Bir iltica hikayesi
'Yaşanmaz burada' popüler bir yakınma ifadesi haline gelirken Mustafa İşitmez, ‘90’larda Avrupa’ya iltica eden birinin hikayesini dinledi.

Mustafa İŞİTMEZ
Yaşı yetenlerin içinde hafızası taze olanların birçoğu Kürt sorununa bir yıl öncesinden şu soruyu sorarak başladı;
‘Acaba 90’lara geri mi dönüyoruz?’
Retorik olarak dönmemizin imkânsız, işleyiş olaraksa “hukuk ağır basar” dediğimiz o günlere çok kısa bir sürede geri döndük. Baskıların, işkencelerin, aynı keyfi hukuksuz uygulamaların ve tutuklamaların olduğu, hatta zorunlu göçe tanıklık ettiğimiz son bir yılda özellikle baskı gören Kürt gençleri, Türkiye’den ayrılmak için yeni yollar arayışında. 90’lı yılların en kullanışlı yöntemi olan “iltica talebi” ise bu yollardan sadece bir tanesi olarak karşımıza çıkıyor. Suriye savaşı sonrası bu ihtimalin neredeyse ortadan kalktığı döneme rağmen, Avrupa’ya giden büyüklerini kendisine pusula gören gençler bu konuyu en son raddeye kadar zorlayacak gibi görünüyor.
Mevcut gündeme iltica talepleri eklenince 90’ların başında Türkiye’den Hollanda’ya iltica eden Hatice Çetin’nin hikâyesine hep beraber tanıklık edelim.
Öncelikle sizi tanıyalım...
1971 yılında Mardin’de doğdum. Öğrencilik yıllarım İzmir ve İstanbul’da geçtikten sonra ‘92 yılında iltica etmek zorunda kaldım. Şu anda Hollanda’nın kuzeyindeki Heerenveen şehrinde bir kadın sığınma evinde sosyolog olarak çalışıyorum.
İltica etmek zorunda kaldım dediniz, neden?
Politik duruşunun yanında kimliğini gizlemeyen Kürtler olarak 90’ların başında devletin çok ağır baskı politikalarına tanık olduk. Sadece bölgede yaşayan Kürtler değil, Türkiye’nin batısında yaşayan Kürtler olarak da çok ağır baskı, gözaltı ve işkence sürecinin ardından uzun hapis cezalarına neden olan sindirme ve gerekiyorsa yok etme döneminden geçiyorduk. O dönemde hem İzmir’de ailemin yaşadığı eve, hem de İstanbul’da kardeşimle birlikte kaldığımız eve baskınlar düzenlenmişti. İltica etmek erkek kardeşimle birlikte hep aklımızdaydı, ancak uygun zamanı ve yolu bulmamız gerekiyordu. O dönem ‘92 başında Sosyalist Parti mitingleri yapıldı; Ankara, İstanbul ve İzmir’de. Miting dönüşü kesin kararı verdim.
Doğu Perinçek mitinglerinden sonra mı gitmeye karar verdiniz?
(Gülüyor)
Hem evet, hem de hayır. Aslında mitinglerde ilgimi çekip beni ilk başta Türkiye’deki mücadeleden soğutan konu şuydu; miting başlamadan türküler çalıyor, oynanıyor, halaylar çekiliyor. Fakat çalan şarkıların hepsi Türkçe, tam bizim sıramız geliyor, Kürtçe şarkılar çalacak ve sarı-kırmızı-yeşil puşiler ortaya çıktığında bir anons; “Ses sistemimizde oluşan sorunu gidermeye çalışıyoruz arkadaşlar, hevaller. Müzik yayınımız birazdan devam edecektir.” Tam üç şehirde de aynı soruna denk geldik. Şarkılar Türkçe olunca ses sistemi sorun olmuyor, Kürtçe çalacağı sırada ses sistemi kendi kendine kapanıyor. Çok ilginç değil mi? Mitinglerin dönüşünde İstanbul’daki evimizin karşısındaki bakkal bizi uyardı, ‘MİT sizi arıyor’ dedi. Aslında beni arıyorlarmış, dağa kaçtığımı düşünmüşler. O gün gitme zamanımın geldiğini fark ettim.
