Seyhan Yaylagül: Neredeyse bütün aileyi çekip çeviriyordu
10 Ekim Ankara Katliamı'nda hayatını kaybeden Seyhan Yaylagül anısına...
Arife Köse
Hâlâ Maraş katliamının izlerini, hafızasını dünmüş gibi taşıyan bu Kürt-Alevi yerleşim yerlerinde, çok sevilen, çok özlenen Seyhan Yaylagül’ün izini sürmek üzere Elbistan otogarına indiğimde Seyhan’ın kendisinden on yaş büyük ablası Meryem Yıldız’ın eşi İsmail Bey karşılıyor beni. Meryem Hanım’ın evine gidiyoruz.
Hakkındaki detaylara geçmeden önce Seyhan hakkında ne öğrendin, iki kelimeyle anlat deseniz hiç düşünmeden “ailenin direğiymiş” derim. Neden diye sorarsanız işte hikâyesi!
Kahvaltıdan sonra salona geçiyoruz Seyhan Yaylagül’ün ablası Meryem Hanım, eşi İsmail Bey, kızı Sidar ve Seyhan’ın eşi Hasan Bey, nam-ı diğer Hoca ile birlikte. Önce ablası Meryem Hanım anlatmaya başlıyor.
1974 yılında doğmuş Seyhan. Beş kız, iki erkekten oluşan yedi kardeşin en küçüğüymüş. Aslında sekiz kardeşlermiş, bir abileri daha varmış ama o hayatını genç yaşta trafik kazasında kaybetmiş. En küçük olunca tabii daha el bebek gül bebek büyümüş, diğer çocuklardan sakınılan bütün sevgi gösterileri ona kalmış. Aile üyelerinin geri kalanı kara lastik giyerken ilk kundura ve hatta ilk oyuncak ona alınmış. İlkokulu Toprakhisar Köyü'nde, sonra lise ikinci sınıfa kadar Mersin’de okumuş orada avukatlık yapan abisinin yanında kalarak. Kırmızı yanaklı, gür saçlı, çok güzel bir çocukmuş. “Onu süslemek Türkan ablamla benim en sevdiğimiz şeydi” diyor Meryem Hanım sanki bir oyuncak bebekten bahseder gibi.
Ancak köyüne, evine, özellikle annesine çok bağlıymış Seyhan. Lise ikinci sınıftan sonra Mersin’de dayanamamış, okulu bırakıp köye dönmüş.
Seyhan herkesin sevdiği, cıvıl cıvıl, dolu dolu bir insanmış. “Kardeşim, yoldaşım, can yoldaşımdı. Bizim aramızdaki kardeşlikten de öteydi. Üç yıldır işyerimde de birlikte çalışıyorduk. Dolayısıyla hayatımız bir bütün olmuştu artık, her şeyimiz birlikteydi. Ailemizin en küçüğüydü ama hiç öyle gibi değildi aslında. Mesela ben birisine bir şey söyleyeceksem onun aracılığıyla söyletirdim. Ben ondan on yaş büyüğüm ama her şeyi ona danışırdım” diyor Meryem Hanım.
Meryem Hanım’ın eşi İsmail Bey giriyor araya; “Seyhan çok anaç bir insandı. Bizim evi idare ediyordu, ablasını idare ediyordu, diğer ablasını idare ediyordu, babasının evini idare ediyordu; yani neredeyse bütün aileyi o çekip çeviriyordu. İki oğlu var. Seyhan hem babasına bakıyordu, hem çocuklarını yetiştiriyordu. Çok siyasi bir insan değildi ama duyarlı birisiydi, hep iyi şeyler yapmak isterdi. Aslında Seyhan’ın barış isteği çocuklarının geleceği için duyduğu endişeden kaynaklıydı. Yoksa böyle çok fazla siyasetin içinde olan bir insan değildi. Ankara’ya da birlikte gittik.”
