Birleşebilsek diktanın sonu yakın!
Arif Koşar, HDP eş genel başkanları ve milletvekillerinin tutuklanması üzerine yazdı

Arif KOŞAR
6 milyon oy almış, aileleriyle birlikte en az 15 milyon nüfusu temsil eden bir partinin eş başkanları ve milletvekilleri tutuklandı. Milyonlar öfkelendi, ama kimse şaşırdı mı? Pek sanmıyorum...
Çünkü alıştık... Alıştırdılar...
HDP’lerin tutuklanması Kürt sorunu bağlamında daha da ağır bir sürecin yaşanacağını gösteriyor. Faili meçhuller döneminin başbakanı Tansu Çiller’in “Devlet için kurşun atan da yiyen de her zaman bizim için saygıyla anılır” dediği, binlerce insanın ölümüne yol açan anlayış bugün iktidarda. 1994 yılında DEP’li vekillerin tutuklanması dahil Kürt sorununda daha önce ne yapıldıysa, hükümet de bugün onu yapıyor. Albert Einstein’in dediği gibi “aynı şeyi yapıp farklı sonuç beklemek deliliktir.”
Her saldırı karşısında “bu kadarı da olmaz” diyen öfke hali; bir tepkiye, ama aynı zamanda bir yanılsamaya işaret ediyor. Çünkü söz konusu saldırılar ayrı ayrı hedeflere yönelik değil tek bir sürecin, faşist diktatörlük inşasının birbirine sıkı sıkıya bağlı düğümleri. Milat 15 Temmuz darbe girişimi ya da 7 Haziran seçimleri de değil. Bunlar kritik eşikler, ancak çok öncesinden başlayan bir sürekliliğin unsurları. İnşa edilense “gamalı hacı” olmayan açık bir faşizm.
BURJUVAZİNİN DAHLİ
15 Temmuz darbe girişimi Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AKP iktidarı için istedikleri gerici rejimi kurmaları yolunda büyük bir fırsat oldu. Her türlü demokratik hak ve özgürlük rafa kaldırıldı. Erdoğan, OHAL’in 1 yıla kadar uzatılabileceğini ilan etti. Meclis tamamen işlevsiz, ülke Erdoğan’ın iki dudağı arasından çıkan KHK’lerle yönetiliyor. Yargı, “hukuk” hak getire, tamamen hükümetin kontrolünde. Muhalif basın yayın organları kapatılıyor. Topluma karanlık bir muhafazakar dinci elbise giydiriliyor. Çözüm süreci “buzdolabına” konulurken çok sayıda “resmi”-sivil yurttaş, hükümetin “iktidarda kalma” politikası gereği ölüyor. Sınır ötesinde, başka ülkelerin topraklarına saygısızca müdahale eden zorlamalar yapılıyor. Yeni Osmanlıcı sosla Cerablus ve son olarak da Musul’da operasyona dahil olma çabası bunun göstergeleri. Özetle; Erdoğan’ın başkanlığında faşist bir diktatörlük kuruluyor. Bunun için muhalefet eziliyor, kan dökülüyor, sınırlar aşılıyor.
Hükümet, elbette kendinden menkul; sınıflardan bağımsız değil. “Dev proje” ihaleleri, kent rantı, sınai teşvikler ve kamu alımları ile kendisine göbekten bağlı bir burjuvazi yarattı. Bu burjuva fraksiyon hükümetin faşist gidişatını sonuna kadar desteklerken Musul dahil “dış pazar”da “söz sahibi olma”nın iktisadi karşılığını da çok iyi biliyor. TÜSİAD’da temsil edilen “geleneksel” burjuvazi ise iktidarla arasını bozmamak için, olduğu kadarıyla burjuva demokrasisinin rafa kaldırılmasına sessiz ya da titrek. Payına düşecekleri almaktan da elbette imtina etmiyor. Aldığı kadarıyla destekliyor, alamadığında da titriyor.
15 Temmuz darbe girişimiyle birlikte kimi liberal kesimlerde hükümetin yaşananlardan ders çıkarması ve demokrasi yönünde adımlar atması için bir beklenti ortaya çıkmıştı. Elbette bu boş bir beklentiydi. TÜSİAD’dan ya da AB’den beklentilerin de hikaye olduğunu hayat, bir kez daha, acı acı gösterdi.
ANTİ-FAŞİST BİR CEPHE İHTİYACI
Türkiye’nin nasıl bir rejime doğru ilerlediği konusunda pek çok çevre benzer tespitler yapıyor. Asıl sorun; bu gidişat karşısında ne yapılacağı.
Geçtiğimiz haftalarda toplanan Demokrasi İçin Birlik platformunda faşist rejime karşı çıkan birçok anti-faşist çevre bir araya geldi. Sonuç bildirgesindeki temel vurgular barış, demokrasi, laiklik ve emeğin hakları idi. Birlik içerisinde CHP’li kimi vekillerden Kürt siyasetinin temsilcilerine, liberallerden sol siyasi odaklara, EMEP’ten Alevi örgütlerine, sendika ve emek örgütü temsilcilerinden kimi aydın ve akademisyenlere kadar geniş bir çevre bulunuyor.
Bu kapsamda iki sorunlu alandan bahsedilebilir:
Birincisi; liberal solcuların ve “yetmez ama evet”çilerin bu birlikte yer alması kimi sol çevreler için birliğe katılmama gerekçesi. Tarihteki bütün anti-faşist cephe deneyimleri zaten farklı görüşleri; liberalleri, burjuva demokratları, kimi ülkelerde ise milliyetçileri kapsamıştır. Dolayısıyla, başta sosyalistlerin elbette “liberallere” özel bir sempatisi vb. bulunmamakta, ancak faşist gidişata karşı çıkanlara da doğal olarak “hayır siz karşı çıkamazsınız” dememektedir. Zaten amaç; faşist cepheyi yalnızlaştırmak anti-faşist cepheyi olabildiğince genişletmektir.
İkincisi; CHP’nin katılımı. Özellikle merkez yönetiminin, AKP ile öfkeli halk arasında bir sibop ya da denge unsuru olmaktan çıkmamış olmasıdır. Bu nedenle Demokrasi İçin Birlik’e CHP’li vekillerin katılımı oldukça sınırlı. CHP yönetimi, ülkede bunca yaşanana ve demokratik hakların katledilmesine rağmen, “ülke kötüye gidiyor” diyen bir masa başı eleştiri ile kendini sınırlamakta, oy veren milyonlarca insanın talebine rağmen sokağa çıkmamaktadır.
Oysa bugün en temel ihtiyaç; muhafazakar dayatmalara karşı laiklik isteyen milyonlarla “barış” diyenlerin, işçi sınıfını temsil eden parti, sendika ve diğer örgütlenmelerin demokrasi ve laiklik için antifaşist bir cephede birleşmesidir.
Türkiye’nin bunu başaracak laik, demokrat ve aydınlık birikim vardır. Sorun “dengecilik”, “idare etme”, “erteleme” ya da tarihsel bir hatırlatmayla “faşizme koltuk değnekliği” yapma tutumudur. Koyu muhafazakar bir faşizmin hedef aldığı milyonlar, Gezi’deki gibi ve Gezi’yi aşarak bir araya gelirse, sokağa çıkarsa, hayatı durdurursa, diktanın ömrü sanıldığı kadar uzun olmayacaktır.
Evrensel'i Takip Et