4 Kasım 2016 08:58

Yılmaz Murat Bilican

“Boşluğumun krampları boğar sizi, ben ölürüm... Kısa ve öz ölürüm.”

Ben Berna diyorum, Berna Koç.

Duymuyor musunuz beni?

Yok, kimse duymuyor. Duysalar soracağım, siz kimsiniz? Kimse, siz kimsiniz?
Neden yoksunum ben, bir kimse(siz) olarak?

Yoğun bir uğultunun içinde, alışveriş merkezinin yemek katındayım. Çok kalabalık. AVM’lere özgü bir uğultu bu, sessiz. Burada her şey lastik veya plastikten, ses çıkaracak hiçbir şey yok. İçinde büyük bir çöp poşeti olan arabamın tekerlekleri, iki iş arkadaşımın sürekli paspasladığı yerlerde sessizce dönmekteler. Hızlıca yenen yemekten sonra masalarda bırakılan plastik bardakları, çatalları, tabakları, peçeteleri, ıslak mendilleri ve yemek artıklarını, her şeyi çöp poşetine boşaltıyorum. Hiç ses çıkmıyor bildiğimiz anlamda. İnsanlar da sessiz sayılır. Herkes yiyeceğini alıp bir yere oturuyor, hızla yiyor ve kalkıyor. Hız ve tüketim buranın egemeni. Ben de “Kan ter içindeyim. Soluk soluğa yetiştirmenin çabasındayım” işleri, hayatı. Hergün sekiz saatlik mesaimde, (15 gün sekiz-üç, 15 gün üç-on bir arası) bu uzun ve geniş koridorlarda, kocaman bir çöp poşetinin kamufle edildiği temizlik arabasıyla sessizce dolaşıyorum. Adım Berna, temizlik görevlisiyim bu katta. Sık sık seslenirim insanlara, ama kimse duymaz beni, görmez de aynı zamanda. İşim gereği olabildiğince görünmez olmalıyım zaten, insanlar da birbirlerine değil ürünlere bakmaya koşullandırılırlar burada. Arabamla dolaşıp masaları toplarken, konuşup dururum kendi içimden.

Adım Berna, kedim var iki tane, sarışın olan Sakize, esmer olan Pakize. İkisini de sokaktan alıp getirdim eve. Pakize engelli, kalçasından darbe almış, arka ayaklarını sürüklüyor yürürken. Sakize yeni doğurduğu iki yavrusunu büyütüyor bu sıralar. Ah, sokaktaki hayvanlar da benim sayılır, hepsiyle ahbabım, durup konuşurum onlarla, kolay ayrılamam yanlarından. Çöpe giden yiyecek artıklarını toplayıp toplayıp onlara dağıtırken hayal ederim kendimi. Beni tanıyanlar pek konuşkan olmadığımı söylerler, doğrudur, pek ses çıkmaz benden. Yazarım ama, kendimi bildim bileli yazarım, kâğıtlara, defterlere, her yere yazarım. Şiir yazarım, yazı yazarım. Yazdıklarım hayatım gibi, öyle böyle, orda burda. Yazmak biraz yalnız olmayı gerektiriyor. “Ağaç yalnızlığı kök salan toprağıma”, “Nicedir pervasızca yalnızlığımın içindeyim. Yalnızlığımla, yalnızlığıma uyumaktayım.” Burada uzun ve geniş koridorlarda, görünmez ve duyulmaz biri olarak yalnızım, bu iç konuşmalarım da yazmak gibi zaten. İyi taklit yaptığımı, tiyatro yeteneğim olduğunu söyleyenler de var, komiklikler de yaparım. Gülmek iyi gelir her zaman değil mi insana? Hele ki zor bir hayat yaşanıyorsa. Gezmeyi dolaşmayı, dışarda olmayı severim. İçerim de. İçince de ağlarım, içime içime ağlarım. Ev arkadaşımı kızdırsa da bu durum, biraz dağınık sayılırım. Ev işlerini sevmem, canım isterse yemek yaparım, babamdan öğrendiğim, onun yaptığı yemekleri yaparım. Evim iş yerime yakın sayılır, tek otobüsle gidip geliyorum. Birlikte yaşadığım arkadaşım, bazen işe bırakır beni, sonra da çıkışta gelip alır, bu beni çok mutlu eder. İş yerinde sevdiğim kafa dengi arkadaşlarım var ama onlarla oturup sohbet etmek çok zor. Vardiya vardiya koşturuyor herkes. İzin günlerimiz de hafta içi ve herkesin farklı bir günde.

