Pür bir diktatörlük bu!
Marmara Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Erol Katırcıoğlu ile AKP'nin tam başkanlığı öngören yeni anayasa taslağını konuştuk.
Serpil İLGÜN
AKP’nin 2010’da “tam sivil, tam özgürlükçü, tam demokratik bir anayasa” hazırlama vaadinde gelinen nokta, tüm yetkilerin tek bir kişide toplandığı başkanlık için Anayasa oldu.
1993’te başkanlık sistemi için “ABD emperyalizminin bize bir tavsiyesi” diyen Erdoğan, bugün işlerin hızlanmış olmasından memnun.
Hafta başında MHP’ye sunulan taslağın, tepkiler göz önüne alınarak “güçlendirilmiş cumhurbaşkanlığı” üzerinden bina edildiği belirtilirken; Erdoğan, ismin başkanlık ya da cumhurbaşkanlığı olmasının kendisi için önemli olmadığını söyledi.
Adına cumhurbaşkanlığı denilen ama tam başkanlığı öngören taslağa göre başkan Anayasa Mahkemesi ve Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu üyelerinin yarısını atama hakkına sahip olacak. Bakanlar dışarıdan atanırken, başkan kanun yapabilecek. Başkanın Yüce Divan’a sevki de neredeyse imkansız.
Son şekline MHP ile yapılacak pazarlıklarla karar verileceği belirtilen taslağı Marmara Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Erol Katırcıoğlu ile konuştuk.
‘Rejim mi yoksa sistem mi değişiyor’ tartışmasıyla başlayalım. Rejim değişikliği, ‘yasama ve yürütme yetkilerinin yeniden düzenlenmesi’ ise, sizce ‘rejim değişiyor’ diyenler haklı mı?
Kuşkusuz haklı. Çünkü bütün erklerin tek bir kişide, başkanda toplanmasını öngören bir anlayışın şu andaki rejimden farklı bir rejim ima ettiği çok açık. Kimse birbirini aldatmasın, açık açık fikirlerini söylesinler diye tercih ederim ama öyle olmuyor. İslami kesimin şöyle bir mantığı var; Türkiye’nin eski Osmanlı gücüne ulaşmak için yapılması gerekenlerin demokrasi ile olmayacağının farkındalar. Çünkü demokrasi, toplumun ikna edilmesi gerektiğini söylüyor. Fakat bunların öyle bir zamanı yok veya öyle bir mantıkları yok. Dikkat ederseniz zaten Tayyip Erdoğan’ın ağzında hep “hızlı karar vermek” diye bir gerekçe var. Halbuki doğru karar vermek önemli. Doğru karardan kastettiğim, toplumun onaylayacağı karar. Bu bağlamda, getirilen Anayasa değişikliği koca bir yalan aslında. Dünyanın hiçbir ülkesinde Anayasa böyle yapılmadı. Hukukçular diyor ki, “Anayasada ne yazdığından çok Anayasanın nasıl yapıldığı önemlidir.” Neden bunu söylüyorlar, şunun için; toplum nasıl yaşamak istediğini kendisi ifade etsin, farklılıklar varsa o farklılıkları gidermeye yönelik tartışmalar yapılsın ve sonuçta herkesin üzerinde uzlaşacağı birtakım kurallar yığınına ulaşalım. Mesela Güney Afrika’da altı yıl süren bir Anayasa yapımı söz konusu oldu. Benzer bir durum, Anayasa yapımı için kurucu meclis oluşturan Tunus’ta söz konusu. Ama bizim böyle bir yönelimimiz yok.
Yeni Anayasa, dolayısıyla başkanlık ‘sistemin tıkandığı, sorunlara çözüm üretmediği’ gerekçesiyle savunuluyor. Çözüm üretmeyen parlamenter sistem mi yoksa, zihniyet mi?
Önce şunu söyleyeyim, toplumlar görece kutuplaştılar. Dünya, farklı kimliklerin kendi değerleri etrafında birleştiği ve bunu siyasete yansıttığı bir dünya olmaya başladı. Türkiye’de bunun karşılığı İslamcılar AK Parti’de, Alevi ve seküler kesimler CHP’de, milliyetçiler MHP’de, Kürtler ve bir kesim sekülerler de HDP’de kendilerini ifade eder oldular. MHP’nin esasında bu denklemde artık çok yeri yok, çünkü AKP ile ortaklaşma yönüne doğru ilerliyor. Dolayısıyla üç unsurlu bu yapıdan bakarsak, söyleyecek şey basit: Sosyolojik kimlikler siyasallaştığından, sandık toplum için ortak bir iyiyi üretmek yerine, nüfus itibariyle kim daha fazlaysa onun iktidarını gösteren bir araca dönüştü.
