Kara böğürtlen bir gece*
Feldspat ve uranyum madenleriyle çevrili Söke’deki Kisir köyünün adı 'Kanser Köy'e çıktı. Özer Akdemir köylülerin öyküsünü yazdı.
Özer AKDEMİR
Muhtar Baki “Yusuf abi kötü” dedi telefonda. Sesinden dağlar kadar bir keder akıyordu. Sustum. Anlamıştım. Sustuk…
Bu uğursuz sessizlik ne kadar sürdü bilmiyorum. “Ne zaman belli oldu” diye sordum. “15 gün kadar” dedi.
“Nerde şimdi, hastanede mi?”
“Yok, köyde ama gidip geliyor Söke’ye, Aydın’a” dedi muhtar Baki.
“Ben de iyi değilim” dedi sonra fısıldar gibi.
“Senin nen var” diye sordum endişeyle; “sen de mi, yoksa?!”
“Hastalık değil, domuz gibiyim (Aramızdaki garip bir espriydi bu) kahvecilik, muhtarlık götürüyoruz ama Yusuf abiye çok üzüldüm, çok” dedi.
“Yıllardır tanıdığın birisinin böyle olmasına…” sözünü tamamlamasına izin vermeden girdim araya, “Dur bakalım” dedim.
Konuştuk biraz daha, “Ararım Yusuf abiyi” dedim.
“İyi olur, bekliyor zaten aramanı” dedi.
**********************
Köyün girişindeki mezarlıkta karşılamıştı bizi Kisir köyü muhtarı Baki Suna. İlk o zaman tanışmıştık. 40-45 yaşlarında, pos bıyıklı, kafasında siyah bir kasket, çakır gözlü, ağız dolusu gülen, uzun boylu, yakışıklı muhtarı. İmam hatip mezunu, yoklukta köye imamlık yapan, cenaze yıkayıp, duasını edip kaldıran, akşamları ise bambaşka bir dünyayı yudumlayan, “şahsına münhasır” bir kişilik…
“Fakir Baykurt böyle yaptı beni” demişti birgün. “Onun Tırpan’ını okudum, İmam Hatipteyken. Orda da bir imam vardı, onun da adı Baki’ydi. İmam da ne imam! Her türlü kötülük var. O günden sonra imam olmak istemedim işte. Böyle oldum”.
İyi ki öyle olmuştu Baki, içindeki güzelliği çevresiyle paylaşan bir insan güzeli…
*****
Bundan iki yıl önce, güneşli bir Şubat günü Kisir köyü’nün Osmankuyusu yaylasında karşıladı bizi Yusuf Çenesiz. Biri ABD’den bir hafta önce gelmiş üç bilim insanı ile İzmir’den yola çıkmış, 2 saat sonra Kisir Köyü’ne gelmiştik. Köy kahvesinde birer çayını içtiğimiz Muhtar Baki’yi da alarak 2 kilometre ötedeki Osmankuyusu’na doğru yola koyulduk. Yaklaşık 20 gün önce ölçülen yüksek radyasyon değerlerinin olduğu uranyum sondajlarıydı gideceğimiz yer.
Yemyeşil bir vadinin içinde, ortasından nazlı nazlı akan derenin kenarlarında kurulu Kisir Köyü’nün tepelerinde kalan merasıydı Osmankuyusu. Bahar kendini iyice hissettirmeye başlamıştı burada. Toprak çimlenmiş, kış güneşinin altında buğu buğu tütüyordu nemi. Etrafı, taşlarla çevrili tarlaların yamaçlarında, birbirlerinden uzakça bir iki ev vardı. ‘Bunlar da nerden çıktı’ dedirten koca kayaların gelişigüzel dağıldığı arazinin ortasından akıp giden toprak yolda yürürken, insan boyunu geçen kayalara sinmiş yeşil sarı renkli kısımları göstererek “işte uranyum zehiri bu” dedi Yusuf abi. Üç hoca (Prof. Dr. Hayrettin Kılıç, Yard. Doç. Dr. Enver Yaser Küçükgül ve Dr. Alper Öktem) ellerindeki cihazları Yusuf abinin gösterdiği kısımlara tutup ölçtüler. Yol boyu dikenin, taşın, toprağın, yoldaki hayvan gübrelerinin, kıyıda biriken suyun da ölçümlerini yapmışlardı. Sondajlara yaklaştıkça ikisi Almanya’dan, biri Amerika’dan gelen cihazların ekranlarında okunan değerler de artıyordu.
