1990'lardan bugüne üniversite mücadelesi ve YÖK
6 Kasım yaklaşırken YÖK’ün baskıcı uygulamalarını, 1990’lı yılların gençlik deneyimlerini ve şimdiki gençlik mücadelesini Ercüment Akdeniz’le konuştuk
1990’lı yıllar üniversitelerde gençlik hareketinin yoğun olduğu dönemler. YÖK’ün kurulduğu tarih olan 6 Kasım yaklaşırken YÖK’ün baskıcı uygulamalarını, 1990’lı yılların gençlik deneyimlerini ve şimdiki gençlik mücadelesini Ercüment Akdeniz’le konuştuk.
KARANLIĞI YIRTAN BİR KUŞAK: 90’LAR
Gençlik mücadelesi açısından 1990’ları nasıl değerlendirebiliriz?
Gençlik özel bir baskı altındaydı çünkü üniversitelerden korkuluyordu. Öğrencilerin örgütlenmesi, dernekler kurması yasaktı. Kurulan dernekler kapatılıyordu. Bu süreç aynı zamanda devrimci öğrencilerin, mücadelenin önünde olanların gözaltına alındığı, kaçırıldığı, ve işkencenin yoğun olduğu bir dönemdi. Bir bildiri yüzünden 10 sene hapis yatanlar vardı. Örneğin N.A. adında bir lise öğrencisi sıranın üzerine “Savaşa hayır” yazdığı için başına gelmeyen kalmamıştı. Böylesi bir atmosferde öğrenci gençlik, kendi önünü açmaya çalıştı.
Öğrenci gençliğin birçok talebi vardı ama baskın olanı YÖK’ün kaldırılmasıydı. Diğer başlıca talepler örgütlenme, ifade özgürlüğü, öğrencilerin kendi örgütlerini kurma özgürlüğüydü. Bir de tabii esasen paralı eğitime karşı mücadele ediliyordu. Harçların kaldırılması için yoğun eylemler yapılıyordu.
O dönemde yükselen sınıf mücadelesi ve halk hareketi öğrenci gençliğin de önünü açtı. 12 Eylül darbesinden sonra 10 yıl boyunca zapturapt altında kalan üniversiteler de bu mücadeleye katıldı. 3-5 gencin bile bir araya gelmesinin engellendiği zamanlardan çıkıldı ve karanlığı yırtan bir döneme girildi.
“ÜÇ ÇATI ÖRGÜTÜ KURULMUŞTU”
95-96’da harçlara karşı mücadele zirve yapmıştı. Öğrenci gençliğin ülke genelinde çok yoğun, kitlesel olarak alanlara çıktığı, üniversite kampüslerinin dışına taştığı bir dönemdi.
Dernekler gerek yoğun baskılar gerekse ana kitleden kopma hastalığı yüzünden eski işlevlerini kaybetmişti. Bu süreçte fiili oluşumlar ortaya çıktı. Bunlardan bir tanesi Öğrenci Koordinasyonu’ydu. Kendilerini anti-faşist gençlik örgütü olarak ifade ediyorlardı. Kitlesel bir yapı olsalar da siyasal darlığı aşamadılar. Örgütü anti faşist tanımlamakla talepleri olan geniş kesimleri dışarda bıraktılar.
Benim ve Emek Gençliği’nin içinde yer aldığı oluşum Öğrenci İnsiyatifleri’ydi. Öğrenci İnsiyatifleri çeşitli üniversitelerde kol-kulüp ve toplulukların ve kimi yerlerde öğrenci temsilcilerinin fiilen buluştuğu bir yapıydı. Bu oluşum talepleri için mücadele etmek isteyen her öğrenciye kapıyı açıyordu. Bir de Öğrenci Platformu vardı. Bu yapı da geriye kalan devrimci gençlik örgütlerinin birliği olarak kurulmuştu. Bu üç ana platform zaman zaman birlikte de hareket edebiliyordu.
Son 20 yıl açısından düşündüğümüzde üniversite mücadelesinde değişen, gelişen ya da geri düşen yanlar ne oldu?