BİR GÜN OLSUN BIRAKMAMIŞLAR BİRBİRLERİNİN ELLERİNİ
Meryem Hanım, İsmail Bey, Sidar adeta birbirlerini sözünü keserek anlatırken Seyhan’ın eşi, yani ''Hoca'' aralarında en sessiz olanı. Kelimeler en çok ona yetmediğinden sanırım. Çok ama çok âşıklarmış birbirlerine. Seyhan öldükten sonra Hoca’nın ailesi onu memleketine, Malatya’nın Kürecik Dumuklu Köyü'ne çağırmış ama gitmek istememiş, Elbistan’da Seyhan’ın ailesiyle birlikte yaşamaya devam etmiş. Boşuna Hoca demiyorlar ona, gerçekten de mesleği öğretmenlik.
Nasıl evlendiklerini merak ediyorum. Odadaki hüzün dağılıyor biraz, yerini gülüşmelere bırakıyor. Meryem Hanım, “Çoğumuz karşıydık evlenmelerine” diyor. Gerisini Hoca yavaş yavaş anlatmaya başlıyor; “1991 yılında Kars’tan buraya tayinim çıktı. Önce Maraş merkeze çıktı, oradan Toprakhisar Köyü’ne. Önce buraya Elbistan’a geldim, sordum köyün arabası hangisi diye. Köyün ortasına indim. İndim ki köyün her tarafı yıkılmış, binalar yok, yaşlılar sağlık ocağının yanındaki elektrik direğinin üzerine sıralanmış öyle oturuyor, laflıyorlar. Şimdi onlar kendi aralarında Kürtçe konuşuyorlar, ben de yeni gelmişim ya, benim Kürtçe bildiğimi bilmiyorlar. Ben de bilmemezlikten geldim. Onlar da konuşuyorlar, espriler falan yapıyorlar. Öğretmen olduğumu söyledim. İçlerinden birisi de Kürtçe 'pek öğretmene de benzemiyor ama' falan diyor. Ben hiç belli etmiyorum. Muhtarın evini sordum. Mavi kapılı ev muhtarın evidir dediler. Muhtar da Seyhan’ın abisi.”
Böylece başlıyor Hoca ile Seyhan’ın serüveni. Hoca, zaten zenginler, muhtarın kardeşinin talibi çok olur diye düşünerek pek ihtimal vermiyor evleneceklerine. En sonunda Seyhan’la doğrudan konuşmaya karar veriyor. Bakıyor ki Seyhan’ın da gönlü var.
Öyle evlenmişler. Bir gün olsun bırakmamışlar birbirlerinin ellerini. Herkes gıptayla bakarmış onların birbirlerine olan aşklarına.
İki çocukları olmuş. Birinin adı Umut Baran, on dokuz yaşında şimdi, diğeri Barış, o da on altısında. Sidar, “Çocuklarına koyduğu isimden bile belli değil mi nasıl birisi olduğu?” diyor.
Umut Baran geçen yıl hukuk fakültesini kazanmış. Seyhan’ın en büyük hayaliymiş oğlunun hukuk okuması.
Şimdi bu büyük aşk Hoca’nın eşine yazdığı dizelerde yaşıyor:
“Savaş çığlıkları atanlara karşı ‘Barış’ diye haykırdılar/ Meydanlarda el ele, omuz omuza halaylar çektiler/ İnadına barış, inadına özgürlük, inadına kardeşlik diye haykırdılar/ Bir gün ansızın gel yine/ Elinde sevgi çiçekleriyle/ Sensiz kalan dünyama/ Işık oluver SEYHAN!...”
İÇİMİZ HİÇ RAHAT DEĞİLDİ
Sidar 10 Ekim mitingine aileden altı kişi gittiklerini anlatıyor: “Ben, annem, babam, teyzem, Hoca ve kuzenim Hüroş.” Hüroş, Seyhan ve diğer yol arkadaşlarının arasında tedirgin olduklarına dair konuşmalar geçmiş ve alandaki pek çok kişiden bombacı olduklarını düşünerek şüphelenmişler. ''Neden'' diye soruyorum aslında cevabını bile bile. Meryem Hanım yanıtlıyor: “Diyarbakır’da seçimden hemen önce HDP mitinginde ve sonra Suruç’ta patlayan bombadan sonra içimiz hiç rahat değildi.”