Peki kafanızda bir rota var mıydı? Yani amaç sadece Türkiye dışına çıkmak mı, yoksa önceden planlanmış bir rotanız var mıydı?
Elbette bir rotamız vardı. Hedefimiz Kanada’ya ulaşmaktı. Önce Türkiye’den Yunanistan’a geçeceğiz, ardından Almanya üzerinden Hollanda’ya, oradan da Kanada’ya ulaşacaktık. Buradaki her zorluk bir kilit ve bunun anahtarı da inanç. Her ne olursa olsun vazgeçmemek. Evet, her şey istediğimiz gibi gitmeyebilir, sıkıntılar ve problemler yaşayabiliriz. Ancak tek bir gerçek var, biz Kanada’ya ulaşmalıyız.
Rota nasıl şaştı? Ya da Hollanda’ya gelene kadar neler oldu da burada kaldınız?
Erkek kardeşimle birlikte İos (Yunanistan) adasına sahte pasaportla yüklü miktar para karşılığında geçtik. Kardeşim oradan Almanya’ya geçti, ben kaldım. Üç yıl boyunca Atinalı bir kadının lokantasında garsonluk yaptım. İki Arnavut erkek kardeşle birlikte mekânı çeviriyorduk. İlk zamanlar ben onlara ablalık yaptım, kardeşim gibiydiler. Lâkin biraz zaman geçince bunlar, “Sen hiç para harcamıyorsun, kazandığın parayı ne yapıyorsun?” diye beni sıkıştırmaya başladılar. Amacım önce Orta Avrupa’ya, yani Amsterdam’a kendimi atmak ve oradan da Kanada’ya geçmek. Bunun için çalışıyorum para biriktiriyorum ve haliyle yatacak yer dahil her giderim lokanta tarafından karşılandığı için kazandığım parayı biriktiriyorum. O dönem para biriktirmek için sigarayı bile bıraktım.
Size zarar verdiler mi?
Vermeye kalktılar ama vicdanlı insanlardı, yapamadılar. Bir gün yanıma gelip benimle dışarı çıkmak istediklerini söylediler. Kıyıdan uzaklaşıp dağlık bir alana doğru ilerledik, galiba İos’un en yüksek tepesine doğru çıktık. “Biriktirdiğin şu parayı çıkar” dediler. İlk geldiğim zamanlarda bunlar çok kötü durumdaydı, en küçük kardeşim Rami, Türkiye’deyken bana kendi kumbarasındaki parasını vermişti, 100 Mark kadar bir paraydı. Sembolik bir şeydi o benim için ve o parayı ancak ölecek kadar zor durumda kalırsam kullanacağım diye şartlandırmıştım kendimi, ben bu parayı o zamanlar bunlar için harcamıştım. Bunu anlattım onlara, ben sizin ablanızım dedim, kötülüğünüzü istemiyorum dedim. Büyük kardeş belki istese beni öldürüp tüm paramı alabilirdi, küçük kardeşi onu durdurdu. Yanımdan uzaklaştılar. Lokantaya gidip Atina’daki iş yeri sahibini aradım, işi bıraktım.
Peki kalacak yer? O da gitti...
Erkek kardeşime bir de amcaoğlum eklenmiş o sırada, üçümüz kaçacaktık. Onlara ulaştım, Atina’da buluşup amcaoğlumla birlikte sahte pasaport ve evraklarla kendimizi Hollanda’ya attık. Erkek kardeşim Almanya’da kaldı, Kanada için gereken işlemleri halledince yanımıza gelecek ve Amsterdam’dan Kanada’ya geçecektik.
Gerekli evraklar derken, illegal değil miydi?
(Gülüyor)
Sahte pasaportları düzenleme işi işte.
Sonra ne oldu?