Ben Berna diyorum, Berna Koç. Sıcak bir Temmüz günü, 3 Temmuz 1979’da doğmuşum, 36 yaşındayım yani. Çoğunuzun adını annesi ya da babası koymuştur. Bana Berna adını kim vermiş, ilk kim Berna diye seslenmiş, bilmiyorum. Bildiğim annemin beni doğurduktan iki gün sonra Karşıyaka’da bir karakolun bahçesine bırakıp ortadan kaybolduğu. Babamı ise hiç bilmiyorum. Şimdi düşünüyorum da, iyi ki iki günlük bir bebek olarak terk edildiğimin farkında değildim, yoksa zaten oracıkta ölürdüm bu acıyla. Polislerle biraz erken tanışmış olmamı gayrimeşru bir çocuk olarak dünyaya gelmiş olmama borçluyum, ikinci temasım ise 36 yıl sonra oldu. 3 ay önce Suruç katliamını protesto eylemi sırasında göz altına alındım. Bu sefer, polislerden o zamanki şefkati göremedim tabii. Neyse, gazeticilere verilen birkaç poz fotoğraftan sonra doğruca Karşıyaka’daki yetiştirme yurduna gönderilmişim. Sonrasında Berna oluyorum, adımı kim koymuş bilen yok. Soyadım ise altı yaşında beni evlatlık edinen aileden geliyor. Böylece bir annesi ve babası olan Berna Koç oluyorum. Bornova’da oturuyoruz. Babadan gelen sevgi, anneden gelen öfke ve şiddet eşliğinde büyüyor Berna.

Bornova Kars İlkokulu’na gidiyorum. O yıllar çok silik kafamda, okul yıllarım nasıl geçti, bir anım oldu mu bilmiyorum. Geçen gün raslantıyla ilkokul arkadaşlarımdan birinin Fransız Kültür’de konser vereceğini duydum. Heyecanla gidip en önden izledim. Müzikle birlikte o yılları düşünüp, ip uçları aradım. Sessiz ve çekingen bir kız olarak hatırlıyor herkes beni. Konser sonunda arkadaşım, “gözlerin aynı kalmış, gözlerin hiç değişmemiş” dedi. İlkokul, ortaokul yıllarım anlaşılan bu sessizlikle geçip gitti. Lise yıllarımda bu sessizliğimin daha da derinleşti. Babam harita ve kadastrocuydu. Çınarlı Endüstri Merkez Lisesi, Haritacılık bölümünde okudum ben de. Çok büyük, çok kalabalık bir liseydi, o kalabalıkta kaybolup gittim, kendim bile unuttum kendimi.

Annem sürekli sağlık şikâyetleri olan hastalıklı bir kadındı ama erkenden ölen babam oldu. 18 yaşımda böylece tek sevgi bulduğum insanımı kaybettim. “Robin Kişot” derdim ona. “Babam öz babamdır sosyolojik olarak. Yaşasaydı 82 yaşına küfürler sallıyor olacaktı ağzını doldura doldura. Küfür etmeyi severdi ve övünürdü ilkokuldan terk ettiği için okulu, ayağının kırılmasını bahane ederek.” Babamın yokluğu, beni öz annemi aramaya itti. Aradım ve buldum fakat pek bulmak olmadı bu. “Ben bir tek sarhoş olursam ararım seni, unutma. Neden? Çünkü annemsin!” “beni uyutacak bir ninnin” yok, “yoksun memenden emziremezsin özlemlerimi, eksiklerimi... sus” diye yazmışım defterime. Hiçbir zaman sevgi içeren bir duygu görmediğim evdeki annem ise beni başından savma derdindeydi. Gençtim ama hayatımda ne aşk ne de sevgi vardı. Cinsel ilgilerimin bile farkında değildim. Ağır bir cinsel tacize uğramanın suçluluğuyla kendimi bir anda evlenmiş buldum. Yaşadığım şey çok ağırdı, sesimi çıkaramadım. Sessizliğimle İzmir’den karlar altındaki Sivas’a sürüklendim. Nasıl dayandım bilmiyorum. Dayandım işte. Ölmeyince dayanmış oluyor insan. Ölmedim, dayandım. Yaşadıklarım bir feryat olup İzmir’e ulaşınca kurtardılar beni Sivas’tan.