Ankara’ya vardıklarında Seyhan HDP kortejinde olmak istemiş. Hoca Eğitim-Sen kortejine bakmaya gitmiş. İşte ne olduysa o zaman olmuş... bir patlama.. ardından bir tane daha.
Sendikalar önce anlamamışlar olayın boyutunu. Hoca, “biz yürüyüşe devam ettik ama köprüye geldiğimizde kortejin gerisinin gelmediğini farkettik. Geri döndük” diyor: “Ben yanımdaki herkesi kaybettim. Sonra çok yaralı ve ölü olduğunu öğrendik. En sonunda Seyhan’ı Hacettepe’de bulduk.”
Bu arada Meryem Hanım eşini ve yeğeni Hüroş'u bulduktan sonra alandaki tüm kayıp ve yaralıların içinden tek tek bakıp Seyhan'ı bulmuş. Defalarca sunî teneffüs yapmaya çalışmışlar ama nafile.
İsmail Bey isyanla acı karışımı bir ses tonuyla ekliyor; “Sidar Ankara’daki arkadaşının evine gittiği için kurtuldu, Hoca akrabasını gördüğü için kurtuldu, beni fotoğraf çekme sevdam kurtardı.”
Meryem Hanım giriyor araya hemen: “Ben de 'adaylar bir metre öne çıksın' dedikleri için kurtuldum.'' Kastı HDP’nin milletvekili adayları. Kendisi de adaymış o seçimde.
Seyhan kurtulamayanlardan oldu. Bir kez daha hayatta kalanlardan olmanın ağırlığı çöküyor omuzlara.
Bir sonraki durağımız Seyhan’ın doğup büyüdüğü, uğruna Mersin’i terk edip geldiği, gelin olduğu köyü. Köyde patlama sırasında Seyhan'la arasında sadece iki kişi duran yeğeni Hüroş, ablası Berfin, anneleri Songül Doğan karşılıyor bizi. Evlerinin direğini anlatıyorlar onlar da. Ağızlarından dökülen her bir kelime gözyaşlarını da getiriyor.
Sadece Berfin konuşabiliyor: “Annem evlendiğinde halam küçükmüş daha zaten. Bize çok emek vermişti. Biz onu ikinci anne olarak görürdük. Çok evcimendi, evde vakit geçirmeyi çok severdi. Çok titizdi, işlerine çok sadıktı. Keşke daha çok vakit geçirebilseydik” diyor. Her birinin gözüne baktığımda, insanların yarasını kanatmakla barış mitinginde hayatını kaybetmiş bir insanın hatırasını canlı tutmak arasındaki o ince çizgide buluyorum kendimi.
Seyhan’ın en az kendi köyü kadar sevdiği, o köyde yaşayanların da Seyhan’ı gelinleri gibi değil de evlatları gibi bağırlarına bastıkları eşinin Malatya’daki Dumuklu Köyü'ne geçiyoruz sonra.
EVİNDEKİ EŞYALAR OLDUĞU GİBİ DURUYOR
Köyde bizi Hoca’nın yüzündeki her bir çizgide hayatın tecrübesinin izi olduğu çok belli olan, sırtlanmak zorunda kaldıklarıyla omuzları artık biraz çökmüş annesi Döndü Yaylagül karşılıyor. Türkçe bilmiyor ama Seyhan’ın adını duyunca başlıyor ağlamaya. O gözyaşları öyle derin bir özlemi anlatıyor ki sözlere gerek yok.