*********************
İlk uranyum sondajı kuyusu Yusuf abinin harımının (küçük sebze bahçesi) hemen yanı başındaydı. Harıma ektiği kış sebzelerini yeni toplamıştı. Yanına bağladığı bir eşek keyifle yeni yeşeren otların tadını çıkarıyordu. Yaylalara girdiğimizden bu yana bizimle birlikte gelen, bazen parçalarımıza dolanan, bazen koşup ilerde bir yerde yuvarlanıp kendini sevdiren, Dr. Alper Öktem’in ise yüreğini ağzına getiren küçücük bir enik de en keyiflilerimiz arasındaydı…
40 yıl önce terk edilen uranyum sondaj alanının hemen yanındaydı Yusuf abinin evi. Harımı, eşeği, eniği, koyunu, kuzusu ağzına futbol topu kadar bir taş konulan sondaj kuyularının arasında dolanıp duruyorlardı.
Tepenin yamacından kaynayıp ince bir sızıntı halinde aşağı süzülen dereciğin göllendiği yerdeki yeşilliğin parmaklarında bıraktığı izleri de “uranyum zehiri” diye gösterdi bize Yusuf abi. Radyasyon oranı oldukça yüksekti suyun. Az ötede, tepede, irice bir öbek halinde yığılan taşların olduğu bölgede ölçülen radyasyon ise akıl alır gibi değildi. Hocalar, cihazlarda ölçtükleri değerin, dünya standartlarında izin verilen limitlerin 500 katının üzerinde olduğunu söylüyorlardı, şaşkınlıkla. Tepedeki taş yığınının yanında Yusuf abi, “İngilizler giderken bize dedi ki, !’sakın bu taşlara dokunmayın. Evlerinizde, duvarlarda, hendeklerinizde de kullanmayın.’ O günden bu yana da bir Allahın kulu gelip gitmedi, buraya.”
*************************
“Bir gece yarısı kan kusarak uyandım. O günü kadar önemli bir şey yoktu, halsizlik dışında. Doktor ‘akciğerde yara var’ dedi. Kimse kendine konduramıyor bu hastalığı ama biliyorduk eninde sonunda bizi de bulacağını. Devlet halkını bile bile ölüme gönderir mi? Bizi gönderdi. Şimdi bütün raporlarımı dosyalıyorum. Çocuklarım ilerde haklarını arasınlar” diye. Telefon da bunları söyledi Yusuf abi. Tedavisi belki Aydın’da belki İzmir’de olacakmış. Doktor hangisini uygun görürse…
********************
Dilinde kitle çıkan 13 yaşındaki bir kız çocuğunun çekimleri için gittiğimiz evin bahçesinde demişti ki muhtar Baki; “Köyümde eceliyle ölen yok. Hep kanser, hep... Köylülerim artık kötü hastalık çıkar diye doktora gitmek istemiyor. İzmir’e giden gelmiyor. İzmir’e giden…”
**************************
Adı “Kanser Köy”e çıkan Söke’nin Kisir Köy’lülerinin alışkın olduğu bir hastalık öyküsü bu. 40 yıl önce köyün yaylasında İngilizlerle ortak uranyum sondajları açan, sonra da olduğu gibi terk edip giden devletin kaderiyle baş başa bıraktığı köylülerden birisi Yusuf Çenesiz. İki yıl önce, hamile kızının karnında ölen 8 aylık yavrusuna, “bebecik örselenmesin, kızım üzülmesin” diye otopsi yaptırmayan, ama aklının bir köşesinde hep o ‘acaba’larla yatıp kalkan Yusuf abi, şimdi kendisi için düşünüyor aynı şeyleri. “Acaba uranyum…acaba… Yarın diye bir şey var mı?” Osmankuyusunun elektriksiz evlerine bulutlar ardından ölgün bir ay ışığı vuruyor. “Kara böğürtlen bir gece” örtüyor, usulcana...
* Behçet Aysan (Kül Harmanı)