BERNA KOÇ’UN GÜNLÜKLERİ

İşte böyle, şimdi aranızda dolaşıyorum, tepsilerinizi yemek artıklarınızı alıyorum, masaları siliyorum, sessizce yapıyorum bu işleri. Beni herkes, sessiz ve suskun bir kız olarak tanımlıyor ya, bazen düşünüyorum bu suskunluk eğer doğuştan gelmediyse nereden geldi diye. Belki iki günlük bebekken o karakol bahçesindeki terkedilişle başladı, belki Karşıyaka yurdunda saçlarımın her daim üç numara kesilişinde, belki okulda adımın karşısında yazan ‘evlatlık’ yazısını gördüğümde, belki babamın yokluğunda, belki hiç olmamasında, belki de “nedensiz sus’a büründüm o an evet noksansız, öylece sustum, sadece sustum.” Belki ilk tacize uğrayışımda, ilk gençliğimde başladı bu suskunluk, İzmir’den karlar içindeki Sivas’a zoraki sürüklenişimde, belki kimlik kontrolü yapmak bahanesiyle durdurup ‘seni buralarda s...ler kızım’ diyen polisin aşağılamasıyla, belki de “karanlığından beslenmek ister kaçışın söz hemen, uzun hararetli bir konuşmayı bölmek istercesine susar(dı) söz” ben de sustum işte, sustum ve “zamanın cüzdanının bozuk an kesesine” saklandım. Aşk da bir “suskunluk”tu benim için. Yanlış ruhlar ve bedenlerde, yanlış başlıklarda aradım onu, “aşka başlık olmaz”dı oysa. Sırtlarımızın birbirine dokunuşuyla, acı bir içkiyle, Pink Floyd kokusuyla Ankara’da buldum onu. “İlk defa o gün öpüştüm, ilk defa tanıdım raydan çıkmayı, ankaray’ı, Ankara’yı.” “Şimdi... zaman artık şimdi”ydi. “Tutuşup el-ele adım çırptık.” “ve ben çok pis âşık olmuştum. Aylardan mayıstı, hazirana sarkıyordu bir direniş” Ankara’da kendimi, kimliğimi bulduğum ve çok şey öğrendiğim bir beş yıl geçirdim. İzmir’e dönerken biraz kırgın ama daha cesur bir Berna vardı. “Belli başlı planlarım var; hep de olacak. Kendime umudum var” diyordum. Umudun, elini yeniden tuttum İzmir’de şimdilerde, işim, birlikte yaşadığım ve sevgiyi bulduğum arkadaşım, yavaş yavaş suskunluğumu yenmeye başlamamla birlikte oluşan yeni dostlarım, bir de öfkem var gitgide artan. Savaşa, sömürüye, her türlü ayrımcılığa, homofobiye...

Heyy üniversiteli gençler, ben Berna diyorum, size sesleniyorum. Biliyor musunuz 36 yaşındayım, bu yıl üniversiteye başladım. Manisa Celal Bayar Üniversitesi, Harita Kadastro Bölümü. Bu günlerde içim kıpır kıpır. Üniversiteli oldum sayılır, ev tuttum, eşya buldum, bir hafta derslere bile girdim. En büyük hayalim gerçek oldu, öğrenciyim yani şu anda ben de sizin gibi. Daha önce hayat bana hiç fırsat vermemişti, inanın buna. Önümüzdeki ay ayrılıyorum işten, masaların arasında dolaşan bu kızı göremeyeceksiniz artık, şimdi tazminatımı alabilme peşindeyim. Yeni keşiflerin arka arkaya geldiği, hayatımın seyrinin değişmekte olduğunun sinyallerini aldığım bir dönemdeyim. Çok heyecanlıyım, biraz da şaşkınım olup bitenlerden. 3 ay önce göz altına alınmam ve orada geçirdiğim üç gün, yeni bir başlangıç oldu benim için.

Suruç’ta can veren otuz insan için oturma eylemi vardı Alsancak’ta. Çantalarında oyuncak taşıyan çocukları, arkadaşlarımızı havaya uçurmuşlardı. Bir şeyler yapılmalıydı elbet, arkadaşımla oradaydık ve tereddütsüz katıldık eyleme, oturduk Halkevleri’nden gençlerin arasına, “çok güzeldiler, gözleri gururlu ve hüzünlü parlıyordu.” Acılıydık, canımız yanmıştı sadece oturuyorduk işte. Bir anda üzerimize çullandı polisler. Neye uğradığımı anlayamadım, gözümü bile açamıyordum, vücudumun değişik yerlerinden darbeler alıyordum, saçlarımdan çekiyorlardı. Sonra bir anda koluma yapışmış bir polisle kalakaldım. Beni yere çömeltti. Nefretle sıkıyordu kolumu. Sonra otobüse sürüklediler. Sevdiğim kadın da oradaydı ve diğer gençler. İşe bakın, 36 yıl aradan sonra yeniden polis gözetimi altındaydım. Üç gün tuttular bizi. Üç günde üç yıllık arkadaşlarım oldu, uzun uzun konuştuk, dertleştik. Çok güzel insanlar tanıdım; dostluğun, dayanışmanın en güzelini yaşadım. Bu, daha önce hiç tatmadığım bir duyguydu. Yalnız değildim. Bunun hayatımda yepyeni bir sayfa olduğunu o zaman bilemezdim, tek bildiğim içimin kıpır kıpır olduğuydu.

