Post-Truth: Aşırı sağın can simidi
Post-truth evreniyle mücadelede birincil rolün medya ve sivil topluma düştüğünü düşünüyorum.
Sarphan UZUNOĞLU*
ABD seçimlerinin ardından sosyal ağlarda sık sık karşılaşmaya başladığımız post-truth kavramı Oxford Sözlüğü tarafından 2016’da yılın sözcüğü seçildi ve tüm dünyada gazetecilik camiası ile iletişim araştırmacılarının gözü bu kavramın üzerine dikildi. Herkes, post-truth meselesinde olabilecek en “havalı” sözcükleri söyleme yarışında. Tartışmaya yabancı olanları ferahlatmak adına önce kavramı açıklayalım. Post-truth, nesnel hakikatlerin belirli bir konu üzerinde kamuoyunu belirlemede duygulardan ve kişisel kanaatlerden daha az etkili olması durumu olarak tanımlanıyor. Somut şekilde ifade etmek gerekirse, örneğin kanıtlarıyla, ifadelerle ve savcılığın soruşturmasıyla sorumlular belirlenmesine rağmen 10 Ekim Ankara Katliamı’nı HDP’nin kendi kendine yaptığını söylemek ve hatta kamuoyunda bazı kesimlerde bu kanaatin yerleşmiş olması geçerli bir örnek. Kavramın “post” kısmı tam da bu gerçeğe rağmen yalanda direterek yalandan kâr sağlama yaklaşımında yatıyor.
Araştırmacılar post-truth meselesini çoğu zaman post-sovyet ülkelerdeki ergenlerin açtığı sitelere bağlıyorlar yahut komplo teorileri üzerinden post-truth siyasetinin yaratıldığını söylüyorlar. Post-truth tartışmasına daha dünyalı bir bakış atmanın tek yöntemi kelimenin 2016 öncesinde de gündemde olduğunu hatırlayıp Trump’ın siyasal açıdan bir eşik teşkil etse de dünyada aşırı-sağ siyasetin yükselişinin ve sağ popülizmlerin farklı coğrafyalarda da post-truth siyasete muhtaç olduklarını ve bundan beslendiklerini ifade edebilmek ve bunun kanıtları üzerinde durmak. Tabii ki bunun için coğrafya coğrafya gezmeye gerek yok, zira post-truth (kelimeye karşılık olarak hakikat ötesi kavramını uygun buluyorum) siyasetin anavatanı olmasa da Türkiye’deki sosyal ağ kullanımı pratikleri çoğunlukla post-truth kapsamında sonuçlara yol açıyor.
POST-TRUTH, KOMPLO TEORİLERİ VE AŞIRI SAĞ
Şu kesin ki post-truth, yalnızca medyanın ya da siyasetin değil, bir bilim olarak tarihin de alanına girebiliyor. Etnik ve mezhepsel düşmanlıkların üretilmesinden, Osmanlı’nın Birinci Dünya Savaşı’nı kaybetmesinden Almanların sorumlu tutulmasına (bkz. Almanlar yenilince biz de yenilmiş sayıldık) birçok ulusal meselenin dahi post-truth siyasi manevralarıyla atlatılmaya/aktarılmaya çalışıldığını görüyoruz. Özellikle tarih sahnesine gidildiğinde, Cumhuriyet döneminin ilk isyanlarından başlayarak bugün özellikle Türkiye’deki sağ ideolojinin üstüne kurulduğu birçok değerin post-truth politikanın eseri olduğunu görmek mümkün olabiliyor. Avrupa’daki ve ABD’deki aşırı sağ da özellikle mültecileri bir korku öznesi olarak kullanarak, Frank Furedi’nin “korku kültürü” olarak tanımladığı durumu yaratıyor ve korku ile insanları yönetmeye çalışıyorlar. Örneğin Trump’ın ABD’de Clinton’ın kazanması halinde milyonlarca mülteciyi getireceğini söylemesi ve Clinton’ın birçok açıklamasını çarpıtması, üstüne de Trump’a yakın, alt-right (ABD’deki aşırı sağ akıma bugünlerde verilen isim) veya cumhuriyetçi hesapların da bu söylem üzerinden Twitter’da ciddi bir kutuplaşma yaratması bunun örneklerinden biri.