Amsterdam’a gittik. Mehmet (amcaoğlu) dil bilmiyordu, bizi de en çok zorlayan durum buydu. Tipim, kıyafetlerim ve takılarım sayesinde İran veya Fransız kadınlarına benzetiliyordum. Bu imajın artılarını yani marjinalliği Schipol havaalanında kullanmaya çalıştım. Ancak amcaoğlum Mehmet’in James Bond çantası başımıza bela oldu. Düşünsene çiçekli böcekli kıyafetler, kısacık saçlar, piercingler ve yanındaki adamın James Bond çantası var. O sırada sevgili rolü kesiyoruz ama hiç inandırıcı değil. Hollanda polisinin tabii ki dikkatini çektik. Bizi sorguya aldılar. Mehmet dil bilmediği için çapraz sorguda dökülmüş. Türkiye’den geliyoruz, kaçağız vs. Ben uzun süre direttim, Yunan’ım dedim. Tatile geldim, Kanada’ya gideceğim dedim, eğer Mehmet sorguda dökülmese emin ol bugün Kanada’da yaşıyor olurduk, çünkü pasaportun sahte olduğunu uzun süre anlamadılar. Baktım sorgu daha da uzun sürüyor, beni tutan kadın polise bağırmaya başladım; “Problem mi istiyorsunuz? Ben Kürt’üm, iltica etmek istiyorum” dedim. Kadın polis gülmeye başladı, beni Filistinli radikal İslamcı zannetmişler, Kürt olup iltica isteğimi öğrenince gerçekten rahatladı. İki gün sonra bizi iltica merkezine gönderdiler. Küçük bir yerdi, çok sayıda Ortadoğu kimlikli insanla birlikteydik. İki gece de orada tutulduk, ardından Wolvega İltica Merkezi’ne teslim edildik. Burada tam sekiz ay kaldık. Mehmet bir süre sonra gitmek istedi ve en son Danimarka’da olduğunu duydum.
İltica merkezinde sekiz ay boyunca ne yaptınız?
Hollanda vatandaşı olmak için belirli kriterleri var, bunlara göre gelen sığınmacıları ayırıyorlar. Dil bilmek, tahsilli olmak ve anlayabildiğin kadar insan psikolojisine hakim olmak. Statü almaktaki en etkili faktör Türklere ve Kürtlere tercümanlık yapmamdı. Hatta dönem dönem Yunanca bile çok işime yaradı. Bu dönemde Wolvega’da sosyolog olarak çalışan Marjon’la tanıştık. İlk zamanlar onu ajan zannediyorduk, evli ve kocasının olduğunu öğrendim. Yanlış hatırlamıyorsam ’95 yılbaşı gecesi iltica merkezinde bir kutlama düzenlendi. Bu vesileyle birbirimize yakınlaştık, kısa bir süre sonra daha büyük bir iltica merkezi yapıldı ve biz oraya nakledildik. Burada da iki yıl kaldım. Marjon’la iletişimimizi hiç kesmedik, sürekli görüşüyorduk. Marjon bir süre sonra kocasından boşandı ve benim de ’96 sonbaharında vatandaşlık statüsü almamla birlikte aynı eve çıktık.
İlişkiniz de böylece başlamış oldu. Peki sonra?
Evet. ‘96 yılından beri birlikteyiz, 20 yıllık bir hayat arkadaşlığı. Statüyü alıp vatandaşlık işlemlerine başlayınca üniversiteye başladım. Gazeticilik okumaya başladım ancak burada sistem biraz farklı, önce ilk yıl sanat tarihi okuyorsun ve ondan sonraki yıllar gazeteciliğin temel eğitimini almaya başlıyorsun. İlk 6 ay çok iyi eğitim gördüm. Sonra bir profesörle tartıştık, gazeteciliği bırakıp dinler tarihini okumaya başladım.
Hocayla tartışma, bölümü bıraktıracak kadar büyük müydü?