Bunda seçim barajının da rolü yok mu?
Seçim barajının, insanların kendi kimlikleri etrafında siyasi davranışlar belirlemeye başlamasının da bir etkisi var tabii ki. Ama esas olarak insanların grup halinde, kimlik halinde davranmaları sandığı kimlikler arasındaki mücadelenin bir aracına dönüştürmüş durumda.
7 Haziran bu denklemi bozan sonuçlar üretmedi mi?
7 Haziran şöyle bir şey yaptı; Türkiye’deki kimlikçi hareketler içinde bence en düzgünü olan, o sebeple de Türkiye’deki sol ve demokratların da içinde olduğu HDP’nin Türkiyelileşme anlayışı vardı. Türkiyelileşme zaten bütün bu kimlik sorununu halletmeyi de amaçlayan bir şeydi. Şunu diyordu: “Farklı kimliklerimiz olabilir ama biz toplum olmak istiyoruz ve farklı kimliklerle birlikte yaşamak istiyoruz!” Ancak bugün artık toplumun bu kutuplaşmış haliyle hangi sistemi getirirseniz getirin, tedaviye yetmeyecektir. İslami kesimin (şu an itibariyle söylüyorum) çoğunluk olması itibariyle iktidarı elinde tutacağı bir durum ortaya çıkmış vaziyette. Bu sabit bir şey değil tabii. Siyasetçiler bunu görerek hareket ederlerse, bunu aşmaya dönük adımlar atabilirler.
Tıkandığı söylenen parlamenter sistem gereği gibi işletilebilirse yola devam edilebilir mi?
Şunu söyleyeyim, Türkiye’nin nasıl yönetileceği ile ilgili bir soru var bence. Bu soru tartışılırken başkanlık sistemi de tartışılabilir; ama ben Türkiye toplumunun bu kimlikçi, cemaatçi yapısını düşündüğümde en kötü sonuç verecek olanın başkanlık sistemi olacağından eminim. Anlaşılan o ki İslami kesim, darbe girişimini de vesile kılarak -ki 15 Temmuz olmasaydı bunları yapamazdık diyor zaten- bir darbe gerçekleştirmek istiyor ve darbe gerçekleştiği zaman yönetime tek adamın gelmesi doğal oluyor. Dünyadaki deneyimlerde böyle zaten.
Diğer yandan başkanlık karşısında temsili demokrasiyi savunmak da bana anlamlı gelmiyor. Daha ileri bir modelin tartışılması gerektiğini düşünüyorum. O da katılımcı demokrasi. Yerele vurgu yapan bir anlayış geliştirmemiz lazım. Günümüz insanları kendi hayatlarına kendileri karar vermek istiyorlar. Ben İstanbul’da yaşıyorsam, İstanbul’la ilgili bir kararın bana sorulması gerektiğini düşünüyorum. Ankara’dan bir takım bürokratların İstanbul’a bilmem ne yapma kararı almalarından rahatsızım.
TOPLUM BAŞKANLIĞA SICAK BAKMADIĞI İÇİN KELİME OYUNU OYNANIYOR
Amerikan sistemi, yarı başkanlık, Türk tipi derken, ‘tam güçlendirilmiş cumhurbaşkanlığı’ ortaya çıktı. Ne anlayalım bu güçlendirilmiş cumhurbaşkanlığından?
Kelime oyunlarına girme ihtiyacında oldukları görülüyor. Sanıyorum MHP ile yapılan uzlaşma nedeniyle partili cumhurbaşkanlığı üzerinden gidiyorlar.
Bu sadece MHP’yi memnun etmek için mi yoksa toplum tepkisi de gözetildi mi?
Bence gözetildi. Cumhurbaşkanlığını toplum içselleştirmiş durumda, 90 yıllık bir geçmiş var. Başkanlığa ise insanlar sıcak bakmıyor. Gerçi referandum sathı mailinde ne olur bilemem ama şu açıktır ki bu kadar cemaatçi bir toplum tek bir kişinin (başkanın) emrine girerse, yasamayla yürütmenin iç içe geçtiği ve birbirini denetleme şansı olmayan bir mekanizmaya dönüşmesi çok kolay. Bizim gibi toplumlarda özerk olmak mümkün değil neredeyse. Belli cemaatler içinde yaşıyoruz ve “Hayır kardeşim ben böyle düşünüyorum” diyen bir tavır çok ortaya çıkarmıyor. Siyasette de görüyoruz bunu, akademi de, yargıda da…
ESASINDA TOPLUMU KENDİLERİ BÖLÜYOR
Başkanlık konusu, bölünme retoriği üzerinden konuşulmaya devam ediliyor. Buna son günlerde ‘ülkenin bekası’ eklendi. Başkanlık tartışmalarında örnek verilen ABD’nin eyaletlerden oluştuğunu anımsatarak soralım; bölünme sopasının bunca sallanmasının maksadı ne?