POST-TRUTH SİYASET VE İLETİŞİMLE MÜCADELE
Korku toplumuna ve Trumpsever cumhuriyetçi sosyal ağ kullanıcılarına ilişkin referanslara aslında Türkiye örneğinden aşinayız; bu nedenle örneklerden çok mücadele yöntemlerini tartışma zamanı. Ben, post-truth evreniyle mücadelede birincil rolün medya ve sivil topluma düştüğünü düşünüyorum. Teyit, Doğruluk Payı gibi projelerin yanı sıra TGS Akademi, DokuzSekiz gibi platformların verdikleri eğitimlerin yaratacağı yeni medya okuryazarlığı geleneğinin ve tecrübesinin önemli olduğunu düşünüyorum. Zira ilk aşamada enformasyon çağı niyetiyle başladığımız çağın “dezenformasyon çağı” olarak biçimlenmesine karşı atabileceğimiz en makul adım bu olarak görülüyor. Buna ek olarak, siyasi parti ve sivil toplum örgütlerinin de üyelerine yönelik olarak dezenformasyon ve post-truth siyasetin sakıncaları üzerine tebliğde bulunması şart. Zira sosyal ağların bir çeşit “propaganda ve çatışma merkezi” hâline geldiği bu dönemde zaman zaman partilerin terörize edilmesine hatta itibarlarını kaybetmesine neden olabilecek gerçek-dışı bilgi paylaşımı sıklıkla rastladığımız bir durum. Dahası aktivistlerin ve gazetecilerin post-truth çağında kutuplaşma ve yalan haberlere karşı alacakları doğrulama eğitimleri ile teknik bilgileri hem sokakta hem sosyal ağlarda siyasal bir enstrüman niteliği taşıyacaktır.
OMBUDSMANLIĞIN YERİNE DOĞRULAMA BİRİMLERİ
Bu konuda radikal olarak görülebilecek teklifim ise bugünlerde etkisini gün geçtikçe yitiren ombdusmanlık kavramı yerine doğrulama/teyit köşeleri açmak olacak. Okur temsilciliği sosyal ağların etkisiyle geleneksel bağlamdaki etkisini yitirirken, klasik medya eleştirileri artık belirli bir havuza takılıp kaldı. Hepimiz hangi medya grubunun nasıl hareket ettiğini biliyoruz, nefret söyleminin ve siyasal işleyişin mevcut durumu malumumuz. Ancak, haftalık olarak gazete ve televizyonlarımızda dezenformasyonla ve post-truth siyasetle verilerle ve yayılmaya müsait yöntemlere dair teknik bilgiyle oluşturulacak programların ya da köşelerin ortaya çıkması kısa vadede bir kurtuluş. Bu, özellikle de “doğrulama” bir endüstri ya da profesyonel hizmet hâline gelmeden, meseleyi hızlı bir şekilde gazeteciliğin çağdaş bir parçası ve sivil toplumun tamamının sahip olduğu bir refleks hâline getirmek bakımından alternatif medya başta olmak üzere konuyla ilgili potansiyeli olan aktörlere düşen en önemli görev. Zira bir iki platformla sosyal ağlarda dönen tüm dezenformasyonu ve dezenformasyon üzerinden büyüyen kavganın yarattığı yıkımı engellemek mümkün değil. Bu ancak yeni bir medya okur yazarlığı seferberliği ile mümkün olabilir.
sarphan.uzunoglu@khas.edu.tr
*Kadir Has Üniversitesi Öğretim Görevlisi