Felsefe ve İnsan Felsefede İnsan
Marx’ın diyalektik ve tarihsel materyalizmi, bütün felsefe tarihinde ilk kez insanı gerçek insan olarak etken konuma getiriyordu.
Aydın ÇUBUKÇU
İnsanın doğal ya da tarihsel bir varlık olmaktan öte, hakkında düşünülen bir varlık haline gelmesi felsefenin doğuşuyla birlikte olmadı. Antik felsefenin öncüleri, kendilerinden çok dünya üzerine düşünüyorlardı çünkü. Evrenin kökeni nedir, ilk madde hangisidir gibi.
Kabaca sıralarsak, sonra aklın gücü hakkında düşünmeye başladı felsefe. Bu aklın insanın dışında, hatta bu dünyanın dışında bir yerlerde bulunduğu düşünülüyordu ama bu da, aklın gücüne yaklaşım konusunda çok büyük adımdı.
“Düşünen insan” kavramına ulaşmak da epey zaman aldı. Yaratıcı bir düşünce hakkındaki fikirleri, bu dünya dışında bir yerlerde düşünen akıl yolunda geliştikçe, felsefe sahici insana yaklaşamıyordu. İnsana ulaşmak, nice toplumsal ve düşünsel gelişmeden sonra gerçekleşebildi.
Fakat bu da “soyut insan” idi. Bir kavram ve genel isimden ibaretti. Canlılığı yoktu; eylemiyle birlikte, dünyadaki etkin varlığı içinden tanımlanan bir varlık değil, bir ideal, bir soyutlama, bir tasarımdı.
Felsefenin ayak sürümesinin belki de mitolojiyle olan köken bağının ilişkisi vardır. Mitolojik düşünce, uzun süre, kozmogoni ve teogoni üzerine masallar anlatmış, evrenin ve tanrıların kökeni hakkında pek çok şey uydurabilmişti. Ama insanın kökeni hakkında Pandora’nın yaratılışına kadar bir açıklık yoktu. Bir sürü erkek tanrı nereden doğmuştu? Ayrıca Pandora’nın erkeklere bir ceza olarak yaratılmış olması da bir kenara not edilmeli.
Genellikle bu dünyanın ilişkilerinin “tersine çevrilmiş anlatımı” olmasına karşın, mitoloji, bunun yanıtını aramayı pek ilgi çekici bulmamıştı galiba. Felsefe de bir ucundan mitolojinin aşılmış devamı olarak bu sorunu ertelemişti.
Büyük klasik Alman Felsefesi de soyut-ideal insan üzerine çok düşündü, çok konuştu. Özellikle “insanın özü” sorunu, her eleştirinin başlangıç noktası ve amacıydı. Onlardan başka, ilk materyalistler gibi, insanı bir başka soyutlama içinde, yalnızca biyolojik bir varlık, “düşünen hayvan” vs. gibi tek nedenle, tek görünüş özelliğiyle tanımlayanlar da vardı.
Alman Felsefesi, bütün büyük düşünürleriyle birlikte evrensel felsefenin zirvesidir kuşkusuz. Fakat aslında bir filozoftan ziyade bilim insanı olarak adlandırılması daha doğru olacak olan Marx, bütün bu muazzam felsefe evreninin her tezini yeniden düşünürken, onca akıllı düşünürün nedense kenarından geçtikleri bir yenilik keşfetti. Soyut ve ideal insan, baş harfi büyük yazılan “İnsan” yerine, yaşayan, ölen, âşık olan, savaşan, üreten sahici insanlar hakkında konuşmaya başladı. İnsan, akılla, ahlakla, dinle, estetikle, ya da bunlar gibi herhangi bir başka soyutlamayla değil, bizzat yaşadığı koşullarla anlaşılmalı, eğer değiştirmek diye bir dert varsa bu koşulların değiştirilmesiyle değiştirilmeliydi. Kısacası, insan ve toplumsal koşullar birlikte ele alınmalıydı.
Marx özellikle Klasik Alman Felsefesinin temel problemlerini bu noktadan eleştiriyor, insanı tarihsel eylemi dışında düşünmeye çalışan bütün felsefelerin metafizik karakterini açığa çıkarıyordu.