Temel birkaç nokta var. Devlet üniversitelerindeki öne çıkan talep parasız eğitimdi. Bir de baskıların ve yasakların ortadan kalkması. Dolayısıyla hem ekonomik hem demokratik taleplerimiz vardı. İçinden geçtiğimiz 20 yıl içinde neler değişti dersek 90’lı yılların ortalarında özel üniversiteler ortaya çıktı. Buna karşı bir muhalefet olsa da özel ve vakıf üniversitelerin önüne geçilemedi. Dönemin başbakanı Tansu Çiller’in bir sözünü hatırlıyorum “Türkiye dünyada kalmış son sosyalist ülkedir. Sosyalist ülkelerin hepsi yıkıldı bir tek Türkiye kaldı” diyordu. Tabi ironik olarak, mecazen söylüyordu bunu. Kamu sektörlerini tasfiye ederek, işçi sınıfının örgütlerini dağıtarak SEKA, PTT, Sümerbank gibi yerlerde özelleştirmeler yapılıyordu. “Niye üniversiteler devletin olsun ki, üniversiteler devletin sırtında kamburdur.” deniyor ve “Ne yapsak da bunları piyasaya açsak” diye düşünülüyordu. Sonra “İsteyen sermaye kuruluşu gelsin kendi üniversitesini açsın.” dediler. Sonunda mantar gibi yayıldı özel üniversiteler. Derme çatma binalarla başlayan bu üniversitelere biz “kümes üniversiteler” derdik.
“DEVLET ÜNİVERSİTELERİ DE ŞİRKETLEŞTİ”
Şu anda vakıf ile devlet üniversitelerindeki öğrencilerin sayısı hemen hemen birbirine yakın. Dolayısıyla yeni bir öğrenci kitlesinden söz edebiliriz. Öte yandan halihazırda var olan devlet üniversiteleri de belirli oranda şirketleşti. Buna da “rekabet ne kadar çok olursa üniversiteler o kadar zenginlik üretir” şeklinde kılıf ürettiler. Bu durum elbette öğrenci gençlik mücadelesi açısından bazı dezavantajlar doğurdu. Bir öğrencinin vakıf üniversitesinde okuması için para vermesi lazım. En küçük bir disiplin cezası alsa ya da derslerinden kalsa çok büyük paralar ödetiliyor. Bu yüzden mücadeleden geri durabiliyor öğrenciler. Ama nüfus da çok büyüdüğü için yükseköğrenim gençlik mücadelesinin kitlesi muazzam bir seviyeye ulaştı. Dolayısıyla yeni bir dinamik ortaya çıktı.
O dönem üniversite mücadelesi içinde YÖK’e olan tepkilerin çok yükseldiğinden bahsettik. O zamanlar YÖK üniversiteler üzerinde baskının sembolü olarak duruyordu. Şimdilerde YÖK’le ilgili değişiklikler yapılabileceği konuşuluyor. Bir yandan da Akademik Yıl Açılış Töreni Saray’da yapıldı. Bunların hepsine baktığımızda bugün için ne söyleyebiliriz?
Bir örnekle başlayayım. Abdülhamit dönemi, 33 yıl sürmüş baskıcı bir saltanat dönemiydi. Üniversite ve medreselerde Abdulhamit adına, saray adına ajanlar olurdu. Her yerde not tutan jurnalciler raporları saraya taşırdı. Amfilerde ders yapılırken görevli bir kişi hocanın ve öğrencilerin anlattıklarını bir bir not ederdi. Bunun amacı da üniversiteleri tehlikeli olarak görmeleri ve bir kalkışma planlayıp planlamadıklarını öğrenmek istemeleriydi. Abdulhamit hem gölgesinden korkan hem de korkusunu bastırmak için korku salan bir imparatordu.
Bir diğer örneğim de 12 Eylül döneminden. 12 Eylül’de bir amfide ders yapılırken kapısı açık olmak zorundaydı. Asker ya da devlet tarafından görevlendirilmiş kişiler, istedikleri zaman derse girip çıkardı. Burada meclis ya da halk iradesi yoktu. Yalnızca diktatörlük vardı. Bugünkü yapının ve gidişatın bu iki örneğe benzemeye başladığını söyleyebiliriz.