Size inandırıcı gelmeyebilir ama hiç mi hiç korkmadım polisten, orada olmaktan. İnsanın arkadaşlarının olmasının güzelliğini keşfettim. Tek korktuğum, kahretsin ki, işimi kaybetmekti. İşten atılırım diye korktum. Ağladım bile arkadaşıma içimi döküp. Bu üç gün bütün planlarımı altüst edebilirdi. Korktum. Avukatımdan işyerime gidip durumu anlatmasını, onları ikna etmesini rica ettim... Sağ olsun, ne güzel bir insandı o da. Dedim ya, hayatımda yeni bir dönem başlıyordu. Serbest bırakıldığımızda, daha ilk adımlarımda artık yalnız olmadığımı hissettim. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Ertesi gün gözaltındaki arkadaşımla buluştuk Alsancak’ta. Dostluğu, arkadaşlığı iliklerimde hissettim.

Ben Berna Koç. Bir saat sonra bitiyor mesaim. Bu gece Halkevi’nden arkadaşlarla Ankara’ya gidiyorum. Yarın Barış Mitingi var. Savaş bitsin, gençler, çocuklar ölmesin diye haykıracağız Ankara’da. Buradan çıkınca önce Alsancak Sevgi Yolu’na uğramalıyım, eylem için barış amblemli çıkartmalar alacağım. Sevgi Yolu benim iki yıl takı yapıp sattığım sokak, hemen hemen herkesi tanıyorum orada, onları görmek güzel olacak. Oradan eve giderim, başıma bir şey gelecek diye korkup, ‘gitme’ diyor bana sevdiğim kadın, “Barış Mitingi bu, ne olacak ki” diyorum, bana hiç kıyamaz zaten. Gece Halkevi önünden çıkacağız yola. Bir aşkın peşinden gidip, kendimi bulduğum şehirden şimdi barışı getirmeyi umuyorum. Sabah garın önünde Ankaralı arkadaşlarımla buluşmak için sözleştik. Onları görmek için Halkevi ekibinden bir süre ayrılırım diye planlıyorum, miting başlayınca kalabalıktan bir daha göremem yoksa. Sabah yol yorgunluğuyla ne güzel olacak Ankara’nın serinliğinde arkadaşlar, sıcacık bir bardak çay ve poğaça... Beni hiç bırakmaz arkadaşlarım...

“Hiçbir şey yapamasam nefes alırım en azından. Bilincim açık öylece nefes alırım. Okunaklı yazı yazamasam dahi, okunaklı alırım nefesimi. Sıkıntım var ! Sızıntım var diğer kaba doğru akıyor içimdeki tümleçler.”

Not: Bu metinde, anlatıcının birinci tekil şahıs olması dışında, hiçbir kurmaca ögesi yoktur. Yazının başlığı ve yazıdaki bütün alıntılar Berna Koç’un yazı ve şiirlerinden yapılmıştır.

Yazıda yer alan görüşlerin tamamı Berna Koç’un yazdıklarına ve arkadaşlarıyla yapılan görüşmelere dayanmaktadır. Bu yazının oluşturulma sürecinde Zahide Tanrıverdi, Neşe Çınar, Güneş Tercan, Aslı Güngörer, Evrim Çakır, Tülay Çelik, Korkmaz Kaygusuz, Onur Akşit, Erdem Gürsu , Ahmet Hakan Ahmetoğlu, Zerrin Kurtoğlu, Abide, İzmir Halkevi ve Siyah Pembe Üçgen ile görüşülmüştür.

Berna Koç’un bazı şiirlerine buradan ulaşabilirsiniz: http://profil.edebiyatdefteri.com/bernakoc/

Kaynak: http://101015ankara.org/berna-koc-kimse-siz-kimsiniz/

EVRENSEL'İNMANŞETİ

Yağma iklimi

Yağma iklimi

Enerji şirketlerinin patronlarının bizzat yönetimine girdiği Saray iktidarı, “iklim değişikliğiyle mücadele” adı altında sermayeye yeni kaynak aktarma hazırlığında. İktidarın Meclise getirdiği tasarıya göre karbon emisyonu ticareti sistemi kurulacak, “atmosferi kirletme hakkı” alınıp satılan bir mala dönüşecek. Sistem karbon ticareti zenginleri yaratırken, halka zehir kalacak.

BİRİNCİSAYFA
SEFERSELVİ
Erdoğan: Dünya bir imtihan yeridir, ekonomik zorluklar gelip geçer.

Evrensel'i Takip Et