İnsanın, toplumsal-tarihsel bir varlık olması, onun doğal bir varlık olmasının inkârı anlamına gelmiyordu kuşkusuz. Çünkü insanın ve toplumların tarihi de sonuçta doğa tarihinin bir devamıydı. Öyleyse insanın gelişimi birleşik bir evrim süreciydi ve “insanın özü” denilen şey, toplumsal ilişkilerinin toplamı olabilirdi. Öncekiler, insanın özünü toplumsal ilişkilerin ürünü olarak değil de soyut olarak görenlerin ortak özelliği ise, dünyayı sadece yorumlamakla yetinmeleri idi. Birbirine bağlı bu düşünce ve tutum, devrimci pratik eylemin önemi hakkında da bir kavrayış geliştiremezdi.
Marx’ın diyalektik ve tarihsel materyalizmi, bütün felsefe tarihinde ilk kez insanı gerçek insan olarak etken konuma getiriyordu. İnsan, yalnızca soyut varlığı hakkında düşünülmekten çıkıyor, “etkin özne” olarak yerini buluyordu. Bunun en önemli sonucu ise, “soyut birey”, belirli bir toplum biçimi içinde anlaşılabilecek insana ulaşmak oluyordu. İnsan hakkındaki bu bakış açısı, böylece Marx’ın bir anlamda sınırlayarak söylediğinden daha fazlası halinde, yalnızca Hegel diyalektiğinin değil, bütün düşünce ve eylem tarihinin “ayakları üzerine” dikilmesini sağladı.
İNSANDA FELSEFE
Felsefenin gerçek insana ulaşması epeyce geç ve zor oldu. Peki, insan felsefeyle ne yaptı? Felsefe insanın bir işine yaradı mı?
Başlangıcından beri felsefe, insanın kendisiyle ve dünyayla ilişkisinin tutarlı ve kapsayıcı bilgisini arayışını temsil etti. Mitoloji, din, ahlak, sanatın bütün dalları, hatta politika bin yıllar boyunca bu arayışın farklı biçimleri olarak kullanılmıştı.
İnsan, belki de bütün tarihi boyunca, yalnızca mutlu, barış içinde ve tok yaşayabilmenin yolunu aradı. Bunun için avlandı, savaştı, alet yaptı, sosyal kurumlar icat etti. Eşitliğin ve özgürlüğün de böyle bir hayat içinde gerçekleşebileceğine inandı. En temel ihtiyaçları, yani beslenme, barınma ve soyunu devam ettirme hangi çağda ve hangi toplumsal ilişkiler içinde yaşarsa yaşasın hiç değişmedi ama bunları gidermek için kullandığı araçlar, olanaklar değişti. Zamanla yeni ihtiyaçlar üretmeye de başladı! Ama yine hep aynı özlemi taşıdı; barış içinde, tok ve mutlu yaşamak!
Felsefe, bu yolda yapıp ettiklerinin tümünü birbiriyle bağlantılı ve daha fazlasını da kapsayan bir bilgi olanağı sunuyordu ona. Mitolojinin, sanatların ve bilimin verdiklerinden daha fazlasını ve onların hepsinin akılla birleştirilmesinin yolunu açıyordu.
Böylece felsefe, aslında en fazla merak edilenler hakkında “bilgece kehanetler” yapabilmenin de aracı oldu. Çünkü soyut ve genelleştirilmiş düşünce, bir bakıma “hiçbir şey hakkında olmayan” ama “her şey hakkında olan” hükümler verebilmeyi mümkün kılıyordu. Bunlar geçerli hükümler miydi? Dene, gözle, eyleme giriş ve gör!
Fransız Devrimi’nden devralınarak klasik Alman filozları tarafından felsefenin amacı olarak özetlenmiş slogan, özgürlük, eşitlik ve kardeşlikti. Bunların biçim verdiği bir dünya “felsefenin gerçekleşmesi” olarak ilan edilmişti. Marx, dünya işçi sınıfının büyük devrimci gücüyle o eski ama eskimeyen sloganı birleştirdi ve felsefenin gerçekleşmesini bu kez komünizmle eşitledi:
“Felsefe insan kurtuluşunun kafası, proletarya da kalbidir. Felsefe proletarya ortadan kalkmadan gerçekleşemez, proletarya da felsefe gerçekleşmeden ortadan kaldırılamaz.”