Bir kere bizim toplumumuzun zaten bölünmüş olduğu gerçeğini kabul etmemiz lazım. Biz zaten hiçbir zaman toplum olamadık. Bir “biz” duygusu üretilemedi. HDP bu duyguya işaret etti, ancak önü kesildi. 90 yıl önce yapılması gereken bir şeyi şimdi yapmamız gerekiyor bence. Bölünme korkusunu aşarak, nasıl bütünleşiriz sorusunu sormamız lazım. Ve sanıldığının aksine yetkinin yerele geçmesi kopmayı değil, aksine bütünleşmeyi getirecektir.
Sanıyorlar ki böyle yaparak birliğimiz sağlanır. Tam aksine böyle yaparak birlikteliğimiz bozuluyor. Kürt illerine bakın, oradaki insanlar Türklerden iyice umudunu kaybettiler. Kim yarattı bunu? Türkler yarattı. Ama Türkler dün de yaratmıştı bunu. Hep şunu söylerim, Türkler bu meseleyi nasıl çözeceklerini bilmiyorlar. Çünkü benimsedikleri paradigma bunu anlamalarını mümkün kılmıyor. Dün “dağda yürürken çıkardıkları kart kurt sesinden dolayı Kürt deniyor” diyen mantık, bugün neredeyse “Türkiye’de Kürt olmasın daha iyi olur” diye bakıyor. İktidar garip bir formülasyon yaptı; PKK, DAİŞ, FETÖ filan hepsini bir araya koydu. Buradan giderek kendilerine göre bir temizlik operasyonu yapmaya çalışıyorlar, ama bu esasında toplumu her geçen gün bölüyor. Gerçek bu.
AKP cephesinde ‘cumhuriyet parantezinin kapatılacağı’ 15 Temmuz’dan önce de yazıp çiziliyordu. Ancak 15 Temmuz sonrasında ‘devletin bütün kurumlarıyla yeniden inşa edileceği’ daha sık ve daha iddiayla dile getiriliyor. Başkanlık, bu yeniden inşa meselesinde nerede duruyor? Neden önemli?
Bir kere adını koyalım, siyasal İslam veya İslami kimlikli siyaset Türkiye’yi Osmanlıların devamı olarak görüyor. Bu nedenledir ki 1923’te cumhuriyetin kurulmasını bir parantez olarak ele alıyor ve bunun kapatılması gerektiğini düşünüyorlar. Zaten o nedenle “yeni Türkiye” lafını kullanıyorlar. Birinci cumhuriyetin sahip olduğu bütün paradigmayı değiştirmek istiyorlar. Evet laiklik konusu konuşulabilir, laiklik konusunda belki çok sert bir tutum vardı, çok fazla pozitivistti, çok fazla elitistti, bunlar eleştirilebilir ama buradan geleceğimiz yer Osmanlı olmamalı. Çünkü Osmanlı da elitist bir yönetimdi. Kim yönetirdi diye baktığımızda saray ve saray etrafındaki birtakım insanlar. Asla toplumun dahil edildiği herhangi bir şey görmüyoruz. Dolayısıyla benim gördüğüm kadarıyla Tayyip Erdoğan ve arkadaşları, en azından 2010’dan sonra daha açık olarak, Türkiye’nin Osmanlı’nın doğal devamı olduğunu kabul etmemizi istiyorlar.
Yani cumhuriyetin homojenleştirme politikası, bu kez İslami ideolojiyle yapılıyor…
Evet, böyle yaparak daha güçlü olacağını, başkanlık sistemi ile Türkiye’nin daha büyüyeceğini… Ne bileyim, başsız deve gibi görülen Arap dünyasına belki baş olmak istiyorlar, bir anlamda hilafetin başka bir biçimde gelmesini istiyorlar… Ümmetçi bir anlayışları var, ben buna tümüyle itiraz etmiyorum ama mesela ümmetçilik meselesinde Kürt sorununa yaklaşırken “Ya bunlar da bizim Kürt Müslüman kardeşlerimiz” denmesi anlamlı olmakla beraber, asıl konuşmamız gerekenin Kürtlerin hakları meselesi olduğunu düşünüyorum. Asıl mesele Kürtlerin Müslüman olması değil, bir takım taleplere sahip olan bir kesim olmasıdır. Dolayısıyla Türkiye’yi yönetenler kendilerinden farklı olanları görmek, kabul etmek, yani demokrat olmak zorundalar. Olamadıkları bu. Şu var ki, iktidarda olmanın avantajlarını çok iyi kullanıyorlar, bütün iletişim araçlarına zaten el koymuş vaziyetteler, kendileri yönlendiriyor ve azar azar böyle kelime oyunlarıyla vs toplumun desteğini alarak daha ileri bir yere götürmek istiyorlar diye düşünüyorum.