Evet. Çünkü ırkçılık yapıyordu. Ben Mardin’de Turan Dursun’un öğrencisiydim, biz böyle yetiştirilmedik. Kürt olsak da hiçbir Türk’e karşı değildik, biz devlet politikasına karşıydık. Sokakta yürürken selamlaştığın, televizyonda gördüğün birine neden düşman olur ki insan? Hollanda’da 15 kişilik sınıfta burada yaşayan Türklere bakarak; Türklerin bağnazlığını, yobazlığını ve radikalliğini hatta oraya yerleşen Türklerin sosyal devleti yıkmaya çalıştıklarını anlatan bir tanıma rehberi hazırlanmıştı. Buna karşı çıktım, iş büyüdü. Sınıfta Türk arkadaşlarım olmasına rağmen hocanın yanında destek çıkmadılar. Tartışma öyle ilerledi ki Türklerden, Hollanda’nın -neoliberal- ekonomi politikasına geldi. Tabii ki bu benim için neoliberal, onlara göre sorumlu devlet anlayışı. Aylık 800 avro verelim, biralarını içsinler, otlarını çeksinler, fakirler fakir kalmaya devam etsin, zenginler servetine servet katsın anlayışıyla sosyal devlet olunmadığını anlattım. İstihdam sağlamayan, emeklilik güvencesi olmayan bir devletin sosyalliği olmaz dedim. Tartışmanın ardından bölümü bıraktım.
Ve ardından neden dinler tarihi?
Hıristiyan da değilim, belki duyarlılık için olabilir. O dönem Avrupa’da Katolik mezhebine karşı büyük kampanyalar vardı, bu yüzden okumak istedim.
Orayı bitirdiniz mi?
Hayır. Bir süre sonra orayı da bıraktım. Uzun süre iş aradım. Polisliğe aldılar, 1 sene eğitim gördükten sonra 2 yıl polislik yaptım. Devriyeye çıkıyoruz, siyah saçlı kahverengi gözlü insanları topluyorduk. Birkaç kez devriyedeki arkadaşlarıma, “Bakın, ben de onlar gibiyim, zararsızlar” dedim. Tıpkı Türkiye’de Kürtlere olan yaklaşım gibi “Sen farklısın” dediler. (Gülüyor) Irkçılık başa bela, her yerde karşına çıkıyor. Daha sonra bir ilkokulda bir sene kadar çalıştım. 350 iş mektubum vardı, hiç cevap alamadım. Sosyolog olduktan sonra uzun bir süredir kadın sığınma evinde çalışıyorum.
Marjon ile ilişkiniz nasıl gidiyor? Yasalar resmi olarak birlikteliğinizi kabul ediyor, var mı böyle bir düşünce?
Çok iyi gidiyor. Birbirimiz için birer şansız. Ancak şu an için evlenmeyi düşünmüyoruz, belki ileride, birimizden birine bir şey olma ihtimaliyle sosyal güvenliği teminat altına almak için imza atabiliriz. Ancak şu an böyle bir şey düşünmüyoruz.
Bu kadar zorlu bir süreçten sonra Avrupa’ya göç/iltica etmeyi düşünen gençlere söyleyecekleriniz var mıdır?
Etnik kökenim ve eşcinsel olmam Türkiye’de kabul edilebilir bir durum değil. Evet, buraya geldim ve bir düzen kurdum. Ancak bu röportajı okuyan birçok kişi Kaf dağının görünen yerinden bakıp yorumda bulunacak. Keşke anadilimde konuşabileceğim, damak tadıma uygun yemekleri her gün tadabileceğim kendi ülkemde yaşasaydım, şartlar bir türlü uygun olmadı. Her gün devlet baskısıyla yaşamak, asılsız iftiralarla yıllarca hapse mahkûm olmak herkesin üstesinden gelebileceği durumlar değildir. Bu yalnızlığı yaşayan gençlere Avrupa’ya ancak başka bir ülkeleri olmadığını bilerek adım atmalarını önerebilirim. Şimdiki şartlarda Türkiye’de yaşıyor olsaydım iltica etmeyi muhtemelen düşünmezdim. Zira çöken bir rejim var, anayasaya aykırı hareket etmenin, hukuka karşı gelmenin yanlış olduğunu anlamaya başlayan bir nesil var. Belki bugünlerde zorluk çekiyorlar ama gelecek adına Türkiye’de birçok şeyin değişeceğini düşünüyorum.
*Bu röportajda bahsi geçen kişilerin zarar görmemesi adına isim ve soy isimler değiştirilmiştir.
Evrensel'i Takip Et