduklarından ya da ağladıklarından şikayet ediyorlar, mutsuz hissettikçe de suçlu hissediyorlar. Friedan, bu durumu kadınların hiçbir üretici yanı olmayan ev işlerinden başka yaptıkları bir şey olmamasına, çalışacakları bir meslekleri olmayışına veriyor. Doğru ama peki, eğitimini tamamlasalar ya da çalışsalar, tam bir mutluluğa erişebilecekler miydi o kadınlar?
MUTLULUĞA GİDEN YOL
50’lerden bu yana çok şey değişti ama kadınların evde ya da işyerlerinde yaşadığı mutsuzluk pek değişmedi. Evde rutin işler yapılıyor, doğru. Ancak, işyerlerinde de durum farklı değil, hatta daha da kötü koşullarda. Ürettiğini hissetmiyor, rutin, yorucu, tacize uğruyor, hala eşit ise eşit ücret alamıyor, iş cinayetlerine kurban gidiyor kadınlar. Sadece kadınlar mı bu mutsuzluğu yaşayan? Hayır. Çalıştığı fabrikalarda ürettiği ürüne “Bunu ben yaptım” diyemeyecek kadar uzak, yabancı hissediyor bütün işçiler.
Evde de durum aynı. Yukarıda bahsi geçti, rehabilitasyon merkezleri gibi görülüyor evler kapitalizmde. İşten gelenleri ertesi gün yine işe hazırlayacak bir yer; sessiz, huzurlu olması gerek, yemek gerek, duş ve sevişmek gerek... Ertesi gün üretime yeniden girecek vücudun dinlenmesi gerek. Kapitalizm, bu görevi kadına vermiş! İnsanların sevgilerine, sevdiklerine bile yabancılaşmasına yol açan evlilik kuralları diziliyor sistemin uzmanları tarafından. Evlen, çocuk yap, kocanı ertesi günkü iş için dinlendir, sorun çıkarma, gereksiz konulara burnunu sokma…
Peki, işyerlerinde ya da evlerde yaşanan bu mutsuzluk, yabancılaşma nasıl sona erer? Friedan’a hakkını verelim, ürettiğinde mutlu oluyor insanlar. Ama bu sistem içinde kim hissediyor üretebildiğini? Birileri daha çok kazansın diye değil, emeğinin karşılığını alarak çalıştığında, savaşlarda ölsün, ucuz işgücü olsun diye değil istediği için çocuk yaptığında, toplumsal üretime katıldığında, toplumu dönüştürecek örgütlerde yer aldığında, hayatı güzelleştirecek bilime, sanata, barışa katkı sunduğunda gerçekten ürettiğini hissedebilecek.