EVREN İÇİN HAZIRLANAN ANAYASADAN, ERDOĞAN İÇİN HAZIRLANAN ANAYASAYA DÖNMÜŞ OLDUK
Başkanlıkla ilgili temel tartışmalardan biri denetim mekanizmalarının nasıl olacağı ile ilgili. Medyaya yansıyan taslağa göre cumhurbaşkanı yüksek yargının yarısını seçecek, rektörleri atayacak, KHK’larla kanun çıkaracak, fesih yetkisi olacak vs... Taslak için, ‘başkanlığı da aşıyor’ diyenler var. Katılır mısınız?
Valla bence bunun pür bir diktatörlük olarak görülmesi lazım. Yürütmenin, yargının, yasamanın başkana bağlanması anlamına gelen bir organizasyon kesinlikle diktatöryal bir şey olacaktır. Kenan Evren için hazırlanan bir Anayasadan, şimdi Erdoğan için hazırlanmış bir Anayasaya dönmüş oluyoruz. Bizim zaten demokratik işleyişle ilgili sorunlarımız var. Bugün güya milletvekillerini biz seçiyoruz, peki nasıl seçiyoruz? Çokça da yazmışımdır, seçim öncesinde şöyle haberler okuruz, “Genel başkanlar listeleri hazırlamak için odalarına kapandılar!” Dolayısıyla bu şaklabanlığa bir son vermek lazım. Bu bir orta oyunu. Ama bu orta oyununa son vermek, Erdoğan’ın getirmek istediği biçimde bir yeni oyunla olmaz. Bu anlamda muhalefete çok iş düştüğünü fakat muhalefetin bunun uzağında olduğunu görerek üzülüyorum.
Bu bağlamda CHP muhalefetini nasıl değerlendirirsiniz? ‘Türkiye’yi böldürtmeyeceğiz’ sloganıyla mitingler yapılacağı açıkladı ama neden böyle bir slogan seçildiği anlaşılamadı. Diğer yandan “Başkanlığa kategorik olarak karşıyız” denilmişti, ancak hemen arkasından Kılıçdaroğlu’nun ‘Öneri önümüze gelsin, bir bakalım’ demesi eleştirildi…
CHP içinde farklı görüşler var, hepsi de kendilerine sosyal demokrat vs diyorlar ama öyle değil. CHP’nin bu tutarsızlıkları, parti içindeki daha sağda olan kesimle, daha solda olan kesimin itişmeleri olarak okunabilir. Bu tabii aşılması zor, yapısal bir mesele. Toplumun bir bölümünün “Başkanlığa hayır” dediği bir ülkede “Böldürtmeyeceğiz” lafı sanki Kürtlere söylenmiş bir laf gibi. Kürtler mi istiyor bölünmeyi? Böyle bir düşünceye nereden kapıldığınız? Ben Kürtlerin bunca şeye rağmen bölünmeyi istemediklerini düşünüyorum. Bu kadar isabetsiz bir isim konur mu? İkincisi CHP, Adalet ve Kalkınma Partisi için “PKK’ye destek verdiğini” söylüyor, ya kardeşim ne ilgisi var, o sırada Adalet ve Kalkınma Partisi doğru bir şey yapmaya çalışıyordu, bilerek değil belki. Başka amaçları da vardı ama sonuç olarak çözüm sürecinde insanlar ölmedi, konuştu, tartıştı bunlar iyi şeylerdi. Buna niye karşı çıkıyorsunuz? Türkiye’de Kürtler mağdur durumda, CHP olarak onlara sahip çıkmak birinci işin. Tam tersine, “Kürtlerle birlikteyim” diyeceksin.
Hakikaten anlamıyorum. Böldürtmeyeceğiz diye alanlara çıkmak çok saçma ve bunu konu etmemiz lazım, böyle bir miting ismi mi olur?
REFERANDUM YAPILMASINA KARŞI ÇIKMAK GEREKİYOR
Açıklamalara bakılırsa baharda referandum için sandıklar kurulacak. Soru şu; Meclis’in üçüncü büyük partisinin başkan ve vekillerinin, belediye başkanlarının, gazetecilerin tutuklandığı, muhalif televizyon, gazetelerin kapatıldığı OHAL ortamında başkanlığın sağlıklı tartışılabilmesi mümkün mü?