“ARTIK ONLARA YÖK DE YETMİYOR”
YÖK olduğunda da üniversitelerde baskı var tabii ki ama bu artık iktidarı kesmiyor, daha baskıcı bir yönetime ihtiyaç duyuluyor. Çünkü korku daha da artmış durumda. Suriye’de ya da Irak’ta savaşa katılma hevesi olan bir iktidar var başımızda ve bu iktidar içeride barış talebinin yükselmesinden ve bir sosyal patlama yaşanmasından endişeşi ediyor. Bu nedenle siyasal erk savaş karşıtı tepkiler istemiyor. Peki kim savaşa karşı çıkar? Öğrenciler. Kim barış ister? Öğrenci gençler, üniversiteler. Dolayısıyla oraların daha çok baskılanması gerekiyor.
Sürekli “ileri demokrasi” ve “milli irade”den dem vuran hükümet bugün seçilmiş belediye başkanlarını gözaltına aldı. O belediyelere kayyım atadı. Milli irade denen şey bugün kelepçe altında. Gidişat odur ki bütün yetkiler saraya bağlanacak ve yönetme mekanizması ona bağlı kurumlar aracılığıyla yürütülecek. Bunun bir adımı da üniversitelerde atılıyor. YÖK’ü sonuna kadar kullanan iktidar bununla da yetinmiyor, bunu iki açıdan revize etmek istiyor. Birincisi daha baskıcı bir yapı oluşturuluyor, ikincisi daha fazla sermayeye açılan üniversiteler isteniyor. Erdoğan ve AKP hareketi 14 yıl önce hep 12 Eylül’e vurarak, 12 Eylül rejimini değiştireceğini vaat ederek iktidara geldi ama iktidara gelince onun kurumlarına hiç dokunmadı. Üstelik YÖK, RTÜK gibi kurumları etkili bir şekilde kullandı, yeri geldi bu kurumlar 12 Eylül’ü bile gölgede bıraktı.
Son olarak bu dönem açısından gençlik mücadelesini nasıl değerlendirebiliriz?
Aradan geçen yıllar içerisinde mücadelenin seyri değişti. Geride kalan 20 yıla bakınca birçok tecrübe ve birikimden bahsedebiliriz. Örneğin son kuşak Haziran Direnişi gibi bir deneyim yaşadı. Sokağa çıkan 6 milyon insanın önemli bir kısmı gençlerdi.
YGS şifre skandallarının ardından sokağa çıkan gençler sonrasında üniversitelere girdi. Yani her yeni kuşak bir öncekinin mücadele geleneğiyle örgütlenmeye yöneldi. Bugün de karanlığa sırtını dönen, “proje okullara” direnen liseli gençler yarının üniversitelileri olacak. Yani onlar da bir mücadeleyi deneyimleyip üniversitelerdeki yerlerini alacaklar.
Bunun karşısında bir de gericiliğin örgütlendiği “dindar ve kindar bir nesil” yetiştiriliyor ve bu gençler de üniversitelere doğru geliyor. Dolayısıyla önümüzdeki dönem bu iki kesimin siyasal ve fikri mücadelesine sahne olacak. Türkiye aydınlığa mı çıkacak yoksa daha da karanlığa mı gidecek bunu biraz da bu mücadele belirleyecek. Ama bu mücadelede dikkat edilmesi gereken bir şey var: Talepler üzerinde mücadelenin örgütlemesi. Yapay kutuplaşmaları kırıp atacak ve en geniş öğrenci birliği sağlayacak yol işte bu yoldur.
DİPLOMALI İŞSİZLİK ORANI %33
Bugün AKP’ye ya da milliyetçi partilere oy veren, onların arkasından giden, yüzünü onlara dönen gençler var ama o gençlerin de bir gelecek sorunu var. İşsizlik rakamları şu an %10.7’yi gösteriyor. Diplomalı işsizlik oranı %33’lerde seyrediyor. Her tarafa yayılan özel üniversitelerden mezun olanların çok büyük kısmı zaten işsiz kalıyor. Dolayısıyla kendi talepleri etrafında birleşmeyi başarabilen bir gençlik olursa bir çıkış yolu olabilir.