Köyün sakinleriyle tanışıyoruz Seyhan’ın yüzü dağlara bakan mezarına doğru ilerlerken hep birlikte. Çiçeklerle kaplı mezarı. İsmail Bey bir sigara yakıp bırakıyor mezarın üzerine Seyhan’ın içmesi için.
Sonra hep birlikte önce Seyhan’ın evini geziyoruz. Aradan geçen zamana rağmen tek bir eşyasının yerini değiştirmemiş kimse. Bütün ev sanki Seyhan her an çıkıp gelecekmiş gibi duruyor. Çaylar yapılıyor, balkonda yaklaşık yirmi kişi toplanıyor. Bir insan her yerde ve herkes tarafından bu kadar mı sevilir!
Komşuları anlatıyor bu sefer Seyhan’ı. Hüsniye Hanım'la karşılıklıymış evleri. Birinin evinde bir yemek pişerse diğerine haber verirmiş hemen, hep beraber yenirmiş yemekler. “O benim komşum değil, sırdaşım, kardeşimdi” diyor Hüsniye Hanım.
O gün aramızda olmasalar da Seyhan’ın eşi Hasan Bey’in yeğenleri Cem ve Pınar Yaylagül yengeleri için yazdıkları mesajları iletiyorlar. Bu mesajlarda sadece yengelerine duydukları özlem değil, başka bir dünya var.
“Yengem bizim aileye geldiğinde ben dokuz yaşındaydım ilkokul üçüncü sınıftaydım. Amcam yengemin köyünde görev yapıyordu ve iki ya da üç haftada bir köyüne gelebiliyordu. Arabaları olmadığı için gelince birkaç kilometre yaya yürümek zorunda kalıyorlardı. Ben haftasonunu sabırsızlıkla bekliyordum ki amcam ve yengem gelecek. Daha çocuktum ben hiç peşinden ayrılmıyordum. Dedem kalp hastası bir insandı ve gürültüden rahatsız oluyordu amcamlar gelince biz arka odanın sobasını yakıyorduk ve gece yarısına kadar orada oturuyorduk. Onu anlatmaya ne kelimeler yeter ne de cümleler... Biz hayatta ondan çok şey ögrendik. Bunu bir bayrak gibi düşünelim, o bize verdi biz de bizden sonrakilere...” Bunlar Pınar'ın cümleleri.
Cem ise, “Seyhan yenge diyorum fakat ‘Yenge’ kelimesi o güzel insanı betimlemek için fazla resmî kalıyor. Bizim için anne, kardeş, sırdaş, dost.. her şeydi. Hepimizin geleceğe dair kurduğu güzel hayallerde muhakkak yeri vardı. Kendisi de aynı duygulara sahip olduğundan olacak ki hepimiz için kurduğu ve hayallerin en güzeli olan barışı isterken bedenen aramızdan ayrıldı. Beni ve ablamı Baran ve Barış’tan asla ayırmadı. Biz de onu sevdiklerimiz arasında en önlere koyduk ve yeri artık asla değişmeyecek. Bu dünyanın güzelleşmesi için, barış için çabalayanların herkesten uzun bir ömür yaşamaları dileğiyle...” diye yazmış.
Seyhan’ın büyük ablasının kendisiyle akran olan kızının dizeleri bizim de son sözümüz olsun: “SEYHAN,/ Yüzündeki son tebessümün,/ Elâ gözlerindeki son bakışının,/ Bombadan sonra cevap veremediğin/ yirmi dört cevapsız aramanın,/ Baran'ı cüppe ile göremeyişinin,/ Barış'ın geleceğine yön veremeden gidişinin,/ Baran’ın Barış’ın bir daha "anne" diyemeyecek olmalarının,/
Daha sevdiklerinle geçirebileceğin otuz yıllık yaşanamamışlıkların,/ Yarım kalan hayallerin,/
Yaşayamadığın tüm güzelliklerin,/ HESABI SORULACAK BİR GÜN.”
Kaynak: http://101015ankara.org/seyhan-yaylagul-2/