Bu koşullarda anayasa yapmak, referanduma gitmek, bunların hepsi yönlendirici işler. Onun için de karşı çıkmak gerektiğini düşünüyorum.
Referandum yapılmasına mı?
Evet. Tabii ki siyasetin geri dönmesini de istiyorum ama siyasetin yapılabilir bir ortamda dönmesi gerek. Mesela HDP muhtemelen bırakacak bu işi, iktidar kapatmadı partiyi ama eş başkanlarını aldı, bütün belediye başkanlarını aldı. Bu ne demek? Sen seçilme demek. Yani “demokrasi”, “milli irade” diye konuşuyorsunuz, demokratik yoldan seçilenlere izin vermiyorsunuz. İşimiz zor ama şunu söyleyeyim, CHP daha özgürlükçü bir yere gelmedikçe, (laik kesim daha özgürlükçü bir yere gelmedikçe demek lazım belki de) bu karabasan durumundan çıkmak çok zor. Onun için HDP ve Kürt siyasetinin ve Türkiye’deki sol, demokrat siyasetin de kendini yeniden yönlendirmesi lazım. Mesela ne bileyim, pazar günü (dün) Kartal’da bir miting var, bir arkadaşım “ya gitsek mi” diye sordu. “Gidelim tabii” yanıtını verdim. Burada meselemiz aramızdaki ideolojik farklar değil. Bu bağlamda Demokratik Güç Birliği’ni de önemsiyorum. Demokrasi konusunda hemfikir olacağım herkesle uzlaşmaya hazırım. Yeter ki, anti demokratik, insan haklarına aykırı kimlikçi siyasetin karşısında bir duvar örelim. Geriletelim. Başka şansımız yok
Şu da soruluyor; bir yandan içerde ve dışarıda savaş hali, baskılar, kötüye giden ekonomik göstergeler, her gün bir ülkeyle gerilen ilişkiler… vaziyet böyleyken tek sorun başkanlık mı?
Valla bir çılgınlık anı diye düşünüyorum. Tayyip Erdoğan’ın motivasyonunu anlamak mümkün değil. Normal bir ruh hali içinde olduğu kanaatinde değilim. Yoksa haklı bir soru, bu kadar sorun, sıkıntı varken, hiçbir şey olmamış gibi başkanlık diye tutturmuşsun. Tabii bir yandan hukuka, anayasaya aykırı bir durumun bir an evvel resmileşmesi gerekiyor, bu var. Ama şu da var; durursa düşecek. O yüzden koşmak zorunda.
KENDİ KÜLTÜREL KODLARINI TOPLUMA YEDİRMEYE ÇALIŞIYORLAR
AKP’nin, cinsel istismar suçunda mağdurla failin evlenmesi durumunda cezanın affını öngören teklifin psikolojik, pedagojik pek çok boyutu var ama bu teklifin Meclis’e getirilmesi, İslami ajandanın daha fazla gündemleştirileceğinin işareti mi? Teklif size ne düşündürttü?
Şöyle düşündüm; bir kere İslami cenahın kodlarında bu meselelere bizim baktığımız gibi bakılmıyor. İşte geçen gün bir tartışma programında Vahdettin İnce adlı AKP’li siyasetçi-yazar, “13 yaşındaki kızlar evlenebilir” diyor. Neden böyle diyor? “Efendim dinimizde var!” Öyle görünüyor ki evet, İslami kesim adım adım kendi kültürel kodlarını topluma yedirmeye çalışıyor. Bunun içinde iktidarı istedikleri gibi kullanıyorlar ve kullanmaya da devam edecekler. 15 Temmuz onlara kendi darbelerini hızlandırma imkanı sağladı ve onun sağladığı “meşruiyet” ortamında bu gücü kullanmaktan çekinmiyorlar.
Ayrıca, meseleler mağduriyet üzerinden konuşulacaksa eğer, Necmiye Alpay’ından Mehmet Altan’ına bir sürü insan cezaevinde şu anda. Onların mağduriyetlerini neden konuşmuyoruz?
Zaten şunu da anlamakta zorlanıyorum, “halk istiyor, milli irade bunu istiyor!” Kardeşim milli irade çok başka şeyler de istiyor onu niye yapmıyorsunuz? İşte idam için de “halk idamı istiyor” deniyor. Halk üç bin lira asgari geçim seviyesi istiyor, niye onu yapmıyorsunuz? Niye insanları öldürmeyi konuşmak durumunda kalıyoruz ki?