Elbette bugün hem Türkiye hem de üniversiteler OHAL rejimi altında ve kararnameler eliyle çok daha baskıcı bir döneme giriyor. Muhalif tv ve gazetelerin kapatıldığı, kültür dergilerine bile tahammülün kalmadığı bu süreçte muhalif düşünen akademisyenler de kitlesel olarak üniversitelerden ihraç ediliyor. İktidar tüm demokratik kırıntıların berhava edildiği bir yönetim şekli istiyor. Dolayısıyla üniversite gençliğinin kaderi dünden çok daha fazla şekilde ülkenin demokratikleşmesi ve halkın kurtuluş mücadelesine bağlanmış durumda.
Gerisi... Geçmişten kalan bütün mücedele ve örgütlenme mirası zaten bugünün kuşağına aittir. ve her kuşakta olduğu gibi günümüz gençlik kuşağı da kendi yolundan ilerleyecek; işçi ve emekçi sınıflarla birleşerek ülkeyi aydınlık yarınlara mutlaka çıkaracaktır. Ve o yarınlarda ne 6 Kasımlara ne de YÖK gibi antidemokratik kurumlarına yer olmayacaktır.
“12 Eylül askeri darbesinden sonra yapılan anayasa özel olarak üniversiteleri de düşündü. Üniversiteler için antidemokratik ve baskıcı yasalar çıkardı. Bunların en başında YÖK geliyor. YÖK, polis baskısı ve idare baskısı uzun yıllar öğrencileri zapturapt altında tuttu.
Geride kalan 20 yıllık süreç şunu gösterdi: Egemenler YÖK’e, öğrenci gençlik de hep YÖK’e karşı mücadeleye sarıldı. Yükseköğrenim gençliği bütün baskılara rağmen 12 Eylül anayasasına ve onun antidemokratik uygulamalarına karşı mücadeleden geri durmadı. Savundukları şey üniversitelerin idari, mali ve bilimsel açıdan özerk olmasıydı.”
Saray’da yapılan törende Erdoğan, rektörlük seçimleriyle ilgili de açıklama yaptı. Bu hafta da rektörlük seçimleri fiilen kaldırıldı. Artık YÖK adayları direkt seçiyor, Cumhurbaşkanı da rektörü atıyor. Bu konuda ne söyleyebilirsiniz?
12 Eylül anayasasına göre bir üniversitede seçilen rektör adaylar arasından ilk 6 isim YÖK’e gönderilir. YÖK bunu üçe düşürür ve kalan üç aday arasından Cumhurbaşkanı rektörü atar. Bu kadar antidemokratik bir şey olabilir mi? Şimdi onu da kaldırdılar. OHAL kapsamında çıkan son OHAL kararnamesiyle rektörlük seçimleri kaldırıldı. Artık adayları seçim değil YÖK belirleyecek atamayı da Cumhurbaşkanı yapacak.
Doğrudan Cumhurbaşkanı tarafından atanan rektörlerin Saray’da toplantı yapıp talimatları oradan aldıkları ve gelip üniversitelerde uyguladıkları bir yapı ortaya çıkıyor. Bu üniversiteyi üniversite olmaktan tümüyle çıkarır. Atanmış müdürleri olan liseler, ilkokullar gibi olur üniversiteler. Bu durumda da artık üniversiteler, sorgulayan bilim kurumları asla olamazlar.
Üniversitelerin açılış yıl törenleri de sarayda olacaksa üniversitelerin kapısına kilit vurun gitsin o zaman! Üniversite, her zaman iktidardan bağımsız olmalı eleştiri mesafesini kaybetmemelidir. Çünkü üniversite bilimi esas olarak halk için yapar. Üniversitenin özerkliği de bu nedenledir. Üniversitenin bilimsel ve eleştirel duruşunu koruyup dinsel dogmalarla çatışması gerekir. Ama bunu bütünüyle ortadan kaldıran bir yapı var bugün. İktidarın bu yönde gündeme getirdiği kararnameler ise darbe talimatnamelerini aratmıyor.
YÖK VE ÜNİVERSİTELER TARİHİ
6 Kasım 1981
12 Eylül darbesinden bir yıl geçmişti ki 6 Kasım 1981’de Yükseköğretim Kurulu (YÖK) kuruldu. YÖK, 12 Eylül darbesinin ürünüydü ve üniversiteleri zapturapt altına almak için kurulmuştu.
1995
Üniversite harçlarına yapılan zammın gündeme gelmesiyle beraber üniversiteliler zamma ve harçlara karşı eylemler yapmaya başladı. İmza kampanyaları başlatıldı, mitingler düzenlendi. Liseler ve üniversiteler harç zamları etrafında politikleşti.
6 Kasım 1996
YÖK’ün kuruluş tarihinde yapılan YÖK protestosunda polis müdahalesiyle 600’e yakın öğrenci gözaltına alındı, 20 öğrenci ağır yaralandı.
1999-2002
Yükseköğretim Kurulu (YÖK), 1999-2002 yılları arasında toplam 357 öğrenciyi, çeşitli disiplin suçları nedeniyle üniversitelerden attı. “Disiplin suçları”nın çoğunluğunu oluşturan suçlar arasında “ideolojik halay çekmek, YÖK protestoları, dilekçe vermek, gürültü yapmak, solcu öğrencilerle birlikte görülmek, şenlik düzenlemek, afiş asmak, rektörü protesto etmek, Deniz Gezmiş’i anmak” gibi eylemler ilk sıralara yerleşti.
2009
Araştırma görevlilerine yönelik 50/d uygulaması gündeme geldi. Birçok üniversitede raştırma görevlilerinin doktoralarını tamamladıklarında işsiz kalmalarına sebep olan 50/d uygulamasına karşı eylemler yapıldı.
2010
YÖK’ün yayınladığı “Özgür Üniversite” kararlarında, “Kolluk kuvvetleri ve sivil emniyet personeli, rektörlüklerce valiliklerden talep edilmesi” ve “sivil kolluk güçlerine yer tahsis edilmesi” ifadesi yer aldı. Karar, üniversitelerde sivil polisler için yer tahsis edilmesinin, öğrencilere parmak izi kontrolü yapılmasının, kameraların yaygınlaştırılmasının önünü açtı.
2011
YÖK, üniversiteye giriş sınavında uygulanan katsayı uygulamasını kaldırdı.
“Katlamalı harç” gündeme geldi. Öğrencilerin tepkileri üzerine bu karar uygulanmadı.
2012
YÖK, Fen ve Edebiyat Fakültesi öğrencilerine formasyon hakkını kaldırma kararı aldı. Birçok üniversitede eylemler yapıldı, üniversiteliler formasyon haklarını geri aldı.
Ocak 2016
Barış için Akademisyenler’in imzaladığı barış bildirisinden sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan, akademisyenlere “aydın müsveddeleri” demişti. Daha sonra YÖK, bildiriyi imzalayan akademisyenlere “gereğinin yapılacağı”nı belirtti.
Haziran 2016
AKP Hükümeti, Milli Eğitim Teşkilat Yasa Tasarısı’nda yaptığı değişiklikle, YÖK Başkanı’na akademisyenlerle ilgili olarak disiplin cezası gerektiren tüm eylemleriyle ilgili doğrudan soruşturma açma yetkisi getirdiği belirtildi.
19 Temmuz 2016
YÖK, ülke genelinde tüm dekanların istifasını istedi. YÖK’ün açıklamasının üzerinden saatler geçmeden birçok dekan istifa etmişti.
29 Ekim 2016
Çıkarılan Kanun Hükmünde Kararname ile rektörlük seçimleri kaldırıldı. KHK’ya göre daha önce seçimle belirlenen üç aday, artık seçim yapılmadan YÖK tarafından